Resimde yenilikçi duruş: Bedri Baykam

Bedri Baykam’ın 4-D’leri California’da… 

bbaykam2

Türk çağdaş sanatını dünyada temsil etmek, alışmadıkları bir alanda “Türkiye” sesini duyurmak, her ne pahasına olursa olsun, benim için bir tutku; diyerek yola çıkan Bedri Baykam, son dönemde ürettiği ve geçtiğimiz mart ayında Londra’da Sotheby’s Çağdaş Türk Sanatı müzayedesinde de yer alan 4-D işlerini Amerika’da ilk olarak Berkeley, California’da 3 Eylül-17 Ekim 2009 tarihleri arasında Alphonse Berber Gallery’de sergileyecek.

Baykam, lens baskı tekniğini kullanarak, geçmiş dönemlerini, canlı “holografik kolaj” olarak da nitelenebilecek, yükseklik, genişlik, derinlik ve zaman faktörlerinin oluşturduğu ve “4-D” adını verdiği işlerinde topluyor. “Avignon Haremi 100 Yaşında” isimli eserinde Baykam, “Dişi Entrikalar” serisindeki erotizme gönderme yaparak, modellerinin nü fotoğraflarına, Picasso’nun çeşitli eserlerinden bazı bölümleri ekleyerek,1980’lerin sonu, 90’ların başında ürettiği “Gerçek Sahteler” serisinde yeniden tanımladığı, bağlılık ve içerik konularını tekrar masaya yatırıyor. Bu gerçekçi ve metaforik katmanların bir sonucu olarak, her bir “lens”in önünde izleyici, imgelerin ileri-geri hareketleriyle zaman içinde gezinebiliyor ve pentürün veya kolajın geleneksel durağanlığının ötesinde bir dünyaya geçiş yapıyor.

Baykam’ın kendisine dönük yaptığı referanslarla oluşturduğu sembolizmi, bu yeni işlerinde, kendi hayat tecrübelerini, sanat üzerine düşüncelerini, politika, cinsellik, batı hegemonyası ve karşısında durduğu İslami yobazlığı parçalara ayırdığı ve analiz ettiği bir dile altyapı oluşturuyor. Alphonse Berber Gallery’de Baykam’ın yaklaşık 15 adet 4-D serisinden eseri, bir video entalasyonu, Yeni Dışavurumculuk yıllarından ve 4-D serisine kaynak oluşturan “Atlar ve İkonlar” serisinden işleri yer alacak.

Bu eserlerde Picasso, Monica Belluci ve Baykam’ın modellerinin yanında oturuyor olabiliyor veya Van Gogh, Dali veya Gauguin’e göndermeler, aynı görüntüde bir araya gelebiliyor. Dokuz on katmanın birbiri üstüne oturtulduğu işlerden oluşan bu sergi dikkat çekeceğe benziyor.

Bedri Baykam ile Turkish Journal için görüştük…

ABD’de ilk sergisini 1965’de New York’ta yaptığını öğreniyorum. Çoğunlukla New York Soho’da veya California’da yapılan 80’li yıllar sergileri olan Baykam, her zaman buradaki ilgiden memnun olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Arada bir süre ABD’yi ihmal ettim. Son yıllarda ABD’de son sergim 2007’de New York’ta Broadway Gallery’de yapıldı, “Lolitarte” adını taşıyordu. Bu son sergim ise büyük ihtimalle en çok ilgi gören sergim olacak.”

Bu yılki konsepti merak ediyorum… 

Baykam, “Serginin ana teması “4 D” adını verdiğim dört boyutlu işlerim. Bu yapıtlarda “lenticular” adı verilen bir tekniği kullanıyorum ve yıllardır üzerinde çalıştığım boyasal ve dijital fotoğraf saydamlıkları, bu malzemeyle buluşturunca ortaya inanılmaz derin ve şaşırtıcı bir rüya dünyası çıktı” diyor.

Bu malzemenin hammaddesini ilk kez siz mi kullandınız?

Bu malzemenin hammaddesi elli yılı aşkın bir süredir var dünyada. Ama kimse bunu sanatta bu kadar çarpıcı yeni sentezlere taşımamış. Bakır bir alan ve bu işlerimi gören dünyanın dört bir yanından eleştirmenler sanat tarihçileri ve sanatseverler şaşkınlıklarını gizleyemeyip, “bunu biz hiç görmedik” diyorlar. Bu da tabii keyif verici bir durum.

bbaykam2

Bu resimleri bu teknikle yapmak kolay olmasa gerek?

Korkunç yorucu ve sanki insanın beynini işkenceye alıyor, diyebilirim. Katmanlar, fikirler, bölmeler, somut konular ve herşey beyninizin içinde kaynıyor, gözlerinizin önünde uçuşuyor. Sonra bunlardan bir sentez yapmak gibi bir imkansıza girişiyor beyin her defasında… Her resim sanki bir mucize! Ama sonuç çok keyif verici oluyor. Hatta “The Ultimate Dejeuner” veya “Coke for the World” veya “Expressive Beat” gibi yapıtların doğum anı tam kelimenin anlamıyla “orgazmik”… Yapıtları izleyen sanatsever bir rüya alemine taşınıyor.


Sergiye bile çıkarmaya kıyamadığınız bir resminiz var mı? 

Hayır yok. Yaptığım her şey sergilenmek üzeredir. Olsa olsa “satmadığım” çok ender sayıda işim vardır. 1963 Jokeyler veya 1976 Paris’te yaptığım “Ayyaş” gibi. Bunlar dışında, fiyatı nispeten astronomik olduğu için yıllardır benle yaşayan en önemli yapıtlarım var, “Fahişenin Odası” veya “This Has Been Done Before” gibi. Normal resimler genelde 20-80 bin dolar arasındayken, bu işler 1.5 milyon dolar oldukları için benle yaşamaya devam edebiliyorlar. Resimlerimden ayrılmak tabii ki kolay değil. Ama ben profesyonel bir sanatçıyım. O beni “üzen” satışlar olmasa, daha sonra yaptığım onca başka resmi her yıl yapamazdım. Bu çark böyle dönüyor. Çok pahalı bir uluslararası kariyeri neredeyse 30 yıldır bu şekilde tek başıma sanatımın yarattığı mali güçle döndürüyorum.

“Türkiye, çağdaş sanatta emekleme çağında” 

Türkiye’de sizce sanata yeterince değer veriliyor mu? ABD ve Türkiye’deki sanatseverleri karşılaştırabilir misiniz? 

Karşılaştırmaya hiç gerek yok. Apayrı dünyalar. Igloolardan hiç dışarı çıkılmayan dokuz aylık buz ve kara kış döneminde kutuplarda ne kadar sıklıkta sokakta dans festivali veya mahalleler arası halı saha maç yapılabilirse, Türkiye’de sanat ortamı da abartısız bir şekilde o durumlarda. En yaşlı Modern ve Sanat müzemiz İstanbul Modern, henüz “5” yaşında! Sanata hakettiği önemi veren vakıf, banka ve holding sayısı bir elin parmaklarının yarısına gelmedi. Reklamları ucuza getirmek için sanat faaliyeti yapıyor görünen bankaları saymıyorum. Sanatseverler doğduklarından beri müzeleri filan gezmiyorlar. Sanat toplama konusunda rekabet yaşayan mahalle zenginleri de yok, ciddi büyük kurumlar da yok. Türkiye emekleme çağında çağdaş sanatta. Amerika’da ise, ister oturmuş ailelerin, ister kurumların, ister devlet müzelerinin en büyük prestij alanı sanat. Biz batılı sanatçılarla rekabette yarışıyorsak, ayağımıza bağlanmış taşlara rağmen yapabiliyoruz bunu. Bakın işte Amerika burası… Açık konuşalım mı? Türklerin çoğunun hali vakti yerinde burada değil mi? Buna rağmen siz Türklerin Amerikalılar gibi araba ya da ev fiyatına resim aldığını gördünüz mü? Hadi ondan da vazgeçtim, bir Türk sanatçıyı desteklemek için İtalyanlar ya da Almanlar gibi sembolik de olsa bir şeyler topladıklarını gördünüz mü? İşte sorunuzun yanıtı bu… Ama buna rağmen ABD veya genel olarak batı ile kıyaşladığımızda da yine de çok çarpıcı sonuçlar ve özgün işler çıkıyor ortaya.

Resimlerinizde en çok neyi anlatıyorsunuz, bizim gördüğümüz, anladığımızın dışındaki mesajlarınız nelerdir? 

Görülen konu veya renkler, dokular kompozisyon dışında daima iki çizgi ile etki tepki, hesaplaşma ve flört vardır. Bunlardan birisi sanat tarihi çizgisi, diğeri de sanatçının yani benim kendi tarihimin çizgisidir. Bu iki çizgiyle yapılan düelloyu da işin profesyonelleri görebilir ancak. Ama konu sanattan zevk almaksa, bunu hiç sanat tarihi bilmeyen genç de başarabilir… Mesela şimdi Berkeley’de sergilenen yeni 4 D yapıtlarım herkese aynı anda hitap edebiliyorlar. En zor sanat tarihçiye de, en bilgisiz pizza tesliminde çalışan gencede. Farklı nedenler var o iki beğeni arasında… Sonuçta o genç de bu çağın bir insanı olduğu için o resimdeki bir çok değeri hissedip görebiliyor…

Dünyada örnek aldığınız, başarılı bulduğunuz ressam veya sanatçılar kimler? 

Çok isim var. Başta Picasso olur. Onun eserleri ile dolu bir müze salonuna her girdiğimde içimi sonsuz bir resim yapma arzusu kaplar. En meşhur ressam olduğu için değil, en iyisi olduğu için. Bunun dışında Delacroix, Picabia, Kiefer, Polke, Schnabel ve daha bir çok isim var tabii… Başarılı olmak, bulmak onlar ayrı konu tabii! Ama kimseyi örnek almam, ne hayat tarzında, ne resmimde… Alsaydım kesinlikle Bedri Baykam olamazdım.

2010 yılı için Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul, Avrupa’nın sanat başkenti olarak ilan edildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Aslında zannedildiği kadar önemli bir şey değil. 2010’da İstanbul Avrupa kültür başkenti üç kentten biri. Hem sırayla neredeyse her kent oluyor. Bunlara çok mağrur övünç plaketleri bağlayıp abartmamalıyız. Ayrıca yaşanan yolsuzluk iddiaları ortada, istifalar ortada, sıkıntılar ortada… Buna benzer bürokrasi yüklü ve kurullarla yüklü her “yıl” bence pek bir yere varamaz. Kaldı ki İstanbul’un ihtiyacı mı var sanki bu şekilde “önem” kazanmaya? Tabii ki hayır. İstanbul her zaman İstanbuldur ve alaturka Bizans kurullarının ötesinde, veya AKM’yi yıkmaya çalışarak bir yere varacağını sanan yobaz çıkışların çok üstünde bir dünya kentidir. İstanbul’un kendisi, onu ve ülkeyi yönetenlerin gösteremedikleri entellektüel ve tarihi birikimin çok üstünde bir değerdir.

Bir sergide AKM’ye koyunlar getirdiniz. O dönemde, Türkiye’de bunun sanatla ilgisi tartışıldı. Bazıları sanat derken, önemli bir kısım da ağır eleştirilerde bulunmuştu. Bu eylemde gerçek amacınız neydi ve amacınıza ulaşabildiniz mi? 

Türkiye’de, çağdaş sanat adına hangi yenilikçi devrim yapıldıysa çoğunun altında hep imzamı bulursunuz. Resim ebatlarının büyümesi, tuale akıtılan boyalar, erotik ve siyasi konular, çarpıcı happeningler, katalog ve halkla ilişkiler dikkatiyle açılan sergiler hepsi benim atılımlarımdır. Sanat tarihi zaten hep bu şekilde kendini konuşturmuş ve yeniliklere sürekli imza atmış insanların tarihidir. Kolay yapılan, kolay beğenilen ve kolay satılan bir şeyler görürseniz, bilin ki bu kalıcı bir yer edinmeyecektir sanat tarihinde. İlk çıktıklarında “sanatseverler” bile Monet ile, Picasso ile, Pollock ile, Warhol ile dalga geçmişlerdir. Ama onlar tarih olmuştur, o dönemin yok satan akademik ressamları yanlarında üçüncü sınıf kalmışlardır… O bahsettiğiniz happeningde 41 koyunu Noel gecesi AKM’ye getirdim. Bu happeningi yapma nedenim şuydu: Türkiye “yıldız savaşları” fimlerini hatırlatacak şekilde iki kuratörün kendi aralarındaki rekabet ve soğuk-sıcak savaştan bunalmıştı ve genç sanatçılar bu olaydan fazla zarar görüyorlardı. Normalde sanatçılara yardım etmesi gereken kuratörler kendi ego savaşları nedeniyle gençlere “ya o kuratörle çalışırsın ya da benle” diye tehditler savurmaya başlamışlardı. O koyunları getirerek bir buz kırdım. Genç sanatçılara şunu sordum: “bunlar gibi bir çobana ihtiyacı olan koyunlar olarak mı yaşamak istiyorsunuz, yoksa bağımsız özgür kendi ayağı üstüne yere basmaya kararlı sanatçılar mı olmak istiyorsunuz?” Bu sergi neredeyse 4-5 ay boyunca 2005’in ilk aylarında gündemi oluşturdu ve büyük beğeni kazandı. Genç sanatçılara özgüven aşıladı ve bu şartları tiye alarak onları rahatlattı. Bundan rahatsız olanlar da oldu tahmin edersiniz tabii. Sergiyi öven bir eleştirmen sonunda şunu demeye getiriyordu: “İyi de niye bunu da Bedri Baykam yaptı?” Güler misiniz, ağlar mısınız?

Topluma mesaj verme ve kendinizi anlatabilme açısından, siyasetle sanatı karşılaştırsanız hangisi sizce ağır basar? 

Hangi siyaset olduğuna bakar. Kayıkçı kavgası siyaseti ise, tabii ki sanat ağır basar. Ama idealist siyasetse, siyaset ağır başar. Örneğin ben siyasette milyonlarca kişiyi etkiliyorum. Sanatta da belki öyle ama içeriğinin kilidine sahip olanlar çok daha az…

“Solu birleştirmeyi başaramadım!” 

Aktif siyaset döneminizde neleri başardığınızı, neleri başaramadığınızı düşünüyorsunuz?

Herhalde tüm Türkiye’de, şimdi burada Bedri Baykam olsaydı şunu derdi, şunu yapardı, şöyle sustururdu; diye bir inançlar dizisi yerleştirdim. Kemalist dik duruşun ne anlama geldiğini gösterdim herkese. Yobazlardan veya bölücülerden korkmadan her olayın üstüne gidilebileceğini gösterdim. Her olayı yıllar önceden bildiğimi herkes yaşayarak gördü. 1987’den itibaren ülkenin yobazlığa nasıl kaydığını gösteren ilk aydınlar arasında yer aldım. Ama tüm çabalarıma ve ısrarlarıma rağmen solu birleştirmeyi başaramadım. Ecevit ile de, Baykal ve Karayalçın ile de denedim bunları. Bunu başarmış olmak isterdim. 1993’te taban operasyonu hareketini organize ettiğimde ana hedefimiz buydu. Başarı direkten döndü son dakikada vazgeçti Baykal ve Karayalçın birleşmekten…

“İstanbul ne kadar onlarınsa Diyarbakır bizim!” 

Türkiye’de son haftaların hatta ayın en popüler konusu ‘açılım’ı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye birilerinin ifade ettiği gibi bir çözüme değil de, çözülmeye mi gidiyor? Ne düşünüyorsunuz? 

Bence olayın felsefi boyutlarını değerlendiren doğru dürüst hiç bir siyasetçi, hiç bir siyasi düşünce adamı olmadı. Halk bu açılımı “demokrasi” sanıyor, özellikle gençler. Esasında bunun ortacağa dönüş olduğunu göremiyorlar. Açık konuşalım, herkes yalan söylüyor. Türkiye kalkıp güneydoğuyu kesip atsa, hiç kimse İstanbul’u, Bodrum’u, İzmır’i, Marmaris’i bırakıp gitmez oralara. İsveç, Fransa veya İngiltere’yi de bırakıp gitmezler. Hepsi palavra. Biraz düşünseler görecekler ki İstanbul ne kadar onlarınsa Diyarbakır bizim. Irka göre toprak ortaçağ din-etnik savaşlarından kalma bir saçmalık. Önemli olan aramıza dikenli tel koymak değil, tam tersine sınırları kaldırmak. 189 ülke var, 2800 ırk. Her ırka toprak verilecek olsa ne olurdu bu dünyanın hali? Ne dedi Martin Luther King? “Beyaz ve siyah çocuklar beraber oynayacak”dedi. “Aralarına dikenli tel konsun da birbirleriyle kavga etmesinler”demedi. Kürtlere bu ülkede verilmeyen bir hak olsa, en başta ben onların özgürlüğü için mücadele ederim. Bir siyasetçinin bunları açıkça anlatıp tam tersine açılımın beraber yaşama sevgisi olduğunu anlatması lazım!

bbaykam

Son olarak, “Bedri Baykam kimdir?” sorusunun cevabını sizden alabilir miyim? 

Bedri Baykam günde 18 saat çalışan bir özgürlük savaşçısıdır. İnsanları, hayvanları, doğayı, evreni sever. Güzel kadınlardan çok etkilenir, öte yandan ailesine çok düşkündür. Ödünsüz Kemalisttir. CHP’li ve Fenerbahçeli olmaktan gurur duyar bunları saklamaz. Çok sadık bir arkadaştır. 40 yıl önceki arkadaşlarını arar bulur. Maça gitme heyecanını, sonsuz okyanusları, ormanları sever, çocukları sever, çikolata kaçamaklarını, pornografiyi, sinemayı, sushiyi sever.. Daha sayayım mı? Dünyayı sever diyelim üstü gelecek sefere…

Sanatçı hakkında daha detaylı bilgiye www.bedribaykam.com internet adresinden ulaşabilirsiniz…

 

(Turkish Journal) 

Become a patron at Patreon!