New York’taki Research Institute on Turkey’nin kurucu direktörü Eylem Delikanlı ile George Floyd protestoları üzerine: “ABD’de ırksal adaletsizlik Trump’la başlamadı ve onun gidişiyle de sona ermeyecek”
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Minnesota eyaletine bağlı şehri Minneapolis‘teki beyaz bir polis memurunun, Afro-Amerikalı George Floyd‘u gözaltına alırken öldürmesinin ardından başlayan protestolar ülke genelinde sürüyor. Sadece Los Angeles’ta 2 bin kişi olmak üzere binlerce kişi tutuklandı. Birçok şehirde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 23 eyalette Ulusal Muhafızlar devreye sokuldu. Protestolar dünya çapında yayılıyor.
1 Haziran Pazartesi günü açıklanan iki ayrı otopsi sonucu Floyd’un ölümünün bir cinayetolduğu doğrulandı. Memur Derrick Chauvin cuma günü üçüncü derece cinayet ve ikinci derece adam öldürmeyle suçlandı. Olay yerindeki diğer üç memur işlerinden kovulmuş olsalar da şu an itibariyle haklarında soruşturma başlatılmış değil. Bu arada NBC News, Minneapolis polis kayıtlarına göre, polis memurlarının son beş yılda 230 defa boyna bastırma yöntemi kullandığını ve en az 44 kişiyi bilinçsiz hale getirdiğini bildirdi.
New York’ta yaşayan, Research Institute on Turkey’nin kurucu direktörü, sözlü tarihçi Eylem Delikanlı ile protestolar sonrası görüştük. Sorularım ve yanıtları şöyle:
ABD’de yaşanan ayaklanmaları Gezi’ye benzeten çok oldu, farklılıkları hakkında ne dersiniz?
Bir ayaklanma olarak ve medyaya yansıyan görüntülerine bakarak benzetenler olmuş olabilir ama hem süreç hem çıkış noktaları açısından kıyaslamak yerine ABD’de olanlara biraz daha derinden bakabiliriz. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde George Floyd’un öldürülmesinin ardından başlayan protestoların en temel nedeni siyahların yüz yıllardır yürüttükleri eşitlik mücadelelerinin artık gün ortasında, kentlerin göbeğinde hatta kendi evlerinin içinde polisler tarafından öldürülüyor olmaları sonucuna varmasıdır. 1960’ların sonlarında güçlenen Sivil Haklar Hareketi’yle ve ayrımcılığın yasal olarak 1964’te sona erdirilmesiyle eşit yurttaşlar olarak filizlenen bir yaşam tahayyüllerinin 66 sene sonra bile gerçekleşmemiş olmasındadır. Emmett Till’in, Martin Luther King’in, Malcolm X’in, Siyah Panterler‘in, linçlerin ve segregasyonun toplumsal hafızada hala güçlü olduğu bir dönemden, son yıllarda içlerinde Tamir Rice (12), Eric Garner (43), Trayvon Martin (17) Rumain Brisbon (34), Akai Gurley (28), Kajame Powell (25), Dante Parker (36), Michael Brown (18), Yvette Smith (47), Andy Lopez (13), yakın zamanlarda ise Breonna Taylor (26) ve George Flyod’un (46) olduğu ve polisin/güvenlik güçlerinin katlettiği 100 insandan bahsediyoruz. Özellikle koronavirüs salgınıyla birlikte iyice gün yüzüne çıkan sosyal ve ekonomik eşitsizlikler gösterdi ki siyahlar salgından açık ara en çok etkilenen grup. Bunun yanında bir beyazla karşılaştırıldıklarında hala daha az kazanıyor, daha çok hastalanıyor, daha fazla ceza alıyor, hapsediliyor ve daha fazla sosyal güvencesizlik içinde yaşıyorlar. Şu anda ise ABD, tarihinin en büyük ekonomik krizinden geçiyor ve 40 milyona yakın işsiz insandan bahsediliyor. Bunları bir araya getirdiğimizde bu protestoların yalnızca kurumsal ırkçılığa karşı değil, ırkçılıkla beraber sistemin tüm eşitsizliklerine karşı duruşlainsanları “Black Lives Matter” sloganı etrafında mobilize ettiğini görebiliriz.
Polis kuvvetlerinin yıllar içinde askerileşmesi, çok fazla yetkilerinin olması sonucu mu bu yaşananlar?
Amerikan militarizmini ve kapitalizmi konuşmadan bu protestoları konuşmanın eksik kalacağını düşünüyorum. Özellikle Soğuk Savaş döneminden bu yana ordunun aldığı biçim ve eski ABD Başkanı Dwight Eisenhower’ın adlandırdığı şekliyle “military industrial complex” yani savunma sanayii ve ordunun militer teknolojiye endeksli büyümesi ve “dışarıdaki düşman” odağının eşzamanlı olarak “içerideki düşmana” da yönelmesinin sonuçları olarak da okuyabiliriz. Bu iç düşmanlar kimdir? Siyahlar, azınlıklar, LGBTİ gruplar, o anki politik atmosfer içinde ötekileştirilmiş hangi gruplar varsa onlar, mesela şu anda antifaşist direniş demek olan Antifa. Yani olmayan bir grup yaratarak antifaşist direniş gösteren herkese terörist diyen ve hedef gösteren başkanla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla 721 milyar dolar savunma bütçesiyle, savunma ile alakalı yan kollarla birlikte yaklaşık 1 trilyon dolarlık bir bütçe ile palazlanan bu pazarın ve bu pazarın varlık sebebi asker ve polisin, toplumun baskı rejimi altında kontrolüne yönelik faaliyetleri tabii ki bu protestolar ile başlamadı. 1992 Los Angeles’i, Seattle’i, Occupy Wall Street’i, Ferguson’u hatırlayalım. Polisin militarizasyonu, diğer bir değişle, polisin savaş koşullarının kural ve teçhizatıyla donatılmasının en kristalize olmuş uygulamalarını bu protestolarda görebiliriz. Yani polis gücünün her daim hesap vermez bir işgal kuvveti olarak boy gösterebilmesinin ardında hem ordunun donanım ve imkanlarına mikro ölçekte sahip olmasına hem de cezasızlığın hüküm sürdüğü bir sistemle korunacaklarına dair güven var. Bu, yerel yönetimlerin Demokratlar’ın kontrolünde oldukları bölgelerde de değişmiyor. Unutmayalım ki “Stop & Frisk” “Stand Your Ground” gibi uygulamalar da ırksal ayrımcılığı polis gücünde sıradan bir uygulama haline sokmuştu.
Bütün bunların yanında yerel yönetimlere bağlı çalışan polis gücüne ayrılan payın üzerinde de durmamız gerekiyor. Protestolarda sık sık görülen “Defund police, fund education” (Polisi değil eğitimi finanse et), tam da bunu anlatıyor. Özellikle yoksulların ancak yerel yönetimlerin kaynaklarından ayrılan payla eğitime, sağlığa ve temel ihtiyaçlara ulaşabildikleri bir sistemde bu kaynakları eriten polis gücüne ve bu gücün şiddet ve katliam olarak kendilerine yönelmesine öfkeli siyahlar ve diğer kent yoksulları bugünkü protestoların dinamosu. Politik sistemin de sosyal ve ekonomik adaletsizlikler üzerinden mobilize olmuş bu tabana yanıt verememesi ve özellikle Demokrat Parti’nin önseçim deneyimiyle tam bir yarılma yaşaması bu sürecin daha da kristalize olmasını sağladı. Yani eğitime, sağlığa, temel yaşam haklarına topyekün bir neo-faşist ve neoliberal saldırıyı durduracak politik bir öznenin de olmaması tabanın öfkesine öfke katıyor.
ABD’de polise direnmek ciddi bir iş, hele hele şiddet göstermek. Protestocuların ruh halini nasıl okuyorsunuz?
Burada on yılların birikmiş öfkesinden bahsediyoruz aslında. Biraz önce bahsettiğimiz sivil haklar mücadelesinin güç kazandığı 1960’ların sonlarından bu yana ancak belli reformlarla ilerleyen ama son kertede ırkçılığın yapısallaşmasına ve kurumsallaşmasına, yalnızca siyahlara değil azınlık veya yabancı görülen, ötekileştirilen tüm kesimlerin birikmiş tepkisi var. Sınıfsal farkların artık kapatılamayacak şekilde açıldığı ve toplumun neredeyse bütün kesimlerini kesen neoliberal yağmacılığa karşı zamanlı bir başkaldırı. Siyahların eşit yurttaşlar olarak kaynaklardan hakça yararlanamadıkları ve linç edildikleri, faillerinin ise ceza almadıkları bir ülkede sanıyorum ki “Hakkınızı sandıkta arayın” savıyla sakinleştirilemeyecek bir harekete tanıklık ediyoruz. Elinde hakkını arayabileceği hiçbir mekanizma ve olası tüm mekanizmalara ise güveni kalmamış büyük ve güçlü bir hareketten bahsediyoruz. Yine de tüm bunlara rağmen barışçıl yollarla derdini anlatmaya çalışan bir hareket olarak görüyorum.
Sizce çıkan olayların seçime etkisi nasıl olur?
ABD, birçoklarının hemfikir olduğu gibi benzersiz zamanlardan geçiyor. Irksal adaletsizlik Trump’la başlamadı ve ne yazık ki onun gidişiyle de sona ermeyecek. Salgın sebebiyle 100 bin insanın hayatını kaybettiği bir ülkede sürekli ateşe körükle giden bir liderle seçime doğru gidiyoruz. Henüz kasım ayında seçim gerçekleşecek mi gerçekleşmeyecek mi ondan bile emin değiliz. Fakat şurası açık ki Trump kendi seçim retoriğini bu salgın ve başkaldırılardan muzaffer çıkan bir komutan edasıyla başarıya ulaştırmayı hedefliyor. Bir diğer deyişle anarşiyi sonlandıran, korkunç bir salgını kendince az bir ekonomik hasarla bitiren başarılı bir lider olarak. Kendini taçlandırmayı umduğu bu başarı hikayesi, konsolide etmeye çabaladığı neo-faşist tabanda nasıl bir etki yapacak çok net bilmiyoruz ama konuştuğu kitlenin tam otomatik silahlarla eyalet binalarını daha birkaç hafta önce bastıklarını, “koronavirüs yok” diye sokaklara döküldüklerini unutmayalım. Trump’ın belki de en büyük avantajı güçlü bir şekilde organize olan Black Lives Matter, Women’s March ve Marching For Our Lives gibi taban hareketlerinin güçlerini kanalize edebilecekleri politik kanalları bulamamış olmaları. Özellikle Demokrat Parti’nin önseçimlerinden Joe Biden’inin çıkması ile Bernie Sanders’in politik bir platform oluşturması ihtimali de kalmadı. Bu ihtimalin de ortadan kalkması ve bir liderlik etrafında Trump’a karşı bir güç oluşturulamaması Trump için bu avantajlı durumu yaratan etkenlerin başında geliyor. Kaldı ki Sanders kampanyasının siyahların oyunu alamamış ve güvenini fark yaratacak kadar kazanamamış olmasını da hiç unutmamak gerekiyor. Fakat Trump’ın özellikle dünkü açıklamasından sonra yerel hükümetlerle tansiyonun yükseleceği aşikar ve bu sebeple yeniden kızışan bir sürece giriyor olabiliriz. Yani valileri ve belediye başkanlarını yeterince sert tepkiler vermedikleri durumda orduyu devreye sokmakla tehdit etmek süreci nereye götürecek hep beraber göreceğiz.
Protestoların kalıcı sonuçları olur mu?
Salgın ve protestolar sistemin işleyişine dair birer turnusol oldular. Eğitimden sağlığa çevreden sosyal adalete sistemin işlemezliğinin reddinin artık mümkün olamayacağını ve bu sorunların üstünün kapatılamayacağını gösterdi. Irksal ayrımcılığın kapitalizme içkin bir yapısal sorun olduğu ve başkanların ya da yönetimlerin değişmesiyle ortadan kaldırılamayacağını fark etmenin de dışa vurumu bu protestolar. Unutmayalım ki Black Lives Matter tam da 2013 yılında Trayvon Martin’in öldürüldüğü Obama döneminde oluştu ve güç kazandı. Bundandır ki yalnızca siyahları değil ezilen, ötekileştirilen ve toplumda marjinlere itilenleri bir araya getiren de bir eylemlilik bu. Dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olarak ABD kendi sağlık çalışanlarına salgınla başederken kullanabilecekleri gerekli korunma malzemelerini bulamazken son teknoloji ile üretilmiş teçhizatlarla donatılmış polisi kendi vatandaşının üzerine sürüyor. Sistem artık reformlarla da ayakta kalabilecek, bir reformist başkanı daha kaldırabilecek durumda bile değil. Buradaki kritik nokta sanırım bu bilinçle ilerleyen ve Soğuk Savaş döneminden kalma söylemlerle de büyümemiş bir nesilin geliyor olması. Bir değişiklik olacaksa bu ancak Black Lives Matter, Me Too/Women’s March ve Marching For Our Lives gibi taban hareketlerinin ve gençlerin politik özne olması veya bu gücü akıtabilecekleri politik kanalı bulmalarıyla mümkün olabilecek.
Eylem Delikanlı kimdir?
Research Institute on Turkey’nin kurucu direktörü, sözlü tarihçi. City University of New York’tan sosyoloji, Columbia Üniversitesi’nden de sözlü tarih yüksek lisans dereceleri bulunmaktadır. Columbia Üniversitesi İnsan Hakları Çalışmaları Enstitüsü’nde ve Bosch Stiftung bünyesindeki Truth, Justice and Remembrance programlarında misafir araştırmacı olarak çalışmalarına devam etti. 12 Eylül darbesi ile ilgili sözlü tarih çalışmaları olan “Keşke Bir Öpüp Koklasaydım” ve “Hiçbir Şey Aynı Olmayacak” adlı kitapların Özlem Delikanlı ile yazarlarından biridir. Yaptığı çalışmaları tarihsel adalet için sözlü tarih olarak tanımlayan Eylem Delikanlı, araştırmalarında post-bellek, kolektif bellek, soykırım, travma ve sessizlik üzerine yoğunlaşmaktadır. Bellek çalışmaları, sözlü tarih ve tarihsel adalet üzerine yoğunlaştığı “Karşı Bellek” adlı podcast serisini yapmaktadır.