“Önümüzdeki dönemde İran’ı dikkatle izlemek gerekiyor”
Vesayet kurumları İran ve Türkiye’de nasıl kurumsallaştı ve meşruiyet kazandı? Bu iki ülkedeki vesayet düzenekleri, 21. yüzyılda toplumsal talepler ve uluslararası baskılar karşısında nasıl bir dönüşüm geçirdi? Türkiye’de vesayet zayıflarken İran’da neden sürdürülebildi? İran ve Türkiye örnekleri, vesayetçi ve demokratik kurum ve zihniyetleri bir arada barındıran melez sistemler hakkında bize neler öğretebilir?SOAS Londra Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalışan Dr. Karabekir Akkoyunlu’nun yenice çıkan kitabı “Guardianship and Democracy in Iran and Turkey” bu sorulara yanıt arıyor.
Kitap, vesayet ve demokrasi kurumları arasındaki geçişkenlik ve gerilimleri, bunların arkasında yatan toplumsal, siyasi ve uluslararası dinamikleri ve bu dinamiklerin kurumların dönüşümüne olan etkisini anlamaya yönelik karşılaştırmalı bir analiz sunuyor. Bu kitap, Dr. Akkoyunlu’nun doktora tezinin genişletilmiş ve güncellenmiş hali. Kendisi ile Medyascope için görüştük. İlk olarak doktora araştırmasının nasıl başladığını, iki ülkeyi karşılaştırırken odağında ne olduğunu sordum. Yanıtı şöyle:
Doktora araştırmam İran’a duyduğum merakla başladı. Türkiye’de İran, uzun yıllar boyunca “öteki” olarak kodlandı; laik cumhuriyetin bir tür karanlık aynası gibi görüldü. Bu yaklaşım, İran’dan çok Türkiye’nin kendi kimlik bunalımlarını yansıtıyordu. İran’ı kendi tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde anlamak, bu basmakalıp okumaların ötesine geçmek istedim. Bu amaçla Farsça dersleri aldım, İran’a gidip geldim ve oradaki siyasi ve toplumsal dinamikleri yakından takip ettim.Bu süreçte Türkiye ve İran’ın sandığımız gibi birbirine zıt kutuplar olmadığını, aksine benzer tarihsel ve kurumsal süreçlerden geçtiklerini fark ettim. Özellikle 1990’lardan itibaren iki ülkede aynı konular tartışılıyordu: Din-siyaset ilişkisi, reformcu bir İslamcılıkla demokratikleşmenin mümkün olup olmadığı, toplumsal azınlıkların statüsü ve tüm bunlarla bağlantılı olarak, rejimi korumakla görevlendirilmiş vesayet kurumlarının varlığı ve geleceği. Vesayet – ya da İran’daki karşılığıyla velayet – aslında hukuki bir terim. Reşit olmayan ya da akli dengesi yerinde olmayan bireylerin hak ve menfaatlerini korumak anlamına geliyor. Siyasi vesayet ise bu kavramı toplumsal düzeye taşıyor; topluma bir tür çocuk muamelesi yaparak “toplumun menfaati” adına yetkilerini sınırlandırıyor.
Araştırmamda temel odağım, iki ülkede vesayet düzeneklerinin nasıl kurumsallaştığı, ideolojik olarak nasıl meşrulaştırıldığı ve toplumsal taleplerle karşılaştığında nasıl bir dönüşüm geçirdiği oldu. Türkiye’de askeri ve bürokratik vesayet, cumhuriyetin laik ve modernleşmeci temellerini koruma adına siyaset üzerinde hegemonya kurmuştu. İran’da ise Şii din adamları sınıfı, İslam Devrimi’nin ideolojik mirasını muhafaza etmek için benzer bir rol üstlendi. Türkiye’de bu misyon, Atatürk’ün laik modernleşme projesinin korunması olarak tanımlanırken; İran’da velayet sistemi, Humeyni’nin devrimci ideolojisini devletin kurucu referansı haline getirdi. Her iki durumda da vesayet aktörleri, halkın seçtiği temsilcileri “rejimin temel değerlerinden sapma” ihtimaline karşı denetleme ve sınırlandırma hakkını kendilerinde gördüler.
Bu iki sistem, farklı tarihsel ve ideolojik köklere dayanmasına rağmen, toplumu belirli sınırlar içinde tutma ve siyaseti rejimin ideolojik parametrelerine sınırlama işlevinde birleşiyordu. Öte yandan her iki ülkede de rekabetçi ve sonuçları öngörülemez seçimler düzenleniyor, vesayet aktörlerinin tercih etmediği adaylar sıklıkla sandıktan zaferle çıkıyordu. Araştırmamda hem bu vesayet kurumlarının kurucu liderlerin ideolojik mirasını nasıl koruduğunu hem de toplumdan gelen değişim taleplerine nasıl yanıt verdiğini analiz ettim. Türkiye’de bu talepler, 2000’li yıllarda askeri vesayetin zayıflamasına yol açarken, İran’da reform hareketleri, velayet sisteminin daha katılaşmasıyla sonuçlandı.
Doktora tezimi bitirip sunduğumdan bu yana 10 yıl geçti. Bu süre zarfında hem İran hem de Türkiye önemli değişimler yaşadı, ancak vesayet konusu iki ülkenin siyasi gündeminden düşmedi. Öte yandan dünyada yükselen popülizm, “yerli ve milli halk” ile “gayrı-milli elitler” arasındaki gerilim üzerinden vesayet tartışmasını küresel bir mesele haline getirdi. ABD ve Avrupa’da popülist liderlerin “derin devlet” söylemine sarılmaları, bu tartışmanın sınırları aşarak dünya siyasetine taşındığını gösterdi. Bu gelişmeler bana İran ve Türkiye’nin vesayet deneyimlerinin sadece yerel değil, küresel siyasal dönüşümleri anlamakta da önemli ipuçları sunduğunu gösterdi ve çalışmayı kitap olarak yayınlamak konusunda harekete geçirdi.
- 21. yüzyılda İran’ı ve Türkiye’yi şekillendiren ve dönüştüren şeylere baktığınızda iki ülkenin size ilginç gelen benzerlikleri ne oldu?
21. yüzyıl, İran ve Türkiye’de rejimlerin siyasi dönüşümünde vesayet aktörleri ile seçilmiş hükümetler arasındaki iktidar mücadelelerinin damgasını vurduğu bir dönem oldu. Her iki ülkede de hızlı kentleşme, artan eğitim oranı, iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve küresel ekonomik dönüşümler, toplumun taleplerini genişletti ve çeşitlendirdi. Türkiye’de bu dönüşüm, muhafazakâr kesimlerin pastadan daha büyük bir pay alma talebiyle birleşerek AKP’nin yükselişine yol açtı. AKP, askeri vesayeti ortadan kaldırmak için geniş bir koalisyon kurdu, önce AB reform sürecini, sonra da üzerinde hakimiyet kurmayı başardığı hukuk sistemini kullanarak vesayet sistemini büyük ölçüde zayıflattı. İran’da ise benzer toplumsal dönüşümler, reform hareketlerini doğurdu. Hatemi dönemi (1997-2005) ve 2009 Yeşil Hareketi, halkın daha fazla özgürlük, temsil ve reform talebini ortaya koydu. Ancak İran’daki vesayet sistemi, bu taleplere karşı çok daha katı bir direnç gösterdi ve reform hareketlerini sert bir şekilde bastırarak varlığını sürdürdü.
Bu farklı süreçler, ironik bir şekilde, her iki ülkede de demokrasinin kurumsallaşması yerine, kişiselleşmiş neo-patrimonyal düzenlere yol açtı. Türkiye’de askeri vesayet düzeni yerini sivil bir otoriterliğe bırakırken; İran’da mevcut velayet sistemi, meşruiyet krizlerine rağmen rejimin otoriterliğini artırarak devam ettirdi. Bu ortak otoriterleşme eğilimi, iki ülkenin toplumsal talepleri karşısında rejimlerin verdiği farklı yanıtların, nihayetinde benzer siyasal çıkmazlara vardığını göstermesi açısından önemli – ve bir o kadar da iç karartıcı – bir sonuç.
- Türkiye’de vesayet zayıflarken İran’da nasıl varlığını sürdürülebildi? Bu konuda ulaştığınız bulgular nedir?
Kitabın temel bulgularından biri, vesayet sistemlerinin tasarımındaki farklılıkların, bu düzenlerin uzun vadeli dönüşüm süreçlerine ve toplumsal meşruiyetine etki ettiğidir. Türkiye’de vesayet geçici bir yapı olarak kurgulandı. Ülke, muasır medeniyetler seviyesine geldiğinde toplum kendi kendini yönetebilecekti. Toplumun bu olgunluğa erişip erişmediği, 1940’ların ortalarından itibaren tartışma konusu oldu. Atatürk her ne kadar orduyu genç cumhuriyetin bekçisi olarak görse de, 1960 sonrası darbelerle oluşan kurumsal yapıyı bizzat inşa etmemiş ve onaylamamıştı. Üstelik askerlerin üniformayla siyasete girmesini de yasaklamıştı. Askeri vesayetin kuvvetli anayasal bir dayanağı da yoktu. Bu nedenle vesayet sistemi, ordunun toplum nezdindeki güvenilirliği ve güncellenen iç ve dış tehditler algısı üzerinden sürekli meşruiyet tazelemek zorunda kaldı. Soğuk Savaş sonrasında, rejim bu meşruiyeti yenilemekte zorlanmaya başladı. Kemalist vesayetin AB yolundaki Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesine çıkmasının önündeki en büyük engel olduğu yönünde kuvvetli bir sol liberal eleştiri ortaya çıktı. AKP, bu eleştiriyi kullanarak, Türkiye’yi AB seviyesinde bir demokrasiye dönüştürme sözüyle, vesayet kurumlarını lağvedebildi. Sonra yaşananlar ise hepimizin malumu.
Türkiye’nin aksine, İran’da velayet, rejimin kalıcı bir unsuru olarak anayasal zemine oturtuldu ve dini bir liderin otoritesine dayalı olarak sistemin sürekliliği sağlandı. Humeyni’nin velayet-i fakih düşüncesindeki vali, yani dini lider, toplum belli bir olgunluğa ulaşana kadar değil, İmam Mehdi’nin kayıp olduğu süre boyunca devlete ve ümmete rehberlik edecekti. Sistemin meşruiyet kaynağı dini olduğu kadar, devrimci, karizmatik ve hukukiydi. Rejimin başat kurumlarını Humeyni bizzat tasarlamış, bunların vesayet görevleri anayasada açıkça belirtilmişti. Türkiye’nin aksine, İslam Devleti’nin yöneticileri velayetin varlığını meşru kılmak adına sürekli mazeret üretme durumunda değildi. Türkiye’deki gibi bir “derin devlete” ihtiyaçları da yoktu, çünkü İran’da bu görevi Devrim Muhafızları açıktan yürütebiliyordu. Bu durum, iç ve dış baskılarla karşı karşıya kaldığında rejimin demokratik alanı daraltıp sert tepkiler verebilmesini mümkün kıldı.
İki ülkenin küresel konumu da dönüşüm süreçlerine etki etti. Türkiye’nin enerji ve kaynak açısından dışa bağımlı yapısı, Batı ile ekonomik ve siyasi entegrasyonun bir zorunluluk olarak görülmesine yol açarken, askeri elitlerin siyasi manevra alanını daralttı. AB üyelik süreci devleti yeniden yapılandırmak için hükümete fırsat sunarken, Soğuk Savaş sırasında vesayet sisteminin tesis edilmesinde önemli rol oynamış ABD’nin 2000’lerde saf değiştirip “ılımlı İslam” modeline destek vermesi, laik ve ulusalcı kadroların tasfiyesinin önünü açtı. Buna karşılık, İran rejimi, ABD yaptırımları ve bölgesel izolasyonu “direniş” söylemiyle araçsallaştırarak velayet sisteminin iç meşruiyetini yeniden üretti. İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerine dayanan rant ekonomisi, dış izolasyon koşullarında bile rejimin ekonomik kaynakları kontrol etmesini ve muhafazakâr elitler arasındaki dayanışmayı sürdürmesini sağladı.
- Kitapta aşılması gereken yanılgılara da yer verdiniz mi? Bir eleştiri sunuyor musunuz?
Kitapta öncelikle Türkiye ve İran arasındaki yapay ve sığ ikilemlerin aşılması gerektiğini vurguluyorum. Bu iki ülke yıllarca “laik Türkiye” ve “İslamcı İran” gibi basit karşıtlıklar üzerinden ele alındı; hatta Batı’da Türkiye modernleşmenin, İran ise dini otoriterliğin prototipi olarak sunuldu. Oysa her iki ülkenin siyasal dönüşüm dinamikleri, yalnızca ideolojik ayrımlar üzerinden değil, daha derin tarihsel, kurumsal ve toplumsal ilişkiler üzerinden incelenmeli. Kitap, bu iki ülkeyi sadece ideolojik uçlar üzerinden değil, vesayet mekanizmalarının işleyişi ve toplum kesimlerinin siyasal katılım talepleri karşısındaki tepkileri üzerinden ele alıyor.
Bununla birlikte, vesayetçi “melez” rejimlerde siyaseti vesayetçiler ve demokratlar ikilemine indirgemenin yetersizliğine de değiniyorum. Bu tür rejimlerde siyaset, basit bir vesayet karşıtlığı üzerinden işlemiyor; aksine siyasi ve ekonomik çıkar ağlarının, rejim içi bölünmelerin, sınıfsal ve ideolojik grupların karmaşık etkileşimleriyle şekilleniyor. Her iki ülkede de siyasetin bu çok boyutlu doğasını göz ardı etmek, vesayetin yalnızca “iyi” demokratlar tarafından sorgulandığı ya da “kötü” vesayetçiler tarafından dayatıldığı gibi indirgemeci bir anlatıya yol açıyor. Bu anlatı, Türkiye’de olduğu gibi, uzun vadede şaşkınlık, aldatılmışlık ve hayal kırıklıklarına sebep olabiliyor. Kitapta, bu indirgemeciliği aşarak siyasetin dinamik ve çok katmanlı yapısını anlatmaya çalışıyorum.
Ayrıca kitapta, vesayet karşıtı söylemin hem demokratikleştirici hem de otoriterleştirici potansiyeline dikkat çekiyorum. Türkiye örneğinde, vesayet karşıtı söylem başlangıçta demokratikleşme vaat ederken, zamanla siyasal iktidarın kişiselleşmesi ve otoriterleşmesini meşrulaştırmak için araçsallaştırıldı. Vesayet, somut kurumsal bir düzeneğin ötesine geçip, AKP iktidarının hegemonya kurmak istediği (siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel) tüm alanları kapsayan, kısmen gerçek kısmen hayal ürünü düşmanlardan oluşan, sınırları belirsiz bir söylem aracına dönüştü. İşin ilginç yanı bu popülist söylem 2010’larda, yani askeri vesayet iyice zayıflatıldıktan sonra, kullanıma girdi.
Kısacası, vesayet karşıtlığı, popülist aktörler tarafından otoriterleşmenin kılıfı olarak da kullanılabiliyor. Burada kitap, demokrasiyi sadece seçimlerden ibaret görme eğilimine yönelik de bir eleştiri getiriyor. Vesayetin kaldırılması ya da zayıflatılması, demokratik katılımı, hukukun üstünlüğünü ve hesap verebilirliği kurumsallaştırmadığı sürece, popülist bir otoriterleşmeye zemin hazırlayabilir.
- Özellikle Türkiye’de kimler okusun istersiniz bu kitabı?
Kitabın modern İran ve Türkiye çalışmalarına katkısı olacağını umuyorum. Bununla birlikte daha geniş siyaset bilimi, tarih ve uluslararası ilişkiler çevrelerinde öğrenciler ve araştırmacılar tarafından okunmasını isterim. Kitabın dili fazlasıyla akademik değil, dolayısıyla genel okuyucu kitlesi için de ilginç ve faydalı olabilir. Tabii Türkiye’de geniş bir kitleye ulaşabilmesi için önce Türkçeye çevrilmesi gerekiyor. Bu konuda önümüzdeki sene içinde ilerleme kaydetmeyi umuyorum.
- 101. yılında nasıl bir Türkiye Cumhuriyeti yaşanan?
Bir yandan son yıllarda çok değişmiş, diğer yandan aynı kalmış ve sonuç itibariyle temel sorunlarının hiçbirini çözememiş bir cumhuriyet ile karşı karşıyayız. Bugünkü düzenin 12 Eylül’de ekilen tohumların meyvesi olduğunu söyleyebiliriz. 12 Eylül rejimi, siyasal sistemin merkezileştirilmesi, toplumsal alanın sıkı denetim altına alınması ve devletin bekasını koruma gerekçesiyle demokratik hakların sınırlandırılması gibi unsurlar üzerine inşa edilmişti. Bu rejim, yarı-başkanlığa geçişle bugünkü başkanlık sistemine zemin hazırlamış, Türk-İslam sentezini devletin gayrı-resmi ideolojisi haline getirmiş, Atatürkçülüğü devleti kutsayan sığ bir ideoloji olarak yeniden tanımlamış ve neoliberal politikalarla sermayenin el değiştirmesinin önünü açmıştı. 90’ların sonunda başlayan demokratikleşme süreci, bu düzeni tanzim etmeyi amaçladı ancak küresel ve bölgesel krizlerin de etkisiyle, eski ve yeni elitler arasında hukuk ve demokrasi sınırlarını aşan bir iktidar mücadelesine dönüştü ve nihayetinde Türkiye’yi demokrasiden daha da uzaklaştırdı.
Bugün hâlâ toplumsal talepler “devletin bekası” adına bastırılabiliyor. Ancak “eski Türkiye”den farklı olarak, Erdoğan Türkiye’sinde devletin bekası, iktidar partisinin ve Cumhurbaşkanı’nın şahsi bekasıyla iç içe geçmiş durumda. Osmanlı’dan beri kurumsallaşan devlet yapısının bu dönemde iyice kişiselleştirildiğini görüyoruz. Tüm eksikliklerine ve hatalarına rağmen, Türkiye’yi Ortadoğu’daki komşularından farklı kılan bu kurumsal yapıdır. Bu yapının zayıflatılması, Türkiye için uzun vadede ciddi riskler barındırıyor. Buna rağmen, hem devlette hem de toplum ve siyasette demokratik refleksler hâlâ yitirilmiş değil. İçinde bulunduğumuz çok katmanlı kriz ortamında bu refleksler, Türkiye adına bir umut kaynağı olmaya devam ediyor.
- Bölgedeki kırılmalar sonrası İran ve Türkiye’yi neler bekliyor?
Her iki ülke de bölgedeki kırılmalara hem doğrudan etki ediyor hem de bunlardan etkileniyor. Türkiye, çok kutuplu bir uluslararası düzene geçişte diplomatik denge oyunlarıyla çıkarlarını korumaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, tasfiye ettiği vesayet düzeninin Batı’ya olan bağımlılığından ders çıkarmış olacak ki, yıllardır Türkiye’nin ittifaklarını çeşitlendirmeye çalışıyor. Bu politikanın bir sonucu olarak Türkiye’nin bugün ne tam bir müttefiki ne de onulmaz bir düşmanı var. Rusya ve İran’la hem rekabet hem işbirliği içinde hareket ediyor; İsrail karşıtı çıkışlar ise genellikle söylemin ötesine geçmiyor. Batı ile ilişkiler değerler yerine artık açıkça maddi çıkar hesapları üzerinden şekilleniyor. Bu fırsatçı ve çok yönlü yaklaşım, Türkiye için manevra alanları yaratmakla birlikte riskler de barındırıyor. Özellikle Kürt meselesi, geniş bir toplumsal uzlaşı ve demokrasi çerçevesinde çözülmediği sürece, Türkiye’nin hem iç hem de dış dengelerini sarsmaya aday yumuşak karnı olmaya devam edecek gibi görünüyor.
İran İslam Cumhuriyeti ise devrimden bu yana en büyük varoluşsal krizini yaşıyor. Bir yandan toplumsal taleplerin hiçbirine cevap verememiş olmanın yarattığı meşruiyet krizi var. Bunun sonucu olarak başkaldırılar yayılıyor ve sıklaşıyor. Rejim, bunlara baskı ve şiddeti artırmak dışında bir karşılık veremiyor. Öte yandan, İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a vurduğu darbe ve Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi, İran’ın bölgesel savunma hatlarını zayıflattı. “Direniş Ekseni” dağılma noktasına gelirken, İran’ın askeri gücü hâlâ caydırıcılığını sürdürüyor. Köşeye sıkışan rejim, hayatta kalmak için içeride ve dışarıda dengeleri değiştirecek sürpriz ve riskli hamlelere başvurabilir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde İran’ı dikkatle izlemek gerekiyor.