Ümit Alan’dan “Köşe Vuruşu”

Temmuz ayından bu yana BirGün’deki köşesinde köşe yazarlarını analiz eden Ümit Alan, yeri geliyor, “Ahmet Hakan ‘tuhaf bir mahluk’ mudur?” diye soruyor, yeri geliyor Emin Çölaşan’ın neden halkın yazarı olamayacağını yazıyor.

1979 yılında Eskişehir’de doğmuş. Hayatının ilk 24 yılını bu şehirde geçirmiş. “Anadolu Üniversitesi Basın Yayın bölümünden yüksek lisans derecesiyle mezun oldum. Üniversitede akademisyen olmak üzereyken çark ettim; tahta bavulumla İstanbul’a geldim” diyor. Edebiyata olan ilgisinden geldiğini düşündüğü yazma yeteneği ve pazarlama bilgisi onu reklamcılığa yöneltmiş. Yaklaşık 7 yıldır İstanbul’da ve reklam yazarlığıyla hayatını kazanıyor. Yazmaya Eskişehir’in yerel gazetelerinde küçük yaşlarda başlamış, Radikal İki’de, Yeni Söz başta olmak üzere pek çok internet medyasında ve irili ufaklı dergilerde yazıları yeralıyor. Temmuz ayından bu yana BirGün’deki köşesinde köşe yazarlarını analiz eden Alan ile Turkish Journal için görüştük…

İlk olarak, köşe yazarlarını ele alma fikrinin nasıl doğduğunu merak ediyorum… 

“Köşe yazarlarını neredeyse okumayı öğrendiğimden beri takip ediyorum. Hiçbir şey anlamamama rağmen ilk okuma talimlerimi Hürriyet gazetesi üzerinde yaptırmıştı babam. Sonradan okuduklarımı anlamaya başladım ve işin rengi değişti. Sevdiğim, sevmediğim, kızdığım, düzeltmek istediğim köşe yazarları oluştu. Okuyucu olarak gönderdiğim mektupların çoğuna cevap alamadım. Bunun üzerine medyaya baktım; nitelikli ve ciddi medya eleştirisi yapan isimler var, ama sadece köşe yazarlarını analiz eden kimse yok. Bunu ben yapabilirim diye düşündüm kendi kendime. Bunu söylemek bile bir klişe oldu ama “o kadar hafızasız bir toplumuz” ki, daha 29 yıl önce olmuş bir askeri darbeyi kutsayan yazarlar bugün hala medyada ve demokrasiden falan söz ediyorlar. Bunları teşhir etmek gerektiğini düşündüm ve kendime vazife çıkardım buradan” diyor.

“Milletin yazdığıyla yazmadığıyla niye uğraşıyorsun, kalemin iyi neden kendin bir şeyler yazmıyorsun” diyenler olmuyor mu? 

Oluyor. Üzerinde çok durmuyorum.

Alan, bu konuda Cemal Süreya’nın 2000’e Doğru dergisindeki yazılarından toplanan 99 Yüz kitabındaki portreler ve Yıldırım Türker’in Radikal’deki köşesindeki portrelerin kendisine çok yardımcı olduğunu belirtiyor: “Bahsettiğim portreler, sadece köşe yazarlarına yönelik değiller ama bir insanın nasıl haritasının çizileceğini gösterirler. Onların yapabildiğinin onda birini bile yapsam kafi.”

“Başlıklarınızın da kendini tıklatacak kadar seksi ve bazen provokatif olması gerekiyor!”

BirGün’deki köşesinin adının neden “Köşe Vuruşu” olduğunu sorduğumda… 

“Köşe Vuruşu” ismini verirken, sık sık hicve yaslanacağıma ilişkin bir ipucu olabileceğini düşünmüştüm. Özellikle internetle birlikte önünüze bir sürü yazı, yorum, haber vesaire yığılıyor. Eğer “gece geçen gemi” olmak istemiyorsanız anlatmak istediğiniz şeyi eğlenceli bir şekle sokmanız şart” diyor ve ekliyor: “Özellikle internette başlık çok önemli. Bu yüzden başlıklarınızın da kendini tıklatacak kadar seksi ve bazen provokatif olması gerekiyor. Ben de anlatmak istediğim şeyleri dikkat çekici olabileceğini düşündüm bir takım formlarla sunuyorum. Çünkü bir derdim var ve derdimi anlatmak istiyorum. Bir devlet dairesinde bankoya gidip kısık sesle ve bitmek tükenmek bilmeyen cümlelerle derdinizi anlatmaya çalışmak vardır, kendinizden emin kararlı, yer yer esprili ve kısaca derdinizi anlatmak vardır. Ben ikincisini yapmak için çabalıyorum. Bu çabanın adıdır Köşe Vuruşu.”

Sizce  Türkiye’de medya “haber”le mi yoksa “yorum”la mı yürüyor?” diye soruyorum… 

Alan, “Daha ziyade yorumla yürüyor” diyor ve araştırmacı gazeteciliğin neredeyse yok olduğuna değiniyor: “İnternetle birlikte haber ucuzlaştı… Biri haber yapıyor herkes üç aşağı beş yukarı değiştirip kullanıyor. Yorum demişken yorumu yapan kişilerin kim olduğu da önemli tabii. Okuyucu yorumundan kötü ya da okuyucu yorumundan hallice köşe yazıları görüyorum. Bu haber yığınını yorumlayacak “akil” kişilere elbette ihtiyaç var, ama böyle değil. Bir adam siyasetten futbola, sinemadan müziğe her şeyi yorumlamaya başladı mı işin şirazesi kaçıyor. Güncel bir örnek verecek olursak, konforundan vazgeçip Silopi’ye, oraya, buraya giden genç yaşlı herkesle konuşan ve haber koklayan bir Ece Temelkuran ile Teşvikiye’deki ya da New-York’taki bir kafeden ahkam kesenler bir değil elbette. Köşesinden “Uğur Mumcu tipi gazetecilik demode olmuştur” diye coşkuyla duyuranlar bile var. Öte yandan araştırmacı gazeteci olup köşesi olmayan muhabirler var ve bu yüzden seslerini duyuramıyorlar.”

Köşe yazarları ne işe yarar? 

Köşe yazarlığı aslında yavaş yavaş cartayı çekecek bir müessese. Bloglardı, Twitter’dı, Facebook’tu, Friendfeed’di derken herkes biraz köşe yazarı oldu. O yüzden bugünlerde bu soruyu ben de soruyorum sık sık. Bu durumun köşe yazarlarını daha kaliteli ve donanımlı hale sokmak yerine iyice vasatlaştırması daha da çok şaşırtıyor beni.

Neden? 

Çünkü köşe yazarı bu koşuşturma içinde günlük gelişmeleri, siyasi ve sanatsal olayları tam olarak kavrayamayan insanlara tercüman olmakla mükelleftir. Bir tür decoderdir yani. Mesela; Kürt Açılımı ya da Demokratik Açılım denilen şeyi anlayamayan bir okuyucu bunun rafine halini köşe yazarından öğrenir. O yüzden köşe yazarı okuyucusundan daha yukarıda olmalıdır. Ama öyle yazarlar var ki, -onlara “halkın yazarı” falan diyorlar- okuyucusunun ortalamasının bile altına inerek popülistlik yapıyor. Kafası atınca ‘göbeğini kaşıyan adam’, ‘bidon kafalı’ gibi hakaretler sallıyor. Madem ki, kanaat önderisin senin de biraz sorumluluğun yok mu diye sormak lazım onlara?

Her köşe kapan “köşe yazarı” değil yani… 

Değildir. Ama kendisini öyle gösterebildiği ve birileri itiraz etmediği sürece bunun önemi yok. Ben itiraz ve teşhir edenlerden biri olmayı göze aldım, ama ne kadar etkili olduğum tartışılır.

“Kendime dönüp baktığımda “şımaranları” tahtaya yazan bir çocuk görüyorum”

Bir köşe yazarı olarak kendinize dönüp baktığınızda neler söylersiniz? 

Yeni Söz, söyleyecek şeyleri olan ve yeni bir dil kurmak isteyen bir grup yazar ve akademisyenin projesiydi. Sonradan ben de dahil oldum; okumaktan da, yazmaktan da çok keyif aldım. Yoğun iş ve yazı trafiğinden fırsat buldukça Yeni Söz’e de yazmaya devam edeceğim. Temmuz ayından bu yana BirGün’de yazıyorum. Köşe yazarı olarak kendime dönüp baktığımda çok fazla bir şey söyleyemiyorum. Çünkü, Yeni Söz’de yazdıklarımdan farklı olarak köşe yazarlığından ziyade köşe yazarlığını teşhirle uğraşıyorum. Kendime dönüp baktığımda “şımaranları” tahtaya yazan bir çocuk görüyorum. Ama bu şımarıklıklar ilkokuldaki kadar masum değil; vicdansızlıklar, haysiyetsizlikler, savaş çığırtkanlıkları, demokrasi düşmanlıkları var işin içinde. O yüzden kendimi kötü hissetmiyorum. Bir yazımla bir kişinin dahi fikrini değiştirebildiysem mutlu oluyorum.

Köşe yazarlığının bir esnaflığı var derler. Bu ne kadar doğru? 

Evet köşe yazarlığının bir esnaflığı var. Hatta internetle birlikte medyaların çoğalması bu esnaflığı daha da yoğun rekabete soktu. Bir sokakta yan yana 10 tane bakkal açılırsa hepsinin tonu değişir. Bunu normal karşılıyorum. Ama bazen gece bir yere çıkınca o günlerde çatır çatır polemiğe giren birbirlerine hakaret eden köşe yazarlarını aynı masada görüyorum mesela. Bir okuyucu olarak kendimi kandırılmış hissediyorum bunları görünce.

Okuyucu artık eskisi gibi edilgen değil. İnternetin ruhu birçok şeyi değiştirdi kuşkusuz. Ne dersiniz? 

İnternet ilk ortaya çıktığında klasik bir medyadan hiçbir farkı yoktu. Vizontele filminde köye televizyon getirilince belediye başkanı cihazı “Bugüne kadar Zeki Müren’in sesini dinlediniz, şimdi kendini göreceksiniz” diye tanıtır. Bunun üzerine Halkın içinden bir sivri zekalı çıkar ve “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?” diye sorar. Bu replikten yola çıkacak olursak klasik medya bizi görmüyordu. Sonra Web 2.0 diye bir şey ortaya çıktı. Ekşi Sözlük, Facebook, Bloglar vs. gibi siteler Web 2.0 teknolojisiyle okuyucuyu da işin içine dahil etti. Okuyucu aynı zamanda içerik de üretmeye başlayınca Zeki Müren’in de karşısındakini görme mecburiyeti ortaya çıktı. Şimdi medyamızda bazı ihtiyar yazarlar okuyucuyu görmezden gelmeye devam etmek için çırpınıyorlar. Bir 10 sene içinde onların hiçbirisini göremeyeceğiz. Daha da ötesi şimdi Web 3.0 yaygınlaşmaya başladı.

Web 3.0? 

Web 3.0 dediğimiz şeyde kullanıcı hiçbir çaba harcamadan sadece kendine hitap eden veriye ulaşacak. Mesela elektronik müzikle ilgileniyorsa Zeki Müren’i hiç görmeyecek bile. Yani görmezden gelme sırası okuyucuda. Siyasetle ilgilenmiyorum diyen birine siyaset okutmak için farklı havuçlar icat etmeniz gerekecek. Eğer dişe dokunur bir şey üretmiyorsanız, okuyan insanı hesaba katmıyor kendim için yazıyorum falan diyorsanız yok olup gideceksiniz.

“Sosyalistim ve bana göre sosyalizmin özü vicdandır!” 

Birgün eleştirdiğiniz çemberin sizi de, istemeden bile olsa, içine alacağından korkuyor musunuz? 

Çemberin bir gün beni de içine alma riski var evet. Kendimi koruyabilecek kadar vicdanım olduğunu düşünüyorum ama. Sosyalistim ve bana göre sosyalizmin özü vicdandır. Reklam sektöründe kendimi bir nebze sakınabildiysem o çemberin içinde de, dışında da kendimi sakınırım diye düşünüyorum. Bu yüzden korkmuyorum.

“Türkiye’de her sektörde ne kadar cinsiyetçilik varsa, medyada da o kadar var!” 

Ece Temelkuran verdiği bir ropörtajda, “’erkek medya’ 40 yaşından sonra kadınların ne dediğini çok da merak etmiyor” demişti. Siz de aynı görüşte misiniz? 

Çok yakında yaptığımız bir sohbette bana da bu medyada erkek olduğum için daha şanslı olduğumu söyledi Ece. Önce bir itiraz ettim ama yaş mevzusundan yakalayınca hak verdim. Yüksek lisans tezimi gazetecilerin çalışma koşulları ve iş tatminleri üzerine yazmıştım; tezi yazarken pek çok gazeteciyle yüz yüze görüştüm ve anketler yaptım. Ece’nin bu söylediğini kanıtlayacak verilere ulaştım. Türkiye’de her sektörde ne kadar cinsiyetçilik varsa, medyada da o kadar var maalesef. Mesela bir kadın gazeteci haber kaynağıyla fazla samimi olursa hemen “kadınlığını kullanıyor” damgası vurulabilir. Ama bir erkek için böyle şüpheler oluşmaz. Bu cinsel bir ayrımcılık örneği olarak gösterilebilir. Ama bir taraftan da ropörtajcı gazetecilerin genellikle kadın olduğunu görüyoruz. Bu seçim de özellikle yapılıyor, çünkü ropörtaj yapılanların çoğu erkek ve erkeklerin ağzından kadınların daha iyi laf alacağı düşünülüyor. 40’ından sonra kadınların ne söylediğinin merak edilmemesinin yanında bir de böyle bir durum var. İçten içe 40’ından sonra kadınların yeterince etkileyici olamayacağı düşünülüyor olabilir. Bu da cinsel bir ayrımcılık. Sonra istikrarlı bir kadın genel yayın yönetmeni örneği gördünüz mü? Akşam’da kısa süren Nurcan Akad dönemi hariç ben hatırlamıyorum. Mesleki hiyerarşi içinde bir yerden sonra yükselmek de kolay değil demek kadınlar için. Bu sektörde daha entellektüel insanların çalışması, bu gerçeği değiştirmiyor.

Bunun önüne geçmek için ne yapmalı sizce? 

Bunun önüne geçmek için, toplumdaki değer yargıları, erkek-egemen yapı kökten değişmedikçe medyaya yönelik olarak özel bir şey yapılamaz, yapılsa da işe yaramaz derim. Çalışma hayatında ya da genel olarak toplumda kadınlara yönelik yargıların değişmesi lazım.

“Bir takım dengeleri hesaplamadan yazabiliyorum” 

Yayın organlarının beklentileri birçok yazarın kalemini etkiliyor bence. Bu çizgide konuyu ele alırsak yazdığınız yerin önemli olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Bunu artık doğal karşılıyorum. Bu onayladığım anlamına gelmez ama böyle reklam endüstrisinin döndüğü bir sektörde köşe yazarı da gazeteci de bağımsızlığını bir yere kadar koruyabiliyor ve koruyanlara saygı duyuyorum. O yüzden patron-gazeteci ilişkileri için insafsız eleştiriler yapmak istemem. Ama işi iyice business-man’liğe dökenler var ki, onları da ayırmak ve teşhir etmek gerek. Benim bulunduğum mecra ise tamamen bağımsız, sosyalist bir gazete. Bu yüzden önemli. Böyle mecraları yaşatmak ve yaygınlaştırmak gerek ama çok zor var oluyorlar. Bir takım dengeleri hesaplamadan yazabiliyorum bu da bir avantaj tabii.

Beğenerek okuduğunuz köşe yazarları kimler? 

Bu zor bir soru. Unuttuğum kişiler elbette olacaktır ama Ahmet İnsel (tam köşe yazarı diyemeyiz ama), Ali Şimşek, Alper Görmüş, Doğan Tılıç, Ece Temelkuran, İlyas Başsoy, Kanat Atkaya, Melih Pekdemir, Mithat Sancar, Nuray Mert, Onur Caymaz, Özgür Mumcu, Ümit Kıvanç, Yıldırım Türker gibi isimler ilk elden aklıma gelenler. (alfabetik sıra) Futbol yazarlarından da İbrahim Altınsay ve Feridun Düzağaç’ı bir kenara ayırırım.

Son olarak, “Ümit Alan kimdir?” sorusunun cevabını sizden alabilir miyiz? 

Sosyalist bir insan evladıdır.

 

(Turkish Journal) 

Become a patron at Patreon!