“Gençlerin umutları kendileri”
Ayça Alemdaroğlu, Türkiye’deki gençlerin deneyimlerini toplumsal eşitsizlik bağlamında analiz eden önemli sosyal bilimcilerden biri. Gençlere, ortak sorunlarına ve sanal mekanlar ile bu hayatı meydana getiren toplumsal güç ilişkilerine dair dikkat çekici saptamalarda bulundu. Türkiye’de yaşanan son öğrenci olaylarını ele aldığımda ise, gençlerin protestolarını AKP hegemonyasının aşınmaya başladığının bir göstergesi olarak değerlendirdi.
Ayça Alemdaroğlu, 1976’da Ankara’da doğmuş. ODTÜ’de siyaset bilimi ve sosyoloji okuduktan sonra Bilkent’te yine siyaset bilimi alanında yüksek lisans yapmış ve doktora programına devam etmiş. Sonra Cambridge Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü’nde doktora yapmaya başlamış. Şu sıralar doktora derecesini almayı bekliyor. 2006-2008 yılları arasında New York Üniversitesi’nde ziyaretçi akademisyen olan Alemdaroğlu, son iki yıldır Stanford Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ediyor.
Genelde eşitsizlik, baskı, yoksunluk halleri, bu hallerin siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak nasıl üretildiği genel sorusu üzerine çalışan Alemdaroğlu’nun milliyetçilik, gençlik, toplumsal cinsiyet, toplumsal eşitsizlik ve son olarak da özel üniversiteler üzerine yaptığı araştırmalar dikkat çekici.
Son dönemde Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin siyasi konularda aktif olduğunu, seslerini yükseltmeye başladıklarını hepimiz biliyoruz, söyleşimizi bu bağlamda başlattım. İlk olarak, “Nedir gençleri tekrar harekete geçiren?” diye sordum…
“Son olaylarda öğrencileri harekete geçiren YÖK meselesi. AKP’nin YÖK’ü kendi kontrolüne geçirdikten sonra YÖK’e dair daha önce seslendirdiği her türlü eleştiriden vazgeçmesi ve YÖK’ü kendi gücünü pekiştirmek için kullanması…” diye yanıtladı ve tabii öğrencilerin protestolarının daha genel ve önemli bir sorunu da dile getirdiğini belirtti: “Türkiye’deki egemen olan siyaset yapma, karar verme ve yönetme biçimleri; karardan etkilenecek insanları muhatap almama, adam yerine koymama durumu.” YÖK’e dair alınacak her kararın muhatabının öğrenci ve akademisyenler olduğunu, karar sürecinin katılımcılarının da doğal olarak onlar olması gerektiğini söyledi ve “Yazık ki bu böyle değil. Bu durum da hakkıyla protesto edilir” dedi.
Gençlik ideallerinin devletin yörüngesinden çıktığını söylemek için erken mi?
Daha öncesi için de gençlik ideallerinin tam olarak devletin yörüngesinde olduğunu söylemek doğru değil aslında. İdealler ve umutlar devletten kaçmayı çoğu zaman başarırlar; diye düşünüyorum. Ama bugüne dair bir şey söylemek gerekirse, gençlerin protestoları AKP hegemonyasının aşınmaya başladığının bir göstergesidir.
24 saat satın almanın, sahip olmanın en önemli değer olduğunu pompalayan bir sistemin içerisindeyiz. İnsanı insan kılan paylaşma, dayanışma gibi değerlere dönüş mümkün mü?
Herhalde insan ihtiyaçlarının sınırsız olmadığını, tüketmek ve sahip olmak ile bir doyuma ulaşamadığımızı hatta daha fazlasını tüketmenin doyumsuzluğu pekiştirdiğini anladığımız zaman bu mümkün. Bu da ancak belli bir tüketme ve sahip olma kapasitesine eriştikten sonra olabilir. Örneğin; Amerika’daki yüksek eğitimli ve orta-üst sınıflar içinde tüketime karşı bir eleştiri var, tüketimi azaltmayı, muhafazayı, geri-dönüşümü savunuyorlar. Bu duruşun belli açılardan iki yüzlü olduğunu düşünebiliriz; mesela devasa evlerde oturup, çevre-dostu enerji kullanmak gibi, evlerinin büyüklüğünün kendi başına çevresel bir problem olduğunu bu insanlara anlatmak zor olabilir. Ama yine de bu insanlar belli bir maddi zenginliğe ulaştıktan sonra tüketime karşı tavır alıyorlar.Tabii insanın insanla ve doğayla dayanışmasını önemsemek için illa ki maddi zenginlik gerekmiyor. Bazen ‘gönül zenginliği’ yetiyor. Bizim topraklarda ve tabii başka yerlerde de birçok insan ‘bir lokma, bir hırka’ felsefesine göre yaşamaya çalışıyor.
Peki, kendi hayatının öznesi konumuna evrilen gençlik hikayesi nedir?
Bu son dönemde gençlere dair söylenen bir akademisyen yalanı bence. Son dönemde sosyal bilimler herkesi, herşeyi nesnelikten çıkarıp, özne yapmak ile meşgul. Bu da onun bir parçası. ‘Kendi hayatının öznesi’ nden kasıt, gençlerin başkaları tarafından etkilenen, şekillenen bireyler değil de, hayatı etkileyen, şekil veren güç sahibi bireyler haline gelmesi. Bu tezin, Türkiye gençliğine uyarlanmasını Leyla Neyzi’nin yurtdışında çokça referans verilen bir makalesinde bulabiliriz. Gençler ne geçmişte, ne de gelecekte tam bir özne olabilirler ne de tam bir nesne. İnsan varoluşu ve eylemleri öznelik ve nesneliğin bir birleşimidir.
Zor olsa da bugünlerde yirmili yaşlarını yaşayan ‘bazı’ gençlerin gençlik tanımını yapar mısınız?
Gençlerin ancak ‘bazılarından’ konuşmak mümkün zaten. Her ne kadar gençler ‘yetişkinler’ tarafından mütecanis bir güruh olarak görülse de, birbirlerinden sınıf, toplumsal cinsiyet ve/ya kültürel aidiyet gibi farklılıklar ile ayrılırlar. Ama yine de mutlak olmamak kaydıyla bazı genellemeler yapabiliriz. Örneğin; benim kendi araştırmam sırasında gözlemlediğim, özellikle orta-alt gelir grubundaki gençlerin gençliği bir ‘serbestlik’ ve ‘istediği gibi dolaşabilmek’ hali olarak tanımladığı. Gençliği böyle tanımladıktan sonra, bu gençler ‘genç olduklarını ama genç gibi hissetmediklerini, genç gibi yaşamadıklarını’, yani istedikleri gibi dolaşamadıklarını söylüyorlar. ‘İstediği gibi dolaşamamak’ önemli bir kavram ve önemli bir toplumsal eleştiri içeriyor. Öncellikle, bu her istediğini yapamamak anlamında bir serzeniş değil. ‘İstediği gibi dolaşmamak’ bir yoksunluğun dile getirilişi, örtülü de olsa bir toplumsal eşitsizlik eleştirisi. İstediği gibi dolaşabilmek, para gerektirir, zaman gerektirir, izin gerektirir. Parasız, işsiz veya bütün vaktini çalışarak geçiren, aile baskısı altındaki gençler istedikleri gibi dolaşamazlar. Onların gözünde ‘istedikleri gibi dolaşanlar’ varsıl çevrelerdeki gençlerdir, gerçekten genç olan da onlardır. Dolayısıyla gençler, yetişkinlerin aksine gençliği biyolojik bir durum olarak tanımlamazlar, ekonomik ve toplumsal imkanlara bağlı bir durum olarak yaşarlar. Benim tanımım da onlarınkinden farklı değil.
Peki, illa ki çoğunluktan bahsetmenizi rica etsem, gençlerin ortak dertleri nedir?
Çoğunluğun derdi saygı görmektir, adam yerine konulmaktır. Türkiye’de yetişkin-genç hiyerarşini anlatan bir atasözü vardır: ‘su küçüğün, söz büyüğün.’ Bu atasözü bir dayatmanın ve aynı zamanda toplumsal bir beklentinin ifadesidir. Bu dayatma şudur: söz hakkı, karar verme gücü yetişkinlerin olacak ama onlar da gençlerin yaşamasına su, aş ve belki iş gibi kaynakları onlara sağlayarak mümkün kılacaklar. Aşın ve işin tehlikede olduğu bir dönemde bu denklemin işlemesine imkan yok. Saygı göstermek, adam yerine koymak sadece konuşma hakkı vermek ile değil, aynı zamanda bu hakkın kullanılmasını mümkün ve anlamlı kılacak şekilde kaynak sağlamak (aş, eğitim ve iş) ve siyasal güç (verilen kararları etkileyebilme) vermek ile olur. Bu iki anlamda da, gençlerin derdi saygı görmektir. Bunu hem Ankara Üniversitesi’ndeki son protestoya katılan öğrencilere kulak verdiğimizde, hem de İnan Temelkuran’ın bir orta-alt sınıf gençliği portresi çizidiği filmi Bornova Bornova’da görebiliriz. Filmin sona doğru bir sahnesinde filmin ana karaktelerden biri olan mahallenin bıçkın ve kriminal genci Salih ellerini havaya kaldırır ve ‘saygı istiyorum, saygı’ der. Ankara Üniversitesi’ndeki öğrenciler ile Salih arasındaki ortaklık bize ‘saygının’ sınıflar-aşırı bir talep, demin söylediğim anlamda da saygı görememenin çoğunluğun derdi olduğunu gösteriyor.
Umutları?
Gençlerin umutları kendileri. Birşeylerin kendileri için farklı olacağının umudundan başka çok fazla umut veren bir şey yok.
Twitter ve facebook gibi sosyal ağları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben kullanmıyorum ama çok zaman harcanmadığı ve çok fazla önem atfedilmediği sürece kullanışlı olduğunu düşünüyorum.
Acaba sanal mekanlar ‘reel’ hayattan ve bu hayatı meydana getiren toplumsal güç ilişkilerinden, hiyerarşilerden bağımsız mıdır?
Sanal mekanlar ister istemez bir serbestlik yaratırlar. Wikileaks bunun en güzel örneği bence. Ama sadece sanal mekanlarda yaşamadığımız için toplumsal ve siyasal güç ilişkileri gelir kendilerini dayatırlar ve Julian Assange hapse atılır.
Sanal mekanların kadınlık ve erkeklik tanımlarının dönüşümüne katkısı nedir?
Sanal mekanlar insanlara bir özgürlük alanı açar, haberleşmek, haberdar olabilmek, hayal kurmak, fikir üretmek için… Bu anlamda sanal mekanlar kadınlık ve erkekliklerin olumlu olarak dönüşümüne katkıda bulunabilirler.
Sanal alanlarda toplumsal cinsiyet konusunu çalışan araştırmacıların bir bölümü, internet teknolojisinin gündelik hayattaki cinsiyetçilik ve kadın erkek arasındaki güç ilişkilerini koruduğu ve sürdürdüğünü öne sürmüşler, sizin bu konuda görüşünüz nedir?
İnternet teknolojisinin kendi başına eğer belli hiyerarşileri koruyorsa, bu sınıfsal hiyerarşilerdir, çünkü herkes internete erişimez, erişse de istediği gibi kullanamaz. Bazılarının eğitimi eksiktir, ya da AT&T’in hızlı servisinden yaralanamaz çünkü parası eksiktir. Sanal alanlarda cinsiyetçiliği ve ataerkilliğin sürmesi teknolojiden değil insanların değerlerinden, beklentilerinden kaynaklanır. Sonuçta sanal mekanlara katılanlar da gündelik hayatlarında ataerkil ilişkiler yaşayan kadın ve erkeklerdir.
Erkeklerin sanal sohbet mekanlarında kadınları algılama ve onlarla ilişki kurma biçimleri ve ‘online’ hayatlar ile ‘offline’ hayatların kesişme alanlarında erkeklik hallerinin hangi biçimlerde şekillendiğini merak ediyorum…
Erkeklik halleri çeşitli tabii. Bu haller içinde Türkiye’deki baskın cinsiyetçiliklerden yakınan, onları sorgulayan ve onlardan farklılaşan haller olduğu gibi onları pekiştiren haller de var.
Kültürel bir perspektiften bakıldığında her kültür, erkek ve erkeklikle ilgili kendi düşünce temalarına ve setlerine sahip, ABD ve Türkiye’yi kıyaslamanızı istesem ne derdiniz?
Bu zor bir soru. Farklılıkları vurgulayacak herhangi bir cevabın sığ olmaması, yanlış genellemelerden kaçabilmesi mümkün değil gibi geliyor. Hem Türkiye, hem de ABD toplumu içinde çok fazla farklılığı barındırıyor. Belki benzerliklerden bahsetmek daha anlamlı. Benzerliklere baktığımızda ilk göze çarpanlar kadınlara ve LGBT’ye karşı uygulanan sembolik, fiziksel şiddet ve ailenin birliği, önemi üzerinden üretilen erkeklik, kadınlık modelleri ek olarak tabii ki bastırılan diğerleri…
Homoseksüelliğin uzunca bir dönem kadınsılık olarak değerlendirilmesini nasıl yorumlarsınız?
Homoseksüellere doğru düzgün yaşam alanı sağlamak açısından daha değişmesi gereken çok anlayış var.
Türkiye’de ‘dışı batılı, içi doğulu’ melez erkek modelinin hüküm sürdüğünü söyleyebilir miyiz?
Bir yanım, ‘söyleyebiliriz’ diyor. Öbür yanım da, ‘ne melez değil ki? ‘hem doğulu batılı diye ayırmamak’ gerek diyor. Bu ‘içi batılı, dışı doğulu’ durumunu özgürlükçü, paylaşımcı olanlar ve olmayanlar ve modaya uyanlar ve uymayanlar diye ayırmak daha doğru olur herhalde. Bu anlamda Türkiye’de modaya uyan ama baskıcı ve bencil çok adam var. Ama hem doğu hem de batı baskının, bencilliğin kaynağı ve mekanı olabilir. Değil mi?
Aynen öyle… Ya kadınlar?
Melezlik halleri, en okumuş, en gezmiş, en yaşamış kadınlar için de geçerli. Bunu belki de sayıları bana gittikçe artıyor gibi gözüken boşanmış, eş bulmamış, bulamamış, bulmuşta beğenmemiş kadınlar üzerinden konuşmak gerek.
Şu an üzerinde çalıştığınız projeler nelerdir?
Şu anda bir yandan tezimden birkaç şeyi gözden geçirip yayımlamaya çalışıyorum. Bunlar genelde Türkiye’deki gençlerin deneyimlerini toplumsal eşitsizlik bağlamında analiz eden yazılar. Bir tanesi ‘genç kadınlığı’ sınıf temelinde tartışıyor, diğeri toplumsal iş bölümü ile şehirdeki mekansal eşitsizliği genç servis işçilerinin deneyimleri üzerinden analiz ediyor, bir başkası gençlerin siyasal söylemleri arasında en önemlisi olan milliyetçiligin, sinisizm ile ilişkisini anlatıyor ve bu söylemin sınıfsal olarak nasıl farklılaştığını inceliyor. Zamanımın diğer kısmını önümüzdeki dönem antropoloji bölümünde vereceğim dersi hazırlamak ve yeni projem için bilgi toplamak ile geçiriyorum.
Ekran önünden kalkmayan bir nesil ile karşı karşıyayız. Genç beyinlerin görevde kalmak için değil, bir sonraki bilgiye atlamak için programlandığını düşünüp genelleme yaparsak, bu gençlere ders anlatmak ne kadar kolay olabilir?
Ekranı kullanarak olabilir. Durum o kadar da vahim değil.
Farklı düşünen, sosyallikten, duygulardan bahsederken farklı dil konuşan bir nesil var karşınızda. Bu dili yakalamak da zor olsa gerek…
Dil değişiyor, anlamlar da değişiyor ama insan duyguları sınırlı. Duyguların dini ve dili olmadığını söyleyebiliriz. Bu anlamda duygular sosyal bilimciler için önemli bir kaynak.
Sizi yeniden kamera arkasında görebilecek miyiz?
İsterim tabii.
Toplumsal hiyerarşileri çalışan birinin aynayı kendi toplumsal konumuna çevirmemesi olmaz. Son sorum, “Başarınızın sırrı nedir?” olsun…
Beni başarılı olarak nitelendirdiğiniz için teşekkür ederim. Çok çalıştığımı ve azimli bir insan olduğumu söyleyebilirim. Çalıştığım konulara daha bütüncül ve interdisipliner bir yaklaşım getirmeye çalışıyorum. Dediğiniz gibi aynayı kendi toplumsal konumuma çevirdiğimde gördüğüm, iyi okullarda okumuş olmam ve geldiğim sınıfsal arkaplanın önemi. Tabii ki herşey sınıf değil ama sınıflar insanların hayattaki olanaklarının, kendilerine neyi hak gördüklerinin ve neyi talep edebildiklerinin maalesef çok önemli bir belirleyeni.
(Turkish Journal)