Emrah Safa Gürkan ile söyleşi: “Din genel bir çatı verir, ama önemli olan uygulamadır”

Emrah Safa Gürkan

Prof. Dr. Ahmet Kuru ile yaptığımız ve geçtiğimiz gün Medyascope’ta yayımlanan söyleşide Kuru, Müslüman ülkelerin ortalama demokrasi ve sosyo-ekonomik kalkınma seviyelerinin dünya ortalamasının altında olduğunu söylemiş ve ağustosta yayımlanacak kitabında bu otoriterlik ve geri kalmışlık durumunun nedenlerini sorguladığını belirtmişti. Kuru, kitabında Müslümanlar’ın sorunlarının kaynağı olarak İslam’ın ya da Batı sömürgeciliğinin gösterilmesinin yanlış olduğunu savunmuştu. 

Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan’a bu konuda ne düşündüğünü sorduk. Gürkan, ilk olarak, “iş sanayileşmeye ve kapitalistleşmeye gelince “Müslümanlar” diye bir kavram üzerinden okuyamayız olayları. Yani Pakistan ile Fas’ın, Sudan’la Türkmenistan’ın problemleri ortak mı ki, bunun kaynağını arayalım?” dedi. 

İkincisi, bir dinin tek başına bir topluluğun kaderini etkileyebileceğini düşünmediğini ekledi: 

“Din genel bir çatı verir, ama önemli olan uygulamadır. Her toplumun İslam’ı, Hıristiyanlık’ı kendine özgüdür bu anlamda. Bazı genel prensiplerin dışına çıkamazlar diye düşünüyoruz ama bu bile her zaman doğru değil. Haçlı Seferleri’ni başlatan bir yanağınıza tokat atana öteki yanağınızı çevirin diyen Hz. İsa’nın vekili papalar değil miydi? Ya da bugün Arakan’da Budistler katliam yapmıyor mu? Budizm’in neresinden katliam çıkabilir? Çıkarmış ama işte. 

Dolayısıyla önemli olan yorumdur. Bazısı gelir bir dini barışçıl yorumlar, bazısı daha agresif, savaşçı. Kimi akılcı, kimi dogmatik bakar. Allah kelamı olması, insanların yorumlarındaki bu çeşitliliğe aykırı bir şey değil. Razi ve Gazali’yi yan yana koyun ne dediğimi anlarsınız. 

İslam’ın geri kalmışlığı açıklamada analitik bir kavram olarak işimize yaramayacağını ifade ettikten ve tek bir İslam olmadığını belirttikten sonra Batı sömürgeciliği kısmına da değineyim. Bence geri kalmışlığın bir kısmı Batı sömürgeciliği ile birebir bağlantılı. Adam memleketine geliyor, savaş çıkarıyor, düzeni bozuyor. Kesiyor, biçiyor, kaynaklarına el koyuyor, Mısır’da yaptığı gibi eğitim sistemini felç ediyor. Sağ ol diyecek halimiz yok. Ama iki şerh düşmek gerekiyor. Birincisi, Batı dışındaki memleketleri kendi haline bıraktığımızda onlar modernleşebilir miydi? Bu pek mümkün gözükmüyor bana, dolayısıyla Batı’nın getirdiği kan ve acı kadar bir modernite de var. Pahalı bir fatura ödeniyor ama geliyor sonuçta. Bu fatura ödemeye değer mi, bunun cevabını hemen her gün kendime soruyorum ve 20 yıldır bulamadım. Ama bu soruyu soran pek yok, soranlar da cevabından çok emin. Netlik güzel şey, ön lobdan tasarruf.

İkincisi, Batı emperyalizminin oynadığı negatif rolü genelde kendimizi sorumluluktan kurtarmak için kullanıyoruz. Hem sağda, hem solda durum aynı. Devrimi yapamadık, çünkü CIA geldi darbe yaptı, 1 Mayıs’ta Taksim’de ateş açtı. Sanki elektrik faturasını yatıramadı, arkasına sığınılan bahaneye bakın, devrim yapacaktın da CIA’yi mi hesap etmedin? Yapamadık demiyor da.

Sağda da durum aynı. Osmanlı çöktü, çünkü düvel-i muazzama bize kazık attı. Senin ona atmaya çalıştığından daha fazla bir kazık yok ortada, ayrıca bunu hesap ederek yola çıkmalısın, ne yapsın yani Osmanlı’yı mı kalkındırmaya çalışsın, herkes kendi çıkarını gözetiyor. Ve eklemek isterim ki, Avrupa devletlerinin burada yaptıkları her zaman da kötü değil, siz bir de Hintliler’e Çinliler’e sorun onu. Bir eşitlik üzerinden yürüyor işler, bu anlamda Osmanlı Avrupa’nın bir parçası. Müttefik yapmışlar, borç vermişler, yardım etmişler, tabii tam karşısında savaşmışlar da. Bizdeki hissiyat hiç öyle değil ama, sanki beş devlet habire birleşip Osmanlılar’a saldırmışlar, yok böyle bir şey. Almanlar’la Fransızlar da savaşıyor ama kültürel farklılık az olduğundan hemen bir dış mihrak edebiyatı olmuyor tabii.

Bir örnek vermek gerekirse, adamlardan borç alıp ödemeyince niye Düyun-ı Umumiye kurdular demenin ne mantığı var Allah aşkına? Sana savaşı açan Rusya, karşısında borç veren İngiltere, Fransa, seninle bir de savaşa girmiş adamlar. Saray yapacağına daha verimli kullansaydın, esas suçlu sensin. Aynısı Mısır’da da oluyor, tamam Celeste Aida’yı çok seviyoruz da sen neden Süveyş’ten gelen gelirlerle Verdi’ye beste yaptırmakla uğraşıyorsun, benim ülkem Afrika’da değil Avrupa’da diye kompleks yapıp paraları har vur harman savuruyorsun Mısır Hidivi? Borcunu ödemeyip hacze giden bankaya kabahat bulmak nedir Allah aşkına?

Bir Hindistan’a, Afrika ülkelerine, Arap topraklarına göre bizim Batı ile ilişkimiz daha karlı, biraz daha eşit bir ilişki. Marshall Planı ile para yollamış, IMF ile ekonomini kurtarmış, NATO’ya almış; sadece kötü şeyler yapmıyor. Ama hep dışarıya suçlamak daha kolay olduğu ve sorumluluktan kurtardığı için öyle tercih ediliyor. Cumhuriyet’in başından beri hep aynı taktik.”

Medyascope için sorduğumuz sorular ve Gürkan’ın yanıtları şöyle:

Müslümanların asıl sorunu sizce neydi/ ne?

Müslümanlar’ın ortak bir sorunu olduğunu düşünmüyorum. Bunun manalı bir analitik kategori olmadığını düşünüyorum siyaset ya da gelişmişlik seviyesi konuşurken. Dolayısıyla gelişmemiş ülkelerin ortak problemleri var, Ortadoğu’nun kendine has ortak problemleri var, Arap dünyasının ortak problemleri var, ama bence Müslümanlar’ın tek bir problemi yok.

Peki, İslam din-devlet ayrılığına karşı bir din midir?

Bunun cevabını ben değil bir ilahiyatçı verecek. Teorik kısım için şunu söyleyebilirim, İslam’ın Hıristiyanlık’tan farklı olarak siyasi yönü hep var, zira devletle yayılmış, Hıristiyanlık ya da Musevilik gibi değil. Dolayısıyla ümmetin liderliği ile ilgili, devlet idaresi ile ilgili yerleşmiş şeyler var. Pratikte ise kilise gibi bir organizasyonu yok dolayısıyla bir kilise-devlet ikilemi de yok. Buradaki sekülerleşmenin dinamiğini etkiler bu iki özellik, değişik parametreler çünkü.

7. ve 11. yüzyıllar arasında İslam dini entelektüel ve ekonomik canlılığın merkezindeyken 11. yüzyılda nasıl bir değişim başladı? 

Burada iki kollu bir sıkıştırma var. Bir yandan Şii-İsmaili muhalefetin şiddete başvurması, bunun sonucunda halk nezdinde itibarını kaybetmesi ve merkezi bir idare tesis eden Selçukluların medreseyle serbest fikir ortamını düzenlemesi var. Gazali burada kurucu bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Medreseyi örgütlüyor, aynı zamanda İslam’da akılcılığın bayraktarlığını yapan felsefecilere yükleniyor. Yükleniyor derken, yanlış anlaşılmasın, ortada kompleks bir tartışma var; Gazali çok iyi felsefe bilen biri, bugünkü gibi basit bir iki sloganla geçiştirilecek şeyler değil. Kaliteli bir düşünür yani, sadece vahiy akıldan önce gelir diyor. 

Buna tek cevap bir yüzyıl sonra İbn Rüşd’den gelecek, ama o sırada felsefeciler savaşı tamamen kaybetmiş olacak ve İspanya’dan sesini duyuramayacak, ki orada bile başı biraz belaya girdi aslında. İçtihad kapılarının kapanışı da bu sürecin bir ürünü. Bu medrese işi önemli çünkü hamilik her şey, eskiden filozoflar orada burada vezirlik, vergi memurluğu gibi görevlerle geçinmeye çalışırken, şimdi düzenli gelirle kendilerine hami olan bir devlet var. Maaş, statü, kütüphane… Bilgi ile iktidarın bir türlü bitemeyen evliliği. Bugün de durum farklı değil.

Öte yandan sufizmin de gittikçe önem kazandığını görüyoruz. Bu da akılcılığın önünü tıkayan bir şey, çünkü kalple Allahu Teala’ya ulaşmaktan bahsediyor. Akılla mantıkla değil, hissederek. Felsefenin bu gerilemesinin üstüne 13. yüzyılda Moğol istilasının getirdiği yıkım ve Coğrafi Keşifler’le ticaret yollarının değişmesi de eklenince Orta Asya, İran, Ortadoğu ve hatta Doğu Akdeniz’deki ekonomik durgunluk da başlamış oluyor. Çok basit anlattım, birçok şerh düşülebilir ama genel argüman ayakta kalacaktır.


Ulema-devlet ittifakı nasıl kuruldu?

Patronajın öneminden bahsetmiştim. İlim süreklilik isteyen bir şey, o kurumsallığı da hep aynı yer sağlarsa bir süre sonra mecbur o yerin paradigması içinde kalacaksınız. İlk yüzyıllarda öyle değildi, ancak Fatih sonrası kurulan medrese ve kadılık sistemiyle, ulema bir devlet memuru haline geldi. Devlet dağıttığı ihsanlarla ulemayı bir parçası yaptı, onlar da “din ü devlet” kavramını yarattı, ayrılmaz bir ikili oldu din ve devlet. Ama ulema ile devlet arasındaki ilişki simbiyotik, Baki Tezcan’ın son kitabında 1580-1826 arasındaki süreçte ulemanın nasıl belirli ailelerin domine ettiği bir kliğe neredeyse kapalı bir aristokrasiye dönüştüğünü görmek mümkün. 

Bu ittifak  entelektüelleri ve tüccarları nasıl etkiledi? 


Entelektüelleri nasıl etkilediği tahmin edilebilir, matbaa ve gazete de olmayınca, devletin kontrolü dışında bilgi üretimi imkansıza yakın hale geldi. Mesela, Avrupa tarihçiliği alt sınıfların, ezilmişlerin tarihine yöneldi, bir 50 yıldır bunlar popüler. Ama bizde bu grupların sesi duyulamıyor, çünkü devlet o kanalı monopolize etmiş. İsyancının ne düşündüğünü devletin belgelerinden anlamak zor, gene bir aykırı görüşün bu görüşü ezmiş bir yapının kaleminden anlaşılması imkansız. Osmanlı tarihçiliği bunu bir türlü aşamıyor, Avrupalılar gibi “alttan tarih” yapamıyor, maduniyyet (subaltern) temalı çalışmalar basit taklitlerden öteye nadiren gidebiliyor.Tüccarları nasıl etkilediğine gelince, bu ittifak devletin bürokrat hegemonyasında olmasına yol açtı. Yani bir tarafta East India Company gibi şirketler ya da Colbert gibi merkantalist yöneticiler var, öteki tarafta keyfi müsadere var. Zaten nesilleri aşan bir şirketleşme hiç olmamış, bankacılık gelişmemiş, bir de habire milletin malına el konması ya da zenginlerin ordunun iaşesine zorlanması gibi cezalandırıcı uygulamalar bir burjuva sınıfının önünü kesiyor. İngiltere’de ve Hollanda’da devlet bu sınıfı koruyor, bu sınıf onu bir yere kadar ele geçirmiş hatta. William McNeill Pursuit of Power’da çok güzel anlatır; savaşlar nedeniyle devletler bu kesimin finansman gücüne ve müteahhitliğine ihtiyaç duyuyor sürekli, birçok icadı bunlar gerçekleştirecek mesela. Ve kontrol edemediğini yavaş yavaş absorbe ediyor ve işte karşımıza o merkantalist devlet çıkıyor; bu dinamik sınıf aynı zamanda teknolojinin gelişiminde de öncü, hem de askerî teknoloji. Hükümetlere silah satma yarışı olmasa, birçok icat yapılmazdı.

Batı Avrupa’nın dinamikleri nasıl?


Avrupa’nın dinamikleri farklı. Orada bir kilise – devlet dikotomisi var. Devlet de bizimki gibi sadece bürokratların kontrolünde değil. Dolayısıyla aslında yapı üçlü. Kalkınma ile ilişkisi şu: Kapitalizm dinamizm, Kilise düzen ister. Biz sonunu gördüğümüz için kapitalizmi pozitif bir şey olarak algılıyoruz ama, süreç aslında çok acılı geçti. Sadece sömürgelerdeki insanlar için değil, Avrupa’nın kendi halkları için de. Engels’in “Die Lage der arbeitenden Klasse in England” (İngiltere’de İşçi Sınıfı’nın Hali) kitabını okuyanlar bilir. Sanayi Devrimi sırasında üç aile tek odalı bir evde yaşıyordu, insanlar tehlikeli işlerde sıfır güvenceyle çalışıyordu. Ekonomistlerin “yıkıcı yenilik” (disruptive innovation) dedikleri şeyin az biraz benzeri; tüm sistem altüst oluyor, bunu herkes istemez. Fabrika sahibi ister de, Kilise istemez, çünkü geleneği, aileyi ve düzeni savunur. Kapitalizmle uzlaşması zor. Hele hele hep fukaralığı özendirmeye çalışan Hıristiyanlık gibi bir din. Mesela, İslam’da ticaret övülür, Hz. Muhammed (S.A.V.)’nin kendisi tüccardır, Mekke bir ticaret merkezidir, Hicri Takvim tarım toplumlarının mantığına ters ay takvimi üzerine kurulmuştur. Oysa, Hıristiyanlık’ın ticaretle, parayla arası biraz daha mesafeli. Dolayısıyla buradan kapitalizm çıkmaz. Her iki tarafın da kendi alanını koruması üzerinden birarada yaşanabilir, ama önce bu alanın açılması lazım. Yasayı kardinale yaptırırsanız, böyle bir alan kalmaz, rantçı Kilise oraya çöker, verimsiz bir ekonomi yaratır. Aynı şey bürokratik merkez için de geçerli, onlar çok üretici olamazlar, girişimcilikleri azdır. Ticareti ve üretimi tamamen kontrol altına aldıkları an verimsiz rantlara yönelirler. Bizden niye Rockefeller ya da Bill Gates çıkmıyor sorusunun cevabı buradadır.

Olmaz Öyle Saçma Tarih’in  3. bölümünde  Osmanlı ve Türkiye’nin neden geri kaldığına değiniyorsunuz, tarihsel olarak baktığımızda nedenlerini nasıl sıralarsınız? 

Öncelikle geçerli olmayan nedenleri sıralayayım. Kadınlar saltanatı, yeniçeri ayaklanması vb. tekil açıklamalar çok zayıf kalıyor. Kadınlar niye yönetemesin bir kere değil mi? Eğitimsiz diyorlar ama padişahlar da aynı sarayda yetişiyorlardı, Harvard’a gitmiyorlardı. Kaldı ki, çocuk padişah ve krallar var. Artık bürokrasi modernize olmuş, monarktan bağımsız yönetiyor zaten. Bu son cümleyle bir başka nedeni, zayıf hükümdarlar bahanesini de ekarte etmiş olduk. Zaten bu lider kültü de tarih ve sosyal bilimlerde zayıf olduğumuzu gösteriyor, sistemleri konuşamıyoruz, tekil tekil adamları konuşuyoruz. İktidar, muhalefet, siyaset, futbol, eğitim farketmiyor, her yerde bir kurtarıcı. Bu kadar basit düşünerek çözüm ya da analiz üretemeyiz bu çağda.

Bir üçüncü sebep olan yeniçeri ayaklanması, bir grubun devlete ortak çıkıp kendi çıkarlarını öne koyması da geçersiz bir açıklama. Bu geriye doğru bir okuma, fitne çıkarma edebiyatı. Yani grupların çıkarları olamaz, devlet ve devlet çıkarı tektir. Bu bir illüzyon, pratikte böyle bir şey yok. Zaten aslında kapitalizm bunun tam tersinin doğru olduğu, gücün daha geniş kitlelerce paylaşıldığı yerde çıktı. Ya da kapitalizmin çıktığı yerde güç mecburen daha geniş bir tabanla paylaşıldı, hangisinin doğru olduğu tartışılır. Hollanda, İngiltere, Amerika hep güçsüz yürütmelerin olduğu yerler, klasik anlamda daha merkezi bölgelere çok geldi kapitalizm. 

Bu tip nedenler geçerli olamaz. İslam ile geri kaldı falan dediğinizde de karşı çıkarım, çünkü senin uyguladığın İslam’la alakalı bir şey bu bir, ikincisi gelişme sadece zihniyet işi değil. Yani bir yere kadar etkili ama Avrupa’daki akılcılığın buralara geç gelmesini sadece engelle açıklayamazsınız. 

Mesela matbaanın geç gelişini düşünün. Ne diyorlardı, hattatlar karşı çıkmış. Olmaz Öyle Saçma Şey! Bu garip iddiayı geçip Takiyüddin’in rasathanesini de kapsayalım ve ulema direnişi diyelim. Peki, acaba ulema direnişi niye aşılamadı, bu bir soru değil midir? Yani, para vakfı gibi yeni icatlarla şeri hukukun esnetildiği bir yerde kitap mı problem oldu? Saraya piyano alınıyorken, Bellini’yi İstanbul’a çağırıyorken, baskı harfleri mi kefere icadı olarak gördüler? Alakası yok. Esas üstünde durulması gereken oldu: Okuma potansiyeli yok. Zaten Hıristiyanlar ve Museviler arasında da matbaanın çok geç yayılmasından belli, onlar da okumuyor. Matbaa geldiğinde de zaten pek okunmayacak. Rakamlarla dövelim: Roger Chartier’nin verdiği rakamlara göre, Fransa’da 1690’larda okuma oranı kadınlarda yüzde 14, erkeklerde yüzde 28, tam bir yüzyıl sonra bu rakam kadınlarda yüzde 27’ye, erkeklerde yüzde 47’ye ulaşmış. Kadınlarda yüzde 27 ne demek, bizde kadınlar neredeyse hiç okumuyor! İsmail Erünsal’ın araştırmalarına göre, 200-300 bin kişilik Dersaadet’te 400 sıbyan mektebi var maksimum, onlar da 20-40 arası öğrenci alabilir. 

Bu dönemde Kuzeybatı Avrupa ise harıl harıl okuyor. Lawrence Stone’a göre İngiltere’de 1640’lardaki okuma yazma oranlarına bir daha II. Dünya Savaşı’na kadar ulaşılamayacak. Osmanlıların tuttuğu kesin rakamlar olmasa da, gene Batı kaynaklarından bazı fikirler elde etmek mümkün. Mesela Osmanlıların kaybettikleri Bulgaristan, Bosna gibi yerlerde Müslümanlar arasında okuma yazarlık daha düşük; gene Arjantin’e gelen göçmenler arasında 1914’te yapılan sayım bize en düşük okuma yazma oranlarının Osmanlı tebasından çıktığını gösteriyor. Bugün de okunmuyor, bu anlamda bir süreklilik var. Kişi başına okunan kitap sayısı bizde 0.125, Fransa’da 14, Japonya’da 22.

Peki, 1 milyon dolarlık soruya gelelim: Neden geri kaldık? Olmaz Öyle Saçma Tarih’in 3. bölümünde de anlattım, aslında biz geri kalmadık, onlar çok ileriye gitti. Yani açıklanmaya muhtaç olan şey şu: Nasıl oldu da Avrupa bir yüzyılda dünya üzerindeki topraklarını yüzde 34’ten yüzde 85’e çıkardı? Nasıl oldu da 3-4 devlet koskoca Afrika kıtasını 30 yılda paylaşıverdi? Bunları anlamak için önce Sanayi Devrimi’nin neden Avrupa’da gerçekleştiğini açıklamak lazım.

Burada görüşler şu eksenlerde: Kimisi kültürel faktörleri ön plana çıkarıyor, Weber’den esinlenerek. Türkiye’de de hakim olan anlayış bu, genel bir ruh var, bu ya iyi, ya kötü. Ben bunu çok açıklayıcı bulmuyorum. Ekonomistlerin çok sevdiği ikinci bir açıklama türü, kurumlar üzerinden açıklama. Timur Kuran ya da Daron Acemoğlu’nu sayabiliriz bu tip görüşleri savunanlar arasında. Acemoğlu’nun sosyal bilimler metodolojisi biraz zayıf ve genelde söyledikleri malumu ilam ama Timur Kuran’ın İslam hukukunda korporasyon kavramının bulunmadığı ve buna en yakın şey olan vakfın da kapitalizmle uyuşmadığı yönündeki argümanını ben çok değerli buluyorum. Ama kendimden başka da beğenen tarihçi görmedim. Eski bir siyaset bilimci olduğum için herhalde. 

Üçüncü bir açıklamalar zinciri de tarihi bir süreç boyunca yavaş yavaş Avrupa’nın dünyanın diğer bölgelerini eşitsiz bir ilişkiye ittiği yönünde. Bunu ilk Braudel söyleyecek, olaya sosyolojik bir derinlik ve Marksist kavramlar katıp, daha sert teorize etmek de Immanuel Wallerstein’e düşecek. Dedikleri şu: onaltıncı yüzyılda yeni bir ekonomik dünya ortaya çıkıyor, Sombart’ın Weltwirtschaft Braudel’in économie-monde dediği. Merkezi Kuzey İtalya’dan Antwerp’e, oradan da Amsterdam ve en sonunda Londra’ya kayacak. Merkezin özelliği nitelikli ve maaşlı işçilik. İşte bu ekonomi-dünya yavaş yavaş diğer bölgeleri kendisine bağlıyor, yani sömürmeye başlıyor. Bu bölgeler niteliksiz işçilik bazlı ekonomiler, serflik ve kölelik var. Verimsiz yani. Bu sömürü düzeni en sonunda 19. yüzyılda artık siyasi sonuçlar da doğurmaya başlayacak; Batı emperyalizmi bunun bir sonucu. Dünya sistemi teorisyenleri adını verebileceğimiz bu akımın içinde alternatif bir kanat daha var. Doğu ile Batı arasındaki farkı kapatılamayacak şekilde açan Büyük Kırılma’nın (Great Divergence) öyle tâ 16. yüzyılda değil, 18. yüzyılın ikinci yarısında, yani Sanayi Devrimi’nden hemen önce olduğunu savunuyor mesela Kenneth Pommeranz. Buna göre Braudel ve Wallerstein ekolü fazla Avrupa bazlıydı, Çin’i ihmal etti. Bazı tesadüfi faktörler nedeniyle İngiltere sanayileşirken Çin bu fırsatı kaçırdı. Kısacası Avrupa’nın yükselişi kaçınılmaz değildi diyorlar. Biraz tartışmalı ve biraz da dönemin geist’ına yani genel ruhuyla biraz fazla uyumlu, ama kulak vermemiz lazım, çünkü hem Andre Gunder Frank, hem Pommeranz çok titiz çalışan ilim adamları. Ama burası şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Çünkü, Avrupa’nın yükselişi nasıl açıklanırsa açıklansın, Osmanlı’nın buna niye ayak uyduramadığı sorunsalını hala çözemedik, muzip muzip bize sırıtıyor. Zira Osmanlılar, Avrupa’nın burnunun dibinde, İran gibi izole değil, Hindistan gibi sömürge değil. Değişim niye yakalanamadı? Ya da hakikaten yakalanamadı mı?

Ben burada da Osmanlıların çok kötü bir performans gösterdiğini düşünmüyorum. İmparatorluk yıkıldı belki ama arkasında geniş topraklı, Batı bloğu tarafından kabul görmüş, NATO üyesi bir devlet bıraktı. Alfabesini değiştirecek kadar güçlü bir Batılılaşmanın sonucu, dünyaya entegre bir millet yarattı, bakın bu çok zor bir şey. Tüm kodları bir anda değiştirmek, hem de bu konu savaşlar kaybederken yapmak. E sanayileşti ve modernleşti bir de. Türkiye’yi hep Fransa ile karşılaştırıyoruz, ama mesela bir Hindistan, İran, Mısır’la karşılaştırıldığında bence durumu o kadar da fena değil. Sömürge olmamış, 2-3 yıl hariç işgal edilmemiş, NATO’ya kabul edilmiş, Avrupa Birliği’nin kapısına kadar gelmiş. Bunlar az şeyler değil. 

Tabii daha iyisi olabilirdi, ama onca savaş kaybına, darbelere, toplumsal karmaşalara rağmen gene de kaydedilen aşamayı küçümsememek lazım. 1970’lerden sonra Kuzey Kore’nin yaşadığı gelişmeye ben de imrenmiyorum ama eğitim ve hukuktaki eksikliklerimizi tamamlamadan bizim o ligde oynamamız mümkün değil. İşin kötüsü bugünkü hatalarımızla bir 50 yıl sonrasını da heba ediyor olabiliriz. Bizde kim icat yapacak, Whatsapp’ı bulacak? Düşünün, bu sonuncusunun piyasa değeri 2014’te 19.3 milyar dolardı; bizim BOTAŞ, Tüpraş, Petrol Ofisi THY, Türkiye Elektrik’in yani en büyük ilk 5 şirketimizin toplam değeri 150 milyar lira, yani 25 milyar dolar ki bunlar 2014 değil 2019 rakamları. Muhtemelen dengelenmiştir. 

Peki hocam bulamazsa bunun nedeni nedir? Birincisi, öyle bir eğitim sistemimiz yok, üniversitelerimizde doğru düzgün laboratuvarlarımız yok, Bilkent dışında dünya standardında, bakın çapında demiyorum standardında diyorum, üniversite kütüphanemiz yok, okulda eğitim tartışma üzerine kurulu değil. İcat çıkarma diye laf var, oradan hesap edin. O yüzden de fikri üretimin çok azı orijinal zaten, çoğunluğu kolaj. En başarılısı Avrupa Yakası’nın senaryosunu düşünün, Will and Grace tarzı dizilerden basit kurguların üst üste harmanlanması. 

Hadi bir şekilde orijinal bir şey ürettin, böyle bir şeye yatırım yapacak vizyoner bir finansörü nereden bulacaksın? Herkes kahveci açmak veya müteahhit olmak istiyor. Hadi yatırımcıyı da buldun, Facebook örneğinde olduğu gibi ortaklar arasında bir problem çıktığında hukuk bunu şirkete zarar vermeden çözebilecek mi? Hiç sanmıyorum. Ekşi sözlüğün başına gelenleri bir düşünün, sonra David Fincher’ın The Social Network’ünü izleyin, dediğimi anlayacaksınız. 

Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan kimdir?

Yüksek lisansını Bilkent, doktorasını ise Georgetown Üniversitesinde tamamlamıştır. Sultanın Casusları ve Sultanın Korsanları adlı kitapların yanısıra, Akdeniz ve Osmanlı tarihi üzerine Türkçe, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca ve Almanca birçok bilimsel makale kaleme almıştır. 14. Kadir Has Ödülleri’nde layık görüldüğü Gelecek Vadeden Bilim İnsanı Ödülü’nün yanısıra, Türkiye Bilimler Akademisi kendisine Üstün Başarılı Genç Bilim Adamı ve Bilimsel Telif Eser ödüllerini vermiştir. FluTV’de Olmaz Öyle Saçma Tarih programını yapmaktadır.

Become a patron at Patreon!