“Sanatın para kazanmak için yapılması işin doğasına aykırı”

  • Fotoğraf: Civan Özkanoğlu (Yapı Kredi Kültür Sanat, İKİ oyunu kadrosu)

Geçenlerde, “Semih Fırıncıoğlu’nun gösteri sanatları üzerine paylaştıklarını okumalısın” dedi bir arkadaşım, performansfikri.com adresini önerdi. O güne kadar ismini duymamıştım, okudukça meraklandım, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayı da izledikten sonra kendisi ile tanışmak istedim, tabii birkaç soru da not alarak.

Semih Fırıncıoğlu hakkında mini bilgi: Kırk yılı aşkındır New York’ta. Öğrenim: Tarsus Amerikan Koleji. Boğaziçi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı, B.A. İstanbul Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı (Çağdaş İngiliz Tiyatrosu), Ph.D. Yale Üniversitesi Tiyatro Okulu, Doktoraüstü Araştırma (Çehof; 1920-40 Avrupa Tiyatrosu). Fiili tiyatroya BÜ’de başlamış. “Müzik her zaman vardı. 90’ların ortalarında sanatı profesyonelce yapmayı bıraktım. O zamandan beri merakım beni nereye götürürse oraya gidiyorum, bazen tiyatro, bazen yazı, bazen müzik. Yaklaşık on yıl önce İstanbul’daki bazı tiyatrocu ve dansçı gençlerle bağlandım, arada bir onlarla projeler yönetiyorum, o insanlarla ve Türkçe dilinde çalışmak bana iyi geliyor” diyor.

Pan Yayıncılık’tan çıkan kitabı “John Cage Seçme Yazılar” birçok kişi için kaynak niteliğinde. 2012′de yayımlanan bu kitap, kapsamlı bir tanıtma yazısının yanı sıra, Cage’in Türkçe’ye ilk kez çevrilen, yaşamının dönüm noktalarından seçilme on beş yazısını içeriyor.

Söyleşimize John Cage’e yaptığı bir atıfla başladım. Sorularım ve yanıtlar şöyle:  

  • Sanatın lüzumsuz olduğundan bahsediyorsunuz. Peki, neden özellikle yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Bunu Cage’den başka söyleyenler de oldu. Örneğin, Ionesco’nun “Sanatlar insanın en yararsız, dolayısıyla da en gerekli etkinlikleridir” diye bir sözü vardı. Biraz düşünürsek birbirinden son derece farklı birtakım etkinliklere sanat adını verdiğimizi görürüz. Dans etmekle resim yapmak, şiir yazmakla çalgı çalmak birbirinden uzaktan yakından hiçbir benzerliği olmayan uğraşlar. Aralarında yalnızca iki ortak yan var: Birincisi, yapılmasalar hayatın akışında herhangi bir eksiklik hissedilmiyor. Gereksizler. Ressam o gün resim yapsa da yapmasa da arabalar çalışmaya, karınlar acıkmaya, eşyalar tozlanmaya devam ediyor. Gereksizlik risksizliği, o da özgürlüğü mümkün kılıyor. Hayal gücünün, düşüncelerin dizginlenmesine gerek olmayan, özgür bir oyun alanı. Bu özgürlüğü deneyimlemek bir ihtiyaç. Bir çocuğun oyuncaklarıyla, arkadaşlarıyla oynamasından pek bir farkı yok. İkinci ortak yan da bu fikirlerin, deneyimlerin birileriyle paylaşılması gereği. Sanatlar iletişimsel etkinliklerden oluşuyor.

  • Anladığım, sanat ne kadar gerekli olursa sanatın özgürlük konseptine de ters düşüleceğini düşünüyorsunuz. Sanattan para kazanmak olmaması gereken bir şey mi?

Ben zamanında Yale Üniversitesi’nde bir yıl geçirdim, gözlemci doktoraüstü öğrenci olarak. Kurumlaşmış tiyatroda en iyi eğitimi veren okul sayılırdı. Sonunda hocalardan biri “Ne düşünüyorsun? Senin için yararlı oldu mu bu?” diye sormuştu, ben de “Çok yararlı oldu, nasıl tiyatro yapmak istemediğimi net biçimde anlamış oldum” demiştim. Okul şablonlaşmış bir uygulamanın en iyi nasıl sürdürülebileceğini öğretiyordu. Bir meslek okulu gibiydi. Bir kurumun farklı departmanlarından birinde uzmanlaşıp meslek sahibi olunması hedefleniyordu. Yani, öğrenci para kazandıracak bir mesleği olsun istiyordu ve bu tabii ki mezunların pek azına nasip olabiliyordu, çünkü, temelde, sanatın tabiatına aykırı bir kavram bu. Şansları yaver gidenler seri üretim yapan bir repertuvar tiyatrosunda kadroya giriyordu. Ya da öğrendikleri şablonu yeni kuşaklara öğretmek üzere bir okulda hocalık buluyorlardı. Bu durum hâlâ böyle.

Bu kurumlaşma, meslekleştirme, şablonlaşma gibi şeyler sanatların metalaşmasıyla ortaya çıkan nitelikler. Biçim olarak toplumdaki ticari etkinlik ve düzenlemeler taklit ediliyor ama özne bütünüyle aykırı buna. Yani, iyi satacağını umarak buzdolabı imal etmiyoruz, resim yapıyoruz. Satsın diye yapılan resimde, bestelenen müzik parçasında doğal olarak alıcının beklentileri dikkate alınır, özgürlük, dolayısıyla da özgünlük pek kalmaz. Endüstride standart tutturmak ve seri üretim hedeflenir, fabrikadan çıkan her bir ürünün diğerlerinden farklı olması sistemin mantığına aykırı olur. Sanatlarda aynı yapıtı tekrar tekrar üretmek ise anlamsızdır, farklı bir şey düşünüyorsan yaparsın, düşünemiyorsan da yapmaman gerekir – tabii eğer maddi ihtiyacın, ticari beklentilerin yoksa.

Sorunuza yanıtım, evet, sanatın para kazanmak için yapılması bence işin doğasına aykırı. Bu nedenle de sanatlarla uğraşanların çok büyük çoğunluğu zor hayatlar yaşar. Kendisine piyasa bulup para yapan ya da düzgün yaşamayı başaranlar sayıca çok azdır. Birlikte çalıştığım gençlere her zaman paralarını başka yollardan kazanmalarını öğütlüyorum, hem daha düzgün gelirleri olur hem de sanat uğraşlarını özgürce sürdürebilirler. Ama toplumda yerleşik saçma sapan mitler var, sanatçı ruhlu insan sanattan başka iş yapamaz, ayrıcalıklıdır, desteklenmelidir falan gibi. Dünya üzerinde iki, bazen üç işte çalışan milyonlarca insan var halbuki.

Kişisel olarak ben hep tiyatro yapan bir grup insanın oturup tiyatro nedir, olmazsa olmazı nedir, öyle değil de şöyle yapılsa nasıl olur, orada değil de şurada yapsak nasıl olur, nasıl algılanır diye merak edip, düşünüp konuştuğu bir ortam aradım. Benim zihnimdeki ideal ortam bu.

  • Peki, bulabildiniz mi?

80’ler boyunca New York’ta çalıştığım toplulukta bunu az çok bulabildim. Onun ardından yalnızca sonucunu merak ettiğim, farklı olacağına emin olduğum işlerle uğraştım. Örneğin, 2015’te, SALT Galata’da yaptığım işte merak ettiğim resimdeki kolaj kavramını gösteriye uygulayabilir miyim idi. Birbiriyle bağlantısı olmayan hareket ve söz birimlerini belirli tekniklerle yan yana dizsem izlenebilir bir akış sağlayabilir miyim acaba dedim. Bendeki merakı kadroya da geçirebildiğim zaman o işin tadına doyum olmuyor. Benim için en önemli hedef birlikte düşünen, merak eden, deneyen insanlarla bir iş üzerinde çalışmak. Bu o SALT işinde gerçekleşti ve oradaki gençlerle öyle bağlandım.

  • Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığınız bir konuşmada, “Teorik olarak Türkiye’den çok sayıda çok yoğun sanat ürüyor olması gerekiyor” diyorsunuz, fakat durum öyle değil sanırım, nedenleri üzerine fikrinizi merak ediyorum.

Evet, Türkiye toplumunun yaşadığı çalkantılara, değer çatışmalarına, zorluklara bakarak harıl harıl sanat yapıtları ürüyor olması gerekir diye düşünüyorum. Sanat tarihindeki benzer dönemleri ve toplumları aklımdan geçirerek söylüyorum bunu. Ürün sayısında büyük bir artış da var sanıyorum ama uluslararası çapta kayda değer nitelikte işler çıkmıyor. Kendi alanımdan örnek vereyim, şu sıralarda orada şaşılacak sayıda çok tiyatro topluluğu ve oyun var. Batının tersine bir gelişme bu. Ama Türkiye’de yazılmış ya da yaratılmış bir yapıtın çevrilip başka ülkelerde de sahnelenmesi sanırım hiç olmadı. “Literatüre girdi” denilebilecek bir iş olmadı.

Bunun bir nedeni sanat üretenlerin yerele sıkışıp kalmaları olabilir. İlgilendikleri alanda dünyadaki gelişmeleri izleyip tartışarak, dünyayı muhatap alarak iş üreten çok az insan var. Tiyatroda tiyatrocular birbirlerini bile muhatap almıyorlar, gidip birbirlerinin işlerini görmüyorlar bile. Tiyatronun nasıl olup nasıl olmaması gerektiği tartışılan bir konu değil, böyle şeyler pek kimsenin umrunda da değil. Herkesin kendi bölgesi, kendi üslubu, az ya da çok kendi izleyicisi var ve o çerçevenin içinde dolanıyorlar. Türkiye’den kabuğunu kırıp çıkan Nuri Bilge Ceylan oldu, Orhan Pamuk oldu, görselci Hale Tenger’in perspektifini geniş tuttuğunu biliyorum, aklıma gelmeyen üç beş kişi daha olabilir, o kadar. Bu içine kapalılıkta dilin rolü olabilir mi diye düşünüyorum ama bitişikteki Yunanistan’ın alfabesi bile farklı ama sürekli yeni bir şeyler çıkıyor oradan ve bizlerin de bunlardan haberi olabiliyor.

  • Çokça kişiye sorduğum bir soruyu size de sormak isterim: Yalın Alpay, bir söyleşimizde, “Ben”in kurucu öğesi, kişinin kendi sinir sisteminden ve zeka yapısından çok, “ötekilerin” yaşam gustosudur. Bu yüzden “ben bir ötekidir” demişti, katılır mısınız?

O söyleşiyi okudum, öteden beri sözü edilen toplum ve birey konusuna değişik terimlerle giriyor diye düşündüm. Biraz önce sözünü ettiğimiz kısırlığın bir açıklaması olarak Türkiye toplumunun bastırılmış olduğu kadar baskıcı da olduğunu söyleyebiliriz. O nedenden bu konuyu konuşmaya devam etmekte çok yarar var. O söyleşide kanımca en önemli saptama bireyin homojen bir kitle olarak algıladığı ötekilerin gerçekte “ben”lerden oluştuğu düşüncesi. İlginç bir rastlantı var burada: Uzunca bir zamandır dansçı Sedef Gökçe ile tek kişilik deneysel bir iş üzerinde çalışıyoruz, sonbaharda göstermeyi planlıyoruz. O iş için yazdığım metinden alıntılayayım: “Bir başına olduğunu gören insan ben diyor, bir başına olmadığını sanan insan biz diyor. Biz yerine ‘benler’ denseydi, siz yerine ‘senler’ denseydi, tıpkı ‘onlar’ der gibi… Daha iyi olurdu. Bence.”

Become a patron at Patreon!