New York’ta yaşayan medikal strateji direktörü Dr. Bikem Akten Yalın: “Salgın yavaşlasa da kendimizi plajlara atmak veya bayramda sevdiklerimize sarılabilmek için henüz çok erken”
Koronavirüs salgınında yepyeni bir bilinmeyenle karşı karşıyayız ve uzmanların bile sonuçlarını kestiremediği bu ilk dalgadan sonra eski hayatımıza dönmeden önce atlatmamız gereken, belki ilkinden de tehlikeli, ikinci bir dalga beklentisi var. Peki buna hazır mıyız?
New York’ta medikal strateji direktörü olarak çalışan Bikem Akten Yalın, bilimsel veriler göz önünde tutularak düşünülmesi gereken yüzlerce ayrıntı olduğunu, bu ayrıntıların iyi planlanıp uygulanması ve tabii ki en önemlisi bizlerin bu kuralları ihlal etmemesi gerektiğini söylüyor.
Çoğumuzun aklındaki soruları şöyle sıralıyor: “Ekonomi normale dönmeye başladığında, insanlar işlerine, okullarına, sosyal alanlara dağılmaya başladıklarında, alınan kişisel önlemler salgını aynı şekilde engelleyebilecek mi? Örneğin, AVM tuvaletleri kullanılırken hijyen ve mesafe kurallarına uyulacak mı? Lokanta ve kafeler açıldıklarında oturma mesafesi kuralını uygulayabilecekler mi? Havalandırmaları sağlıklı olacak mı? Müzeler, konser ve tiyatro salonları kapasitelerinin ne kadarını açmalı? İbadet yerleri açıldığında ne gibi kurallar uygulanacak? Okullarda yeni düzen nasıl olacak? Toplu ulaşımda insan sayısı neye göre belirlenecek, ısıtma, soğutma ve havalandırma sorunları nasıl aşılacak? Güzellik ve spor salonları hangi önlemleri almalı?”
“İkinci dalga, ekonomi yavaş yavaş normale dönmeye çalışırken, insanların tedbiri elden bırakıp virüsün tekrar yayılması ve buna bağlı olarak vaka ve ölüm oranında yeni bir artış görmemiz demek. Bu tip artçı dalgaların tarihte daha önceki salgınlarda da yaşandığını biliyoruz; dahası, bazı salgınların ikinci dalgası çok daha büyük ve ölümcül bir tablo çizmiştir. Mesela, 1918’de dünya çapında 50 milyon insanı öldüren İspanyol gribinin ABD’deki ilk dalgası ilkbahar aylarında yaşanmış ve nispeten hafif bir şekilde atlatılmıştı. Fakat ikinci dalga, hem salgının politik sebeplerle hafife alınmasından hem de daha soğuk aylara denk gelmesinden dolayı çok daha ağır yaşanmış ve ABD’deki en fazla ölümler asıl bu ikinci dalgada olmuştu. Keza 2009’da domuz gribinde de yine ilk dalga ilkbahar aylarında yaşanmış, sonbaharda virüsün farklı bir formunun ikinci bir dalga ile yayılması üzerine daha ölümcül olan ikinci dalga yaşanmıştı. Koronavirüs salgını için de ikinci bir dalga kesin gibi.” diyor.
Bikem Akten Yalın ile Medyascope için görüştük. Sorularım ve yanıtları şöyle:
Sosyalleşmeler başladı, çok kişi maskesiz… Ne değişti de bu kadar rahatladı insanlar?
İnsanlar sıkıldı. Her ne kadar virüsün daha ölümcül bir formu henüz tespit edilmediyse de insanlar sosyal kısıtlamalardan yorulup bazı kuralları bilinçli-bilinçsiz görmezden gelmeye başladı. Bu durum önümüzdeki kış aylarında sık görülen grip ve benzeri hastalıklarla da birleşirse hastanelerin kapasitesinin şu ankinden çok daha çabuk dolacağı ve yetersiz kalacağı öngörülebilir. O yüzden asıl sıkıntı ikinci dalgayı yaşayıp-yaşamayacağımız değil, buna hazırlıklı olup-olmadığımız.
Türkiye ve dünyanın salgın ile mücadelesini nasıl yorumluyorsunuz?
Salgının ülkemizde başladığı ilk aylarda, alınan bütün önlemlere rağmen dünya çapındaki vaka sayısında maalesef ilk 10’a girdik. 23 Mayıs itibariyle de hala dokuzuncu sıradayız. Ülke çapında alınan sıkı önlemler ve Sağlık Bakanlığı tarafından hızlıca hazırlanıp hastanelere gönderilen koronavirüs tedavi protokolleri sayesinde, hastaların iyileşme sürecini ve ölüm sayısını düşük tutma konusunda oldukça başarılı olduk. Koronavirüsten vefat edenlerin sayısına, iddia edilen fazla ölümleri eklesek bile alınan önlemlerin salgın grafiğini kırmakta etkili olduğunu görüyoruz. Sadece bu iyi tablo bile rahatlamamızı, dolayısıyla yeni sosyal kuralları unutup bir an önce eski yaşamımıza dönme isteğimizi perçinleyebilir. Kendi öğrendiklerimize ve salgının şu ana dek iyi yönetildiği birkaç ülkeye bakarak bundan sonraki süreçte başka ne gibi önlemler almamız gerektiğini az-çok anlayabiliriz. Şu aşamada, hemen hemen tüm dünya virüsün yayılmaması için gereken önlemleri almayı öğrendi. “Evde kal, maske tak, sosyal mesafeni koru, ellerini yıka” artık her gün tekrar eden bir yaşam biçimi haline geldi. Ama sokaktaki insan sayısı azken ve birçok işletme kapalıyken kişisel önlemlerin salgının belini bükmesi tabii ki daha kolay. Mesela; Çin, Singapur, Güney Kore, Almanya gibi ülkeler ekonomilerini tekrar canlandırabilmek için bazı şartları sağladılar. Bunlardan en önemlileri yeterince test yapabilme kapasitesi, filyasyon (temas) takibi yapabilecek yeterli sayıda sağlık çalışanın eğitilmesi ve takip teknolojisinin alt yapısının hazır olması. Ne yazık ki test sayısı küresel bir sorun. Ama örneğin Japonya, test sayısını çok da fazla arttırmadan salgını kontrol altına alabildi. Bu başarıları kültürel farklardan tutun da sağlık siteminin alt yapısına dek kırka yakın değişik görüşle açıklanabilir belki ama Japon uzmanlar, sırf emin olma amaçlı yapılan testlerden kaçınılması gerektiğini, testlerin herkese yapılması durumunda, tıbbi kaynakların çabuk tükeneceğini dolayısıyla da acil bakıma muhtaç hastaların tespitinin ve tedavisinin aksayacağını söylediler. O yüzden önemli olsa da “Test sayısını arttırmamız lazım!” derken dikkatli olmak gerekiyor. İnsanların ilk veya benzer belirtilerde hastaneye koşup hem sağlık görevlilerini oyalamasına hem de yol boyunca temas ettiği insanları ve sağlık çalışanlarını gereksiz tehlikeye atmasına sebep olabilir. Kaynakları bol bir ülke olan ABD, AVM otoparklarında arabanızdan çıkmadan test olabileceğiniz merkezler kurabilir. Almanya, okulların bahçelerine öğrenciler için dört günde bir test olabilecekleri çadırlar kurabilir. Ama Türkiye gibi tıbbi kaynakların sınırlı olduğu ülkeler, test konusunda Japonya gibi davranmak durumundalar. Bu da hasta olarak tespit edilen kişileri evde veya gerekiyorsa hastanede karantinaya almak, temas ettikleri kişileri de tespit edip 14 gün boyunca takibe almaktan geçiyor. Bu son kısım için de hızlıca sahaya çıkıp hastaya temasta bulunmuş şüpheli kişileri erkenden tespit edebilecek sağlık görevlileri gerekiyor. ABD’de koronavirüs salgınında filyasyon takibi için gereken sağlık personeli sayısı her 100 bin kişi için 30 kişi olarak belirlendi. Bu hesaba göre, Türkiye’nin 82 milyonluk nüfusunu göz önüne alırsak, sadece filyasyon takibi için yaklaşık 25 bin sağlık görevlisine ihtiyacımız var.
Dünyada ilk dalga sırasında ne kadar farklı uygulamalar izlendiyse, ikinci dalga beklentisinde de o kadar farklı yaklaşımlar var değil mi?
Öyle görünüyor. Salgının merkezinde duran ve hala birçok eyaletinde vakaların yükseldiği bir grafik çizen ABD’de bile, 50 eyalette neredeyse 50 farklı politika uygulanıyor. Geçtiğimiz haftalarda salgını çok iyi kontrol eden Güney Kore, kısıtlamaları gevşettikten hemen sonra ikinci bir dalga korkusuyla karşılaştı. Sadece yaklaşık 27 vaka tek bir gece kulübüyle ilişkilendirildi ve bu gece kulübüne giden hasta bir vatandaşın temas etmiş olabileceği 7 bin 200 kişi takip altına alındı. Bunun üzerine, kısıtlamaların gevşetilmesinin daha dördüncü gününde Güney Kore gece kulüplerini tekrar kapatmak zorunda kaldı. ABD’de eyaletlerin bazılarında barlar ve lokantalar belli sayıda müşterilerini içeri almaya başladı ama eskisinden farklı olarak çalışanlar maske giymek zorunda, masaların arasında en az iki metre var, gelen kişilerin önceden rezervasyon yapması ve daha sonra temas takibi için telefon ve adres bırakması gerekiyor. Bazı eyaletlerde ise içeride değil, sadece dışarıda bahçede yemek yenebiliyor. New York vaka sayısının ve ölümlerin en yüksek olduğu eyalet olarak henüz hala temkinli, lokantalar sadece evlere servis yapıyor veya müşteriler lokantanın kapısından siparişlerini alıyor.
Önümüzdeki yaz aylarında, güneşin ultraviyole ışınlarının virüsün yayılımını azaltacağı ile ilgili söylemler var…
Fakat bilimsel tahminler, sıcak havanın yayılım oranını sadece yüzde 20 oranında azaltacağı yönünde. Salgın yavaşlasa da kendimizi plajlara atmak veya önümüzdeki bayramda sevdiklerimize sarılabilmek için henüz çok erken. Almanya, R0dediğimiz yani “bir kişinin virüsü bulaştıracağı kişi sayısı”nı aldığı sıkı önlemlerle 1’in altına indirmişti. Geçen haftalardaki gevşetmelerin hemen ardından ise bu sayı 1’in üzerine çıktı. Yani enfekte olmuş bir kişi virüsü birden fazla kişiye geçirebilir, bu da vaka sayısında üstel artışa etkili bir şekilde katkıda bulunabilir. Yunanistan pek test yapmadıysa da hem vaka oranını hem de yaşlı nüfusuna rağmen ölüm oranını oldukça düşük tuttu. Gelirlerinin büyük bir kısmını turizmden kazandıkları için, temmuz ayı itibarıyla ülkeyi turistlere açacaklarını ilan ettiler. Ama unutmamak gerekir ki, İtalya’da bu virüs turistlerden ve ülkelerine geri dönen vatandaşlardan yayıldı. Mayıs ayında salgında pik yaşayan Rusya’dan geri dönen Çin vatandaşları sonucunda, hastalık o kadar önlem alan Çin’de bile tekrar hortladı. Dolayısıyla kısıtlamaların hafiflemesi, özellikle de uluslararası seyahatlerin belli önlemler alınmadan tekrar başlaması ikinci dalga için tetikleyici nedenler olabilir. Uluslararası seyahatlerde belki de en iyi önlemi alan, Çin’in dibinde olmasına rağmen sadece 450’ye yakın vaka ve 10’un altında ölümle salgını kontrol altında tutan Tayvan: Ülkeye uçakla gelen herkesin sıhhati kontrol edilip, ellerine takip edilebilmelerini sağlayan devlete ait bir telefon verildi ve her gün bu telefonla konum ve sağlık bilgileri takip edildi.
İlk dalgayı atlatmakta olan ülkelerin birçoğu artık oldukça deneyimli: Test sayıları çoğaldı, maske ve kişisel korunma ekipmanları yeterli sayıda temin edildi, yoğun bakım yataklarının sayısı arttı, tedavi için gerekli solunum cihazları ve deneysel tedavi ilaçları stoklandı. Koronavirüs dışındaki hastaların tedavi edilip salgından korunabildiği geçici (sahra) hastaneler ve aynı amaç için kullanılan oteller yürürlüğe girdi. Bilim dünyası bir araya gelip virüsü anlamamızı sağlayan binlerce araştırma makalesi yayınladı, ilaç şirketleri kaynaklarını ilaç, aşı ve ekipman üretmeye adadı. Şu anda dünya çapında sırf koronavirüs tedavileri için yaklaşık 1.500 klinik araştırma var ve 90’a yakın aşı da deneme aşamasında. Ama en önemlisi, doktorlar ve sağlık görevlileri artık hangi hastayı nasıl tedavi edecekleri konusunda biraz daha bilgili ve deneyimli. Ülkemizde de deneysel olarak kullanılan tedavi ilaçlarından remdesivir, klinik araştırmalarda belli hastalarda olumlu sonuçlar verdi; klorokin/hidroksiklorokin gibi diğer şaibeli ilaçların klinik araştırma sonuçlarını da yaz boyunca göreceğiz. Birçok ülkede doktorunuzla telefonda görüntülü görüşmenizi sağlayan tele-sağlık sistemi daha verimli kullanılmaya başlandı. Cep telefonlarından konumumuzu ve sağlık durumumuzu takip edip uyarı gönderen yazılımlar yaygınlaştı. Yine de şimdilik, tatil planlarımızı biraz ertelememiz, toplu etkinliklerden uzak durmamız, mesafeyi korumak ve dışarıda dolaşımı azaltabilmek için imkânı olanın evden çalışmaya devam etmesi gerekiyor. İşyerlerine gitmek zorunda olanların işverenleri ise ilk aşamada personelin bir kısmı aynı ortamda olacak şekilde, dönüşümlü bir planlama yapması gerekiyor. Mesela ABD’de, bizim şirketimiz de dahil olmak üzere birçok şirket, ilk aşamada personelin yüzde 25’inin dönüşümlü olarak şirkette bulunabileceğini söyledi. İbadet yerlerinin ve diğer toplu mekânların da kapasiteyi yüzde 20-30 arasında tutacak şekilde faaliyet göstermesi, gelenlerin ateşlerinin ölçüldüğü, isim ve adreslerinin takip edilebildiği bir sistem oluşturabilmeleri gerekiyor. Okulların da aynı tedbirleri alması, çocukların birbirlerine temasının en aza indirildiği şekilde açılması gerekiyor. Mümkünse öncelikli olarak üniversiteler ve kalabalık nüfuslu okulların internet üzerinden eğitime geçmesi gerekiyor. ABD, Almanya ve Danimarka gibi birçok ülke, hastalığın çocuklarda daha az etki gösterdiğini ve velilerin biraz nefes alması gerektiğini bahane ederek okulları bir an önce açmaktan yana oldular veya açtılar. Ama İtalya ve New York gibi salgının yoğun yaşandığı yerlerde, koronavirüs ile ilişkisi tam anlaşılmayan bir solunum yolu hastalığının çocuklarda yüzde 30 artış gösterdiği görüldü. Okulları açarken, elimizdeki verileri iyi değerlendirmemiz, hakkında çok az şey bildiğimiz bu virüse karşı acele etmeden, bilimsel verileri göz önünde bulundurarak hareket etmemiz gerekiyor. Yaz aylarının güzel havası, dışarıda sosyalleşme riskimizi arttırıyor olsa da bir yandan da açık havada mesafeli hareket edebilmemizi sağlıyor. Herkesin maske takmaya, sosyal mesafeyi korumaya, hijyen kurallarına uymaya ve toplu etkinliklerden uzak durmaya devam etmesi gerekiyor. Mümkünse spor salonlarından ziyade sporumuzu evde veya dışarıda açık havada yapmalı, lokanta ve kafelerde de iç mekanlardan ziyade aralıklı olarak oturabileceğimiz açık yani dış kısımlarını tercih etmeliyiz.
Herkesin kolayca ulaşabildiği bir aşı olmadan rahatlayamayacak mıyız?
İkinci hatta üçüncü bir dalganın atlatılabilmesi için kısıtlamalara ve aralıklarla eve kapanmaya devam etmemiz gerekiyor. En iyimser tahminler bile aşının ancak 2020 sonbahar/kışında hazır olacağı yönünde; ki bu da sınırlı sayıda aşının belli ülkelere dağılımı demek. O zamana dek ikinci dalganın etkisinin az hissedilebilmesi için tek umudumuz, tedavi için gerekli ilaçların klinik araştırmalarının olumlu sonuç vermesi ve toplumun bir kısmının bağışıklık kazanması. Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan Londra merkezli bir çalışmada, virüsün 2019’un sonlarında yayılmaya başladığı ve aslında daha fazla insana bulaşmış olabileceği iddia edildi. Bu çalışmaya göre, dünya nüfusunun sadece yüzde 10’u virüse maruz kalmış ve dolayısıyla muhtemel bağışıklık kazanmış. Salgının en ağır yaşandığı şehirlerden biri olan New York’ta bu rakam yüzde 20. Ama virüsün bir tehdit oluşturmaması için, yani sürü bağışıklığına ulaşmamamız için, nüfusun yüzde 60 ila yüzde 70’inin enfekte olması gerekiyor. Yayılımın 2019 sonbaharında başladığını varsayarsak, yüzde 10-20’lik bir rakamla sürü bağışıklığından oldukça uzak bir noktadayız. İsveç, kısıtlamalar konusunda en gevşek davranan ülkelerden birisi. Kısıtlamaları gevşek tutmalarındaki amaç, bir an önce sürü bağışıklığına ulaşmaktı. İsveç’te oluşturulan bilim heyeti, eve kapananların virüse maruz kalmadıkları için bağışıklık kazanamayacağını, dolayısıyla ilk dalgada karantina uygulayan ülkelerin, ikinci bir dalgada daha fazla vaka göreceğini iddia ediyor. Bağışıklık kazanmak vaka artışına elbette en iyi önlem. Ama şu da bir gerçek ki; bu virüse karşı kazanılan bağışıklığın ne kadar sürdüğü ve kişiyi ne kadar koruduğu hala pek anlaşılmış değil.
Sağlıklı olmaya daha çok çaba göstermeli, bağışıklık sistemini güçlendirici sağlıklı besinler tüketmeli, sağlıksız olan ne varsa hayatımızdan çıkarmalı ve belki kötü bir örnek ama takması zaten zor olacak maskelerimizi sigara içmek için dahi aralamamamız gerekiyor. Virüsün kendi yayılım dinamiğinin yanı sıra, hastane ve sağlık alt yapısı, tedavide uygulanan protokoller, ilaçlara erişim, yaş ortalaması, kronik hastalıkların yaygınlığı bu hastalığın nasıl seyir edeceği konusunda bildiğimiz etkenler. Bütün bunlara halkların kültürel alışkanlıkları, toplumun sosyo-politik yapısı, coğrafi farklılıklar, ev içindeki nüfusun sıklığı gibi sebepleri de eklersek alınan önlemlere rağmen her ülkede salgının neden daha farklı bir tablo çizdiğini anlayabilir, ikinci bir dalgayı ne kadar güçlü yaşayacağını da tahmin edebiliriz. Ülkeler gereken her türlü önlemleri alabilir, temas takibi için sağlık görevlilerini sahaya gönderebilir, teknolojik uygulamalar kullanabilir, kişisel koruyucu ekipmanları fazlasıyla sağlayabilir vs. Tedavi için gerekli ilaçların klinik çalışmaları yaz aylarında sonuç verebilir. Ama ikinci dalgayı ne büyüklükte yaşayacağımız sadece bunlarla değil aldığımız kişisel önlemlerle belirlenecek.
Dr. Bikem Akten Yalın kimdir?
1997’de eğitim için ABD’nin Boston kentine geldi. Doktorasını Tufts Üniversitesi’nde sinir sistemi üzerine yaptı. Genlerin biyolojik döngüyü düzenleyen beyin ağlarının kurulmasındaki rolünü ve evrimsel olarak bu yapının canlılar aleminde nasıl aynı kalabildiğini inceledi. Daha sonra, MIT ve Harvard Üniversitesi’nde yine sinir hastalıkları üzerine araştırmalar yaptı. Çalışmalarından bir tanesi, çocuklarda genetik açıdan en çok ölüme sebep olan Spinal Musküler Atrofi dediğimiz, oldukça üzücü ve hızlı ilerleyen bir hastalık üzerineydi. Çalışmaları; Nature Neuroscience, PNAS ve Journal of Neuroscience gibi dergilerde yayınlandı. 2012’de ise, akademiden ayrılıp, ilaç şirketlerine ve start-up firmalarına stratejik danışmanlık yaptığı özel sektöre geçti. Halen New York’ta, Klick Health adlı şirkette medikal strateji direktörü olarak çalışıyor.