Yazı ve imge sihirbazı

ordinarythings

Çocukken çizmek en sevdiği oyunlardan biriymiş. İlkokulda karikatür çizmeye başlamış. “Türk eğitim siteminin korkunçluğu beni çizer yaptı” diyor. Ordinary Things (Sıradan Şeyler) ile dikkat çeken, California Üniversitesi Berkeley’de öğretim görevlisi olan Dr. Özge Samancı çiziyor: Hayat çizimlere, çizimler hayata karışıyor… 

“Bir sanatçının yaşamında çocukluğu önemlidir” muhabbetleri vardır ya… O bakış açısı ile, çizim ya da o yolda ilerleme ne zamana denk geliyor? gibi klasik bir soru ile başlıyorum…

“Çocukken evimizde kalem, kağıt, boya hiç eksik olmazdı. Ablamla birlikte yaramazlık yaparsak annem kalem ve kağıtları saklar resim yapmamız yasaklanırdı. Çizmek en sevdiğimiz oyunlardan biriydi. Bir de o zamanlar üniversite öğrencisi olan dayım Gırgır okurdu. O yüzden karikatürle ve mizahla okumayı sökmeden tanıştım” diye cevaplıyor.

Artık kimi yakalarsa karikatürleri okutturur sonra da, “bu niye komik?” diye sorarmış. İlkokulda bir not defteri varmış ona karikatürler çizmeye başlamış. O zamanki esprilerinin birbirinden kötü olduğunu düşünüyor: “Annemin arkadaşları not defterine bakıp gülüyorlardı. Herhalde esprilerin anlamsızlığına gülüyorlardı.”

Ortaokuldan sonra İstanbul Atatürk Fen Lisesi’ne devam etmiş iki yıl. Liseyi İzmir Karşıyaka Lisesi’nde bitirmiş. Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’nü tamamlamış.

O dönemde de çizim yapıp yapmadığını merak ediyorum… 

“Lise ve üniversitede derslerin sıkıcılığına katlanabilmek için iyice kendimi çizime verdim. Derslerde durmadan çiziyordum. Öğretmene yakalanıncaya kadar. Kısaca, Türk eğitim sisteminin korkunçluğu beni çizer yaptı” diyor.

Bilgi Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon alanında yüksek lisans eğitimi almış. Aynı üniversitenin Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde tam zamanlı ders verirken kendisini tekrar etme tuzağından kaçmak için yurtdışında doktora yapma fikrine sıcak bakmış ve Amerika macerası başlamış.
Önce Ohio Üniversitesi’nde İletişim Araştırmaları üzerine yüksek lisans sonra da Georgia Teknoloji Üniversitesi’nde Dijital Medya alanında doktora yapmış.

Fotoğraf: Arkadaş Özakın

Şu an Berkeley’de öğretim görevlisi olan Dr. Özge Samancı, Ordinary Things başlığına inat çok özel ve farklı işlere imza atıyor… İşte röportajımız…

Çalışmalarınızda kent yaşamından etkilendiğiniz görülüyor, geleneksel tarzdan uzak oluşunuzu kent yaşamına bağlayabilir miyiz?

Şehirde yaşayan birisi olduğum için ister istemez gözlemlerim kent yaşamından besleniyor. Ben sözettiğiniz gelenekselliği Türkiye’deki mizah dergisi geleneği ile bağdaştırıyorum. Türkiye’deki mizah dergilerinin yerleşmiş bir formatı ve espri anlayışı var. Ben de o süreçten geçtim, deliler gibi mizah dergisi okudum, 1998-2005 yılları arasında Leman dergisine çizdim. İnternetin bireysel yayıncılığı kolaylaştırmasıyla mizah dergileriyle yerleşen geleneksel tarzın dışına çıkmak istedim. Ordinary Things ’de hayattan sıradan detaylar çiziyorum. Ne var ki hayatta sıradan diye birşey yok. Eğer hakkını vererek bulunduğumuz an içinde olabilirsek her detay, her an son derece değerli ve önemli.

Leman’da çizmiş olmak heyecan verici olmalı…

İlk yıllar daha öğretici ve heyecan vericiydi. Daha sonra internetin yaygınlaşmasıyla çizerlerin çoğu (ben de dahil olmak üzere) evde çalışıp işleri dergiye elektronik posta ile yollamaya başladık. Dergi hep beraber yüzyüze çalışılan bir sürecin ürünü olunca daha eğlenceli.

Ordinary Things ne zamandır var?

Amerika’ya taşınınca dergi formatının dışına çıkmak istedim, Ordinary Things başladı ve beş yıldır devam ediyor. Siteye her hafta dört-beş çizim ekliyorum. Sitenin arşivinde binden fazla çizim var. Nereye kadar gidecek bilmiyorum.

Her yerde çizebildiğinizi düşünüyorum; ama yine de çalışma metodunuzu öğrenmek isterim.

Doğru, her yerde çiziyorum. Örneğin, arkadaşlarımla kahve içerken, toplantılarda, otobüste… Veya ilgimi çeken seyleri kısaca not alıyorum. Çizgi ile ilgili işlerde temel üretim evdeki stüdyomda oluyor. Eğer iş üç boyutlu ise fotoğrafını çekiyorum. İki boyutlu ise scan ediyorum. Bazen djital ortamda eklemeler yapıyorum. Etkileşimli işlerde ise önce fikri ve hikayeyi buluyorum. Hemen ardından fikrine değer verdiğim arkadaşlarıma anlatıyor, onların görüşlerini alıyorum. Sonra storyboard yapıyorum. Bazı fikirler ortak çalışma gerektiriyor. Storyboard beraber çalışacağım kişiyle iletişim kurmamı kolaylaştırıyor. Gerisi deneme ve yanılma methodu ile ilerliyor.

Hiç çalışmadığınız bir ortam ve malzemeyi denediğiniz oluyor mu? 

Olmaz mı? Örneğin California Üniversitesi Botanik Bahçesi için Planting Comics diye bir proje yaptım. Çizimleri seramik fayansların üzerine aktardım. Fayansları botanik bahçesine yerleştirmek için metal ayaklar yaptık.

Fotoğraf: Galen Travis

Her fayansın üzerindeki çizim, bulunduğu yerdeki görüntü ya da bitki ile ilgili.

Fotoğraf: Galen Travis

Bazen çalışılan ortam methodu belirliyor. Bu projede seramik ve metalle çalıştığım için evdeki kontrollü, huzurlu çalışma ortamının dışına çıktım. Çok da iyi bir deneyim oldu.

Peki, kavramları biçimlere dönüştürürken, görselleştirirken yaşanılan en zor şey nedir? 

En basit şekilde algılanabilecek yolu bulmak. Çünkü okuyucu ya da izleyici işi anlamak için çaba harcadıkça beklentisi de artıyor. Her kavram için bu problem tekrarlanıyor ve her kavram için değişik bir çözüm bulmak gerekiyor.

Çizimlerinizde gördüğüm temel bir karakter var, onun bir adı var mı?

Bazen kendimi çiziyorum. Herhalde gördüğünüz temel karakter benim. Yakın arkadaşlarım, çevremdeki insanlar da sıklıkla çizimlerde beliriyor. Belirmeyenler de sitem etmeye başlıyor.

İlk çizmeye başladığınızdan bugüne içerik ve biçim değişmiştir şüphesiz…

Kimi dönemler dış dünyaya, etrafımda olan bitene yönelik çiziyorum. Bazı dönemler daha içgörüye, kendini anlamaya, değiştirmeye, değişmenin zorluğuna dair çizimler ağırlık kazanıyor. İçerik değiştiği gibi biçim de değişiyor. Örneğin, başlangıçta siyah beyaz çiziyordum. Sonra suluboya kullanmaya başladım. Süreç içinde kolaj ile çizgiyi birleştirdim. Hayatımın içinden bir takım objeleri kağıda yapıştırıp bu nesnelerin etrafına çizmeye başladım. Yüzücü gözlükleri, mısır patlakları, kahve lekeleri, kulak tıpaları, eski gazeteler, pullar, çizilmiş DVDler, deniz kabukları, kürdanlar, sinema, müze, maç biletleri, paket kağıtları çizimlerle birleşti, kaynaştı. Bu yüzden Ordinary Things’deki işlerin bazıları üç boyutlu. Hem biçimdeki hem içerikteki değişimi gözlemlemek benim için de çok eğlenceli ve heyecan verici. Bir nevi kendini tanıma fırsatı…

Bazen yazdıklarınızın, çizimin önüne geçtiğini düşündüğünüz oluyor mu?

Bazen oluyor. Örneğin “insomnia” adlı çizim internette bir hayli yayıldı.

O çizimin neredeyse tamamı yazı. Yazı ve imgeler her ikisi de çizerin anlam yaratma araçları. Önemli olan yazıyla söyleneni çizimle tekrarlamamak. Ya da çizimde görüneni bir de yazıyla açıklamamak. Sonuçta tekrar etmek okuyucuyu aptal yerine koymak demek.

Ben, “Walk”u çok beğendim, sizin favoriniz hangisi?

Arşivlerde binden fazla iş olduğu için benim gönlümü çelen çok iş var. Son dönemde en sevdiğim mısır patlakları ile ilgili olan.

Çizgi Roman formatında da çalışmalarınız olacak mı?

Evet, şu an “Dare to Disappoint” adında otobiyografik bir çizgi roman çiziyorum. Paradigm Literary Agency temsil ediyor. Kitap Türkiye’de okul, dershane, sınav üçgeninde yetişip kendi içinden gelen sesi dinlemenin zorluğunu anlatıyor. Önce gerçek bir mesleğin olsun o sevdiğin şeyi hobi olarak yaparsın sesleri arasında kendini keşfetme mücadelesi…

Etkilendiğinizi düşündüğünüz isimler var mı?

Lynda Barry ve Sempé nin yazdığı, çizdiği herşeyi okurum. Her ikisinin de dünyaya bakışımda ve ne çizdiğim konusunda önemli etkisi var. Lynda Barry ile bu ağustos ayında tanıştım. Başım gerçekten de göğe erdi.

Akademisyenlik?

Beni mutlu eden bir dünya. Sadece meraktan, öğrenme adına ilginizi çeken soruları deşip tartışabildiğimiz bir yer. Sanatsal üretim de bunun önemli bir parçası. İlgi alanım dijital medya ve etkileşimli sanat. Şu an Berkeley’de GPS Comics adında bir proje yapıyorum Anuj Tewari ile birlikte.

Bu projeyi merak ettim doğrusu…

Bu navigasyon cihazıyla deneyimlenebilen etkileşimli bir çizgi hikaye. Örneğin, çizgi hikayenin bir karesini görmek için belli bir yere yürümeniz gerekiyor. Çizim ancak oraya ulaşırsanız navigasyon cihazınızda beliriyor. Bu çizim de ulaştığınız yerin fizisel özelliklerine gönderme yapan bir çizim. Örneğin, klor kokan bir yüzme havuzunun yanındaysanız gördüğünüz çizim o klor kokusuyla ilgili. Şu ana kadar kimse navigasyon cihazını çizgi hikaye anlatmak için kullanmamış. O anlamda ilk olması heyecan verici. Geçen yıl yine Berkeley’de çizgi ve grafik romanlarla ilgili bir stüdyo dersi verdim. Öğrenciler muhteşem isler yaptılar. Aralık ayının başında öğrencilerin çizimlerini Worth Ryder Gallery’de sergileyeceğiz.

Anlaşılan sizin için sanatsal üretim akademisyenliğe göbekten bağlı…

Aynen öyle.

“Animasyonun Önlemez Yükselişi” adlı kitabınıza da değinmek isterim… 

Kitabım animasyon ve canlı çekimi (live action) bir arada kullanan filmleri gözden geçiriyor. Who Framed Roger Rabbit bunun bir örneği. Film kamerasının icadından dijital sinemanın başlangıcına kadar olan sürede yapılmış 114 kadar filmi ele alıyor. Animasyon flash sketch (çabuk çizim) adlı bir vodvil geleneğinden doğuyor. Çizer seyircilerin karşısına koyulan bir karatahtaya çabuk çizimler yapıyor ve bu çizimlerin beklenmedik dönüşümü seyirciyi eğlendiriyor. Kamera icad olunca bu sahne performanslarını filme çekiyorlar. Dolayısıyla ilk animasyon filmleri animatörü ya da animatörün elini içeriyor. Daha en başından animasyon ve canlı çekim bir arada beliriyor. Günümüzde ise Inception gibi özel efekt içeren filmler de canlı çekim ve animasyonu bir arada içeriyor. Son dönem Hollywood sinemasında rüya gerçekliğine dayalı hikaye anlatımı ya da insan zihninin içinde gelişen olaylar zinciri çok sıklıkla görülüyor. Bu da özel efektleri kullanmak için bitmek tükenmez fırsatlar doğuruyor. Örneğin Matrix Triology (Matrix Üçlemesi). Matrix canlı çekim gibi görünen ama aslında animasyon mantığına daha yakın bir film. Karakterler sınırsız şekilde eğilip bükülebiliyor, çeşit çeşit şiddete maruz kalıyor ama ölmüyorlar. Tıpkı animasyon filmlerinde olduğu gibi. Dolayısıyla sinemanın doğuşundan günümüze kadar animasyon-canlı çekim birlikteliği son derece gündemde olan bir konu.

Konu animasyondan açılmışken “Animasyonun hayali dünyası ile canlı çekim sinemanın gerçek dünyası arasında nasıl bir gidiş-geliş var?” diye sorayım. 

En önemli fark fotoğraf ile resim arasındaki farka dayanıyor. Fotoğrafta ya da canlı çekim filmde kamera önünde bir obje olması şart. Yani canlı çekim film yapmak için kameranın karşısına bir oyuncu koymak zorundayız. Gelgelelim resim ya da animasyonda kafamızdaki imgeyi doğrudan kağıda ya da ekrana aktarabiliyoruz. Canlı aktörlere ya da nesnelere ihtiyacımız yok. Bu da çizere veya animatöre fizik kurallarının, günlük hayatın dışında bir gerçekliği görselleştirebilmesi için inanılmaz bir güç veriyor. Böylece animasyonun daha çok hayal, rüya, fantastik olanı anlattığı, canlı çekim filmin ise bildiğimiz günlük hayatın gerçekliğine daha yakın olduğu fikiri pekişiyor. Son dönemde yapılan bol özel efektli filmlere bakarsak çoğu canlı çekim gibi görünüyor. Ne var ki hikaye anlatma biçimleri animasyon mantığına daha yakın.

Birçok kısa filme de imza attığınızı biliyorum. Yakın zamanda sizi yine kamera arkasında görebilecek miyiz? 

Ordinary Things ile ilgili bir stop-motion animasyon yapmak istiyorum. Bir çizimin oluşum sürecini gösteren. Aklıma heyecan verici bir kısa film fikri gelirse çekebilirim. Son dönemde etkileşimli işlere yönelmiş durumdayım.

Son sorum da “Hayal projeniz nedir?” olsun…

Bu soruyu yanıtlaması çok zor. İş güç konusunda bulunduğum anda yaşıyorum ve iki yıldan ötesini düşünmek çok zor geliyor. Gelecekte ne yapacağımı şu an yaptığım işler şekillendiriyor. Bu sıralar beni heyecanlandıran projeler şöyle: Üzerinde çalıştığım otobiyografik çizgi roman ve insanları istemeden rahatsız etme hissi üzerine yapacağım bir elektronik yerleştirme projesi.

Daha detaylı bilgi için: ozgesamanci.com

(Turkish Journal) 

Become a patron at Patreon!