Koray Çalışkan: “Benim için ilmin bittiği yerde film başlıyor”

koray_caliskan_sette

Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkan Yardımcısı Yard. Doç. Dr. Koray Çalışkan ile sinema ve siyaset üzerine görüştük… 

koray_caliskan

Biliyorsunuz bu yılki 12-23 Mayıs tarihleri arasında 63`üncüsü gerçekleştirilecek Cannes Film Festivali’ne katılacak filmler seçildi. Kısa film bölümünde gösterilecek yaklaşık 100 kısa filmden ikisi Türk yönetmenlere ait. Bu yönetmenlerden biri, son bir buçuk yıldır sinemayla ilgilenen Koray Çalışkan. “Esma” Çalışkan’ın ilk kısa filmi.

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve BirGün, Radikal İki, Birikim ve Bianet yazılarından tanıdığımız Koray Çalışkan, sosyal araştırmacı. Kitap yazıyor ve sinema belki de onun için bir ihtiyaç. Dünyada gördüklerini, tasvir ve analiz etmeye sanatın gücüyle de devam edeceğe benziyor.

Cannes’e davet edilmesi bahane oldu, güzel bir söyleşi çıktı ortaya…

Esma’dan önce “Davet” diye bir senaryo yazmış. Oyuncu kadrosu belli olduktan sonra o projeden iyi bir kısa film çıkmayacağına kanaat getirmiş ve vazgeçmişler. Sonra Esma’yı yazmaya başlamış. Yani Cannes davetinden önce elinde hikaye varmış. Geçen sene martta senaryonun ilk versiyonu çıkmış. 13 defa yeniden yazılan, haziranda kilitlenilip provalara başlanan Esma, temmuzda çekilmiş ve ağustosta son halini almış. Eylülde de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılmış.

Filmin Cannes’da gösterileceğini duyduğunda, çok sevindiğini ve şaşırdığını söylüyor. “Bizim için önemli bir deneyim olacak” diyor…

Artık kendisini kamera arkasında sıkça görüp görmeyeceğimizi merak ediyorum… “Ne kadar sık olacağını zaman gösterecek. 2011 yazında Söke Ovası’nda çekmeyi planladığımız bir uzun metraj projemiz var. Senaryo geliştirme aşamasındayız. Ondan önce bir uzun metraj projesi geliştirdim, onun senaryo ve yapım aşamasında çalışacağım” diyor.

“Film izleyenlere tokat gibi çarpacak mı, yoksa izleyenler işlenen konuyu uzun uzun düşünüp kendilerince yorumlayacaklar mı?” diye soruyorum…

“Sakinlik ve hüzünle harmanlanmış bir hikaye yazıyorum. Ancak filmin başında izleyeni koltuğuna çivileyecek bir sahne var. Sonu da epey zor” diye cevaplıyor.

Siyaset ve sinema?

Siyaset Bilimciyim. Ancak hayat ilim ve filmden daha karışık bir şey. Bu evreni belli bakış açılarıyla anlıyoruz, anlamlandırıyoruz. Her yaklaşım ancak kendi sınırlarını iyi tahlil ettiğinde güçleniyor. Benim için ilmin bittiği yerde film başlıyor. Sinema çok önemli bir araştırma alanı, hissiyat ve fikriyatın harmanlandığı özel bir dünya. Bu nedenle sinema dilini merak ediyorum, öğrenmeye çalışıyorum.

Gençlerin kafalarında fikirler yerine markaların dolaşmasını isteyen egemen sınıfın örgütlü bir toplum istemediği açık. 24 saat satın almanın, sahip olmanın en önemli değer olduğu pompalanan bir toplum, insanı insan kılan paylaşma, dayanışma gibi değerlere dönüşünü nasıl yapacak?

O değerler zaten var. Aile içinde, dostlar arasında. Ancak geriletiliyor. Anlamsızlaştırılıyor. Oysa insanlık paylaştığı için, beraber hareket etmeyi öğrendiği için gelişti, hayatta kaldı. Örgütlenmeyi düşünen, paylaşamadığı hiçbir değeri içine sindiremeyen, içinde sevgi ve derinlik olan insanlar var. Sanatla artacak. Ancak sanatın hamburger gibi hızlıca tüketilen bir metaya dönüşmesi insanlığımızı hatırlatan bir araç olarak sanatın önünde engel.

Uzun süre sendikalarda örgütçü olarak çalıştığınızı biliyorum. Genelleme doğru olmayacaktır ama çoğu sol görüşlü kişi artık tabana inmenin çok zor olduğunu düşünüyor, bu konuda fikriniz nedir?

Ben tabana hiç inmedim, çünkü hep oradaydım. Sol zaten alt sınıfların ideolojisidir. Bunu farklı şekillerde anlatır işçi sınıfı. Arabeskle, türküyle, hiphopla. Yılmaz Güney’le ya da Hüseyin Karabey’le. Önemli olan ahlaklı ve gerçekliğe saygılı bir üretim içinde olabilmek. Bu nokta yanlış anlaşılmaya çok müsait. Sınıf bir tabiyet konumundan, bir eyleyici halinden ziyade bir süreçtir. Bu sürece eklemlenme tarzınız sizi sınıf siyasetinde bir yere oturtur. Engels burjuvadır, üretim araçlarına sahiplik açısından. Ancak sınıf sürecine biliçli olarak en alttakilerin yanında dahil olur.

“Sınıflı toplum insaniyetin kabusudur”

İktisadi süreçler içinde bazılarımız kendini ayrıcalıklı işlerde bulabilir yani? 

Aynen öyle, reklamcı olabilirsiniz mesela. İlyas Başsoy öyledir. Yaprak Dökümü gibi popüler dizilerin dahi reklam filmini o çeker. Ama BirGün yazarıdır. Sosyalisttir. Onun gerekliliklerini de yerine getirir. Demem o ki sınıf sürecinde yeriniz siyasi ve etik tercihtir. “Ben işçiden üç kat daha fazla kazanıyorum, hayatım da konforlu, o zaman bitti bu iş. Sağcıyım.” Yanlış olan bu. Zaten orta sınıf ve işçi sınıfı bir araya gelmeden ülkeler kendilerini toplayamıyorlar. Siyasi demokratikleşmelerini oturtabiliyorlar, ancak iktisadi demokrasiyi beceremiyorlar. Sınıflı toplumun boğucu evreninde yanıyorlar. Pahalı arabalarının önünü yalnızca kırmızı ışıklar değil, cam silen minicik çocuklar kesiyor. Ellerimiz kilide giderken vicdanımız yerin dibini boyluyor. Sınıflı toplum insaniyetin kabusudur. Kölelikten kategorik olarak farkı yoktur.

Topyekün devrimi özleyen, toplum denilen şeyi yeniden kurmaya eğilimli siyasetler nasıl örgütlenir sizce?

Bu tür siyasetler zaten çok zorlanmadan örgütleniyor, ama kitleselleşemiyor. Herşeyi değiştirebileceğine inanan, toplumsalın merkezi bir çelişkiyle çözümlenebileceğini dolayısıyla doğru kaldıraç ve yer bulunduğunda yerinden oynatılabileceğine inanan siyasetler bunlar. Mesele topyekün devrimi özlemeden, yani muhafazakarlaşmadan, toplumu yeniden kuralım demeden toplumcu, sınıfçı, ataerkil olmadan örgütlenebilmek. Bu konuda çok gerideyiz. Hala sınıflararası çelişki, toplumsal cinsiyet geriliminin önündedir diyenler var. Oyla iktidar ilişkileri şelaleler gibidir.

Peki, devrimin metafiziği değiştirilmeli mi, ama nasıl değiştirilmeli?

Topyekün devrimciliğin bir metafiziği olduğunu kabul ettiğinizde zaten başka bir devrim tahayyülü artık mümkün oluyor. İnsanın olduğu yerde metafizik, ontolojik bir zorunluluktur. Anlatan, anlayan, anlamlandırarak yaşayan bir türüz.

Aşağıdan yukarıya örgütlenmenin solun merkeziyetçi mirasıyla mücadelesi de yeni dönemin karakterini belirleyecek gibi görünüyor. Bir yandan kendi içindeki dinamikleri daha demokratik bir yöne kaydırmanın sıkıntısını yaşayan bir hareketin, sürekli gündemin değiştiği ve durumlar karşısında net tavır alınmasının gerektiği bir ülkede önemli bir siyasi güç haline gelmesi ne kadar mümkün?

Bence gayet mümkün. Siyaset hep böyledir. İmkansızlık söylemi zaten siyasi bir duruştur. Onun yerine daha umutlu bir siyaset yapılabilir.

Hakim sınıflar ve ellerinin altındaki medya, kendi kontrolleri altındaki bir oyunun kurallarını değiştirme iddiasıyla meydan okuyan bir girişimi daha doğmadan boğmaya çalışabiliyor. Nedir çözüm?

Bilmiyorum. Ama onların güçlerini zihnimizde abartırsak zaten kazanmışlar demektir.

12 Eylül ile hesaplaşmak isteyen azımsanmayacak yaralı bir kesim olmasına karşı 12 Eylül’ün hala hüküm sürmesini neye bağlıyorsunuz?

Hesaplaşmak isteyenlerin azlığına.

İktidar ve muhalefet sizce hesap sorma konusunda ne kadar samimiler?

Hiç değiller. CHP darbe siyasetini zaten gündeminde tutuyor. Söylediği tek şey biz iktidar olalım, ordu rahatlasın. İronik olan bunu girdiği her seçimi kaybetmiş bir liderle söylemeleri. Şimdilerde biraz kendilerine geliyorlar. AKP’ye demokratikleşme konusunda güvenmek içinse erken.

AKP’nin iktidar performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İşsizlik, enflasyon, neoliberalizm… Sonuç ortada. Ancak ekonomi politikaları konusunda CHP de aynı performansı gösterirdi.

Başkanlık sistemi gündemde, bu konudaki fikriniz nedir?

Başkanlık sistemi Türkiye gibi elinde güç bulanın bırakmamak için her yolu denediği, bağımsız yargının bulunmadığı, adalet sistemine güvenin az olduğu, ve lider sultasıyla yönetilen siyasi partilerin çoğunlukta olduğu ülkelerde demokrasiyi zedelemiştir. Yanlış olur.

“Kemalistler dini hep kullanmışlardır”

Türkiye devletinin otoriter laiklik anlayışı yerine özgürlükçü bir laikliği savunması için gerekli adımlar atılıyor mu sizce?

Laiklik din ile devlet işlerini birbirinde ayırdığınızda gerçekleşir. Bunlar ya ayrıdır ya değil. Laikliğin özgürlükçüsü otoriteri olmaz. Biz laik olamadığımız için, sekülerleşmeye dair adımlar atmadığımız için bu durumdayız. Kemalistler dini hep kullanmışlardır. Kenan Evren faşizminin Türk islam sentezini anımsayın.

Güvenin ve umudun yolunun açılması için hukukun gücünün devletin gücünden daha çok önemsenmesi gerekliliği açık, sizce?

Ben de böyle düşünüyorum. Ama nasıl bir hukuk sistemi istiyoruz onu da tartışmalıyız. Ben şu haliyle adalet sistemine güvenmiyorum. Hakimlerle savcıların arasından su sızmayan, rüşvetin kolaylıkla verilebildiği, hiper politize bir adalet sistemimiz var. Hukukla adalet arasındaki ilişki zayıf.

Onca yıl faili meçhul cinayetlerin çözülmemesi, adı her ne ise, o örgütün memleketi faili meçhul siyasi cinayetler ülkesi yapması ve kimliğin artık alışagelmiş olması size ne hissettiriyor?

Güçsüz hissettiriyor. İçimi karartıyor. Faili meçhullerin faili malumdur. Herkes biliyor.

Türkiye’nin iç dinamikleri her zaman ABD ile olan ilişkilerinin etkisi altındadır. AKP iktidarının sürekliliği ABD’nin istediği politikaların hayata geçirilmesiyle paralel midir? Veya soruyu tersine çevirirsek ABD’yi karşısına alan bir siyasi hareketin yaşam şansı var mıdır?

Hemen yan komşumuz İran’ın bağımsızlığını düşünün.Küba,Venezuela, Kolombiya, vs. ABD’den bağımsız bir duruş mümkündür, gereklidir. İnsani ilişkilerde etik kurallar baskındır, uluslararası ilişkilerde çıkar rol oynar; yanlış bir önerme. Doğru dürüst olmak zorundayız.

(Turkish Journal)

Become a patron at Patreon!