“İnsan toprağından ve evinden zorla koparılınca anılarını korumak için mücadele vermek zorunda kalıyor”

Ege Dundar

Ege Dündar ile yakında İngiltere’de raflarda yerini alacak şiir kitabı üzerine söyleştik. Sorularım ve yanıtları şöyle:

“All these things aren’t really lost” kitabınızın adı ve bu cümle çok şey ifade ediyor. Peki sizi, ailenizi ve yaşananları bilmeyen biri için kitabın yeri ne olacak sizce?

Bence herkes kayıp duygusuyla empati kurabilir veya kurabilmeli… Herkes bu kelimenin kendisi için anlamını düşünmüş ve tartmış olmalı. Kaybedilmiş ile kazanılmış olanı, doludizgin sevilen şeylerin bir günde yokoluşunun anlamını sorgulamış olmalı…

Evden uzak düşmek de böyle bir şey sanırım… Geçmişin kalıcılığı, ona tutunamamamızda yatıyor aslında… Belki de yarına o kadar odaklıyız ki, dünün, bugündeki etkisine kör olabiliyoruz. Biricik köpeğim Tarçın, 7 yaşında hastalanıp da ben uzaklardayken İstanbul’da son nefesini verirken bunu düşünüyordum.

Anılarımızla beraber hayatın da büyük kısmını yitirdiğimizi varsayarak, kendimize ve çevremize yazık ediyoruz bence… Şimdi köpeğim Zuzu var ve Tarçın beni hiç terk etmemiş gibi, yıllarca eksilmiyor da bugüne yankılarıyla çoğalıyor gibi.

İki kolumuz, iki gözümüz, on parmağımız olması bunların hepsi birer mucize. Herhangi birinin yokluğu hayatı çok daha zor kılabilirdi. Minnet duyabilmek güzel şeylere zorla çekip koparılsalar bile. Eğer yaşanan herşeyin sonrasında veya çok sonrasında yitirildiğini var sayarsak bu kapana kısılmış, pesimist ruh hali kişiden topluma da yansıyor.

Bu kitap, arada hissettiğim tükenmişlik duygusuna bir isyan olsun istedim. “Aslen bütün bunlar yitirilmedi, içimizde uleyn” dercesine… Çünkü öyle… Asırlarca devlerin omuzlarında sürüklenmiş bir aydınlık mücadelesi, sürgünler, hapis cezaları; veya seçimlerle bitirilebilir mi? Aktivizm ve insan hakları mücadelesi de benzer bir inat ile besleniyor ve bileniyor diyebiliriz. Tarihte sonsuz örneği var bu direnişlerin… Kitap, köklerinden koparıldığını hisseden, hem özel hayatında hem yaşadığı toplumda mücadele vermek zorunda kalan gençlere ilham olur umarım. Gittikçe ortaklaşan sorunlarımıza; eşitsizliğe, açlığa, savaşlara, afetlere karşı tek bir cephemiz var: dayanışarak, sürdürülebilir şekilde yaşamak.

Kitap fikri nasıl ortaya çıktı?

Yıllardan beri birçok şiirim birikiyordu, defterlerde, ders kitaplarının köşelerinde… Hep bir kitabım olsun istemiştim, hep sıkı bir okur olmuş bir anne ile gazeteci yazar bir babanın oğlu olarak büyümenin etkisiydi sanırım. Yaklaşık iki buçuk yıl önce, çoğunlukla cep defterlerinde biriken, karınca duasıyla yazılı satırları deşifre etmeye giriştim. Bu süreçte kendimle, yaşadıklarımla, hissettiklerimle de yeniden tanıştım, yüzleştim. Onca şey olağanüstü bir hızla arka arkaya yaşanınca ve çoğu acı verici olunca, insan hafızası, bir koruyucu refleks ile kollayıp örüyor oluşan yaraların etrafını; örümcek ağını veya dumanı andıran perdelerle kaplıyor yaşanan anları, iyisiyle kötüsüyle anıları… İnsan, toprağından, evinden zorla koparılınca anılarını korumak için mücadele vermek zorunda kalıyor. Yıllarca itinayla tuttuğum defterler, işte o anların gizemli perdesini aralamamı sağladı, kendimle yeniden tanışmama vesile oldu. Unuttuklarımı, bugünün gözüyle hatırlayıp yeni bağlar kurmama imkan verdi. O yüzden herkese bir defter tutmayı öneriyorum. Bir de çocukluğumdan bu yana her doğum gününde mumları, bir kitabım olmasını dileyerek üflemiştim, artık gerçekleştiğine göre söylememde sakınca yoktur sanırım…

Kitap kapağını nasıl seçtiniz? Fotoğrafın özel bir nedeni var mı?

Aslında seçtiğimiz ilk fotoğraf, Berlin’de bir sokak arasında, el ele tutuşan annemle babamın resmiydi.

Hem benim kendi yaratılış hikayem, hem de onların ayırıldıkça yeniden bir araya gelmesini, atılan her çeşit çamura karşı direnişlerini sonsuzlaştıran bir kareydi. Bu fotoğrafta karar kılmıştık, ancak yayıncım, bir kaç danışma sonucunda, başka bir resim istedi. Bunun üzerine eski fotoğraflarıma bakarken, yedi yıl önce çektiğim bu fotoğrafı fark ettim.

İstanbul’daki evimizden bir sokak aşağıda… Tabii o dönem, başıma bunca şeyin geleceğini bilemezdim ama sezmiş olmalıyım ki orada o resmi çektim. Dikenli teller, güneşi kesiyor gibi sanki, kanı andırarak dökülen ışıltı parlak, bir yol veya köprü sanki, uzakta bulutlardan bir bayrak. Elbette bu ülkenin tarihinde aydınlara ne ağır acılar çektirildiği iyi biliniyor. İnsanlık tarihi de bu örneklerle dolu, hele ki haksızlıkların tavan yaptığı bölgelerde… Baskıya rağmen doğru bildiğine baş koyan, yalanlarla cezalandırılan, sürgüne yollanıp canı kanatılsa da insani değerleri savunan, toplumları ileriye taşıyan örnekler… Yaşatılan bütün eziyeti, yüzleşilen onca nefreti dökülen bunca teri ve kanı, güneşimsi bir parıltıya çevirmiş nice insan var: Gelileo’dan Mücella Yapıcı’ya, Sisyphus’tan Can Atalay’a kadar… Kapaktaki fotoğrafın işte bu ruhu temsil ettiğini hissediyorum.

“Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur” diyor hani şair, bu şiirler nasıl bir duygusal yolculukta yazıldı?

Herkesin hüznü, neşesi, çabasıyla yaşama şiir kattığı bir ülkeden yetiştiğimi hissediyorum. Şiirin yaşamın özünden damıtıldığı göz önüne alınırsa, neşesi ve hüznüyle duygusal anlamda zengin bir hayat sürdüğümü söyleyebilirim. Bende renklerini hala koruyan bu deneyimler için, dünyanın dört bir yanından tanıştığım insanlara, hikayelerine ve ilhamlarına minnettarım. O anlar ve insanlar olmasaydı bu şiirler eksik olur, nicesi var olmazdı. Seyahat etmek de şiirimi çok etkiledi tabi… Türkiye’den üniversite için ayrıldığım 2014 yılından sonrası vize kısıtlamaları, seyahat ve çalışma yasaklarıyla geçti. Başıma gelen her şey, kendi sesimi ve karakterimi bulmama büyük katkı yaptı.

Türkiye’de sevgi dolu, korunaklı bir iklimde yetiştirildim. Belki babamın profilinden ve belli seçimlerimden, yaşadıklarımız ve yaşatılanlardan, kendimi arayışım sekteye uğramış olabilir. Bu yüzden bu kitabın ana yolculuğu, benliğin keşfi değilse de arayışı. Bence herkes bu benliğine yolculuk deneyiminden geçiyor kimi zaman yabancılaşıyor. Ülkesine dönemediği gibi, kendi haline de dönemiyor bazen.

Benlik, bu arayışta ortaya çıktıkça, şiir de bir iç diyaloğa, bir büyülü sorgulamaya dönüşüyor. Belki de bu yolculuk, kendinden sürgün edilme, bir gün o huzurlu eve geri dönebilme umuduyla ilgilidir. Ki umuda muhtaç olanlar can yakıcı birşey olduğunu iyi bilir. Belki de artık dönülecek bir yer yoktur. Yine de orayı ve orada yaşamış, yaşanmış olanları anımsayıp anlam bulmak önemlidir. Yoksa yolda biriken adımların izleri, unutkanlığın sinsi sisi içinde silinir gider. İşte o zaman anlam kuraklığı çekeriz. Koca bir hayatı yaşamamışız, o zorlu sınavlardan, sancılı ilişkilerden ve derin kayıplardan geçip bugünlere gelmemişiz gibi… Yalnızca kötü maziye veya yarının büyüsüne odaklanmak, büyük bir ziyanmış gibi geliyor bana. Tabii henüz 28 yaşındayım, bir 10-20 yıl sonra bir daha konuşmak lazım.

Kelimelerle kurduğunuz dünyanın iyimser olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, sanırım bu, her şeyin kaybolmadığına dair kendimi avutmak için bir dürtü. Bulunduğum noktada “gerçekçi” veya “pesimist” olmak demek, sevdiklerimin yokluğumda ölmeye devam edeceklerini, doğduğum topraklara uzun bir süre belki bir daha asla dönemeyeceğimi düşünmektir mesela. Bir başkası için bu, kanser babasının başını beklerken onun ölümünü düşünmek olabilir. Demem o ki, zor duruma bırakılan insanlar direnecek gayretleri varsa ellerinden geleni ortaya koymak veya vazgeçmek, boyun eğmek zorundalar. Bu direncin inatçı bir iyimserlik olduğunu söylenebilir.

Kitabın çıktığını duyurduğum paylaşımımda arkamda güneş parlıyordu, bir çocukluk arkadaşım güneş saçıyorsun diye yorum yaptığında pek düşünmeden “ee o güneşi ne özel yerlerden, insanlardan topladık, yonttuk” dedim. O sırada aklımdan Deniz Gezmiş, Hasret Gültekin, Neşet Ertaş, İsmail Hakkı Tonguç, gibileri, Nazım Hikmet, Leonard Cohen, Lui Xiabo ve daha nicesi geçti. Sadece böylesi isimler değil, Türkçe ve İngilizce edebiyattan tarih ve psikolojiye nice hocalarım, yalnız kaldığımda yardıma koşan Binnaz Ablam, Filiz Ablam, onca iyi niyetli insanın güneşinde gerinerek yetişmek büyük ayrıcalığımdı benim.

İnsan ailesindeki ve ardımızdaki engin geleneği, destek ağını asla unutmamalı, sık sık birbirine hatırlatmalı. Bu aile biyolojik veya seçilmiş, yerel veya sınırlar ötesi olabilir. Tükenmişlik duygusu ne kadar ezici olsa da, nice devin omuzlarında yükselerek öğreniyoruz yürümeyi. Bu gittikçe kötüleşir gibi görünen dünyada bir iyilik varsa, ondan vazgeçmeyen herkesin gönlünde olsa gerek, her zaman apaçık görünmese de. Bu yüzden kitabın ismi “All these things aren’t really lost” yani bunca şey aslen yitirilmedi. Kaybolmadıklarını söylemiyorum. “Büsbütün aslen, tamamen kaybolmadı” diyorum. Tabii ki çok şey kayboldu, yitirildi. Şair İlhan Çomak’ın 29 yıldır hapis yatıp 1 sene kala salıverilmediği, Aslı Erdoğan’ın hastalıkla sürgüne zorlandığı bir ülkeden, eşitsizliği iliklerimize kadar hissettiren bir coğrafyadan geliyoruz. Ancak sınır tanımayan hastalık, doğal afet, savaş veya açlık, gelir eşitsizliği gibi sorunlar tek başımıza çözebileceğimiz şeyler değil. İnsanlar/ ülkeler arası dayanışma zincirleri oluşturmadan mümkün değil.

Yitirilen şeylerin bir kısmını, tekrar hayal ederek getirmek filan mümkün değil tabii biliyorum. Ama sürekli, “bitti, geçti gitti” işte demeye de ruhum isyan ediyor. Devam edilecek yol yeniden, sıfır kilometre başlamıyor ki. Duyguların arkeolojiyle uğraşan yazarlar gibi üzerine zamanın tortusu biriken hislerimi, satırlarla kazıyınca, sanırım gençliğin optimism ve idealizm duygusu görülüyor. Yine de bu bakış açısının yaşlandıkça da kıymeti olacağını düşünüyorum. Küçük mumların karanlık odaları aydınlatabileceğine inanıyor ve her gün diretilen bu haksız acımasızlığa, aktif ve yaratıcı olarak karşı koymayı seçiyorum.

Peki, şiir ile karşılaşmanız ne zamana denk geliyor?

Şiirle sevdam muhtemelen çocuklukta başladı. Annemle babamın başucumda okuduğu şiirler olmalı, sonra tabii babamın belgesellerinden çok şey öğrendim. Örneğin Nazım Hikmet’in, Neşet Ertaş’ın, Türkiye’nin “Yıldızları’nın” hayat hikayelerini detaylarıyla izleyebilmek bir okul gibiydi. Büyülüydü o belgeseller, tarih şiirselleşiyor gibi hissederdim izlerken, ama gerçekliğini kaybetmeden şiirselleşiyordu. Şair, öyle olmadığını inatla söylese de, ben onun kaleminde şiirin ve geniş ailesi edebiyatın keskin ruhunu hep sezdim. O belgesellerden etkilenmiş olmalıyım ki daha çocukken “sen kimsin” dendiğinde kahkahalara sebep olarak “ben şairim, şiirlerim var” dediğimi hatırlıyorum.

İlk etkilendiğiniz şiir hangisiydi? Ve ilk ilham olan şiir neydi?

İlk etkilendiğim şiiri doğrusu hatırlamıyorum, ama uzun yıllar önce ailece, ortak çaba ile yazılan Duvar kitabı beni hala etkiliyor. Büyük bir duvarın iki yanına savrulan Yunan ve Türk çocukların birbirlerinden haberdar olmasıyla kavuşma çabalarını anlatan bir masaldı 2010’da ben 10 yaşındayken yayınlanan bu duvarları aşma mücadelesinin sonraki yıllarımı öngördüğünü hayal edemezdim.

O zamandan bugüne, yazabilmek, bu garip yaşantıda dertleşebileceğim bir kadim dost oldu bana. Hele ki üzerine titrenen bir tek çocuk olarak bu ifade kanalı, yetişmemde elzemdi. Babam, bir gün yalnız kalırsam tarihin büyük ustaları, şairleri, bilginleri ve gezginlerinin bana dostluk edeceğini söylemişti. Uluslararası Yazarlar Birliği PEN’de yedinci yılına yaklaşan çalışmalarım sayesinde, bunun sadece geçmişte kalmış bir dostluk değil, bugün dünyanın her yerinde birbirilerini destekleyen yazarların oluşturduğu, yararlı bir dayanışma ağı olduğunu gördüm. Önayak olduğum “İlkyaz Genç Yazarlar”, “Tomorrow Club”, “Creative Witnesses” gibi projelerin temeli de buydu: Parçası olduğumuz gündelik ve tarihsel bu geniş ailenin farkına varabilmek, sosyal, ekonomik ve ideolojik düşüncelerimizden öte duygu dünyalarımızı ifade edebilmek birbirimize, daha çok dinleyip okuyarak farklarını ve benzerliklerini sezebilmek… Çoğumuzun evimiz yanıyormuş gibi hissettiğimiz bugünlerde, hepimizi ortak etkileyen konularda, haklı seslerimizi topluca yükseltebilmeliyiz.

Hayattan acı verici bazı dersler alıyoruz çoğumuz. Tutup bırakmadığınız dersler var mı?

Evet, sanırım birçok ders aldım. Çoğu aile üyemizin, nice sevdiğimiz insanın başından geçenler zor şeyler, ama her birinin mücadele biçimleri, şiirin özündeki o ilham gibiydi, dünyayı dayatılandan başka görme cürreti ve prensiplerle yaşama münasebeti. Hem de ağır baskılar, uyduruk ithamlar, ardı arkası gelmeyen yalanlar, sırttan bıçaklamalar eşliğinde… Bir zamanlar peşinden ayrılmayan insanların bir anda sırra kadem basması, ya da fenası çamur atması, ama buna rağmen gerçeğin yüzeye vurma inancı, mücadelesi… Belki de en önemli ders şu: Daha sabırlı olmak ve birbirimizi, Zweig’ın dediği gibi insanlık tarihinin karanlık semasına yıldızlar gibi saçılan parlak sesleri dinlemek… Yaşadığımız çoğu şey, daha önce yaşandı.

Sadece Türkiye, Ortadoğu veya Batı da değil, baskıya karşı duran insanların, çeşitli coğrafyalardaki kararlı mücadelelerini, örneklerini de merak salıp araştırmalı… Guantanamo Hapishanesinde yıllarca işkence görüp yine de nefrete karşı bayrak açan Mohemmedou Oud Slahi gibileri mesela… Akla hayale sığmaz kayıplarla başa çıkmanın yollarını aramış pekçok insan, bana her zaman ilham verdi Annemle babamın o yaşlarında sürgünde mücadelesi, herşeye baştan başlama zorunluluğuna karşı tutumları da öyle… İnsanlık tarihi, bir dayanışmalar ve ayrışmalar tarihi değilse nedir? Tarihimizi ve şu anki tehditlerin büyüklüğünü az çok anlıyorsak, hem yüce devlerin omuzlarında hem de korkunç bir uçurumun yamacında durduğumuzu görmek zor değil. Ya bu ortak mirası yüceltip taçlandıracağız ya da kazanımları çevremizdeki doğal yaşamla beraber çarçur edeceğiz. Kaç kuşakta, kaç insanın, ne zorlu mücadeleler verdiğini ve doğumdan itibaren beri yürüdüğümüz o uzun yolu unutmamalıyız. Mücadele gücünü ancak, bizi ayakta tutan prensipleri onurlandırdıkça bulabiliyoruz. Yoksa anlamsız, içi boş veya çürük gibi hissettiriyor, aşırı bireyselci, tüketim toplumunun yaşam değerleri… Görkemli mağlubiyetlere karşı, bir şiirimde yazdığım şu satırları, kulağa küpe olarak önerebilirim:

“Ne olduğumu anladım sonra,

yıllarca bir yap boz parçası olarak,

‘diğerlerinin’ eksikliğinde,

kendini tanımlama çabası ,

ve bükülüp kırılmak kolayca,

tek başına, büyük resmi görene dek,

başkalarıyla…”

Şu aralar en çok ne anlatmak istiyorsunuz?

Bu sıralar en çok anlatmak istediğim şey, hikayemin şiirsel anlamda gerçeküstü olmayan hali. Tam biyografik olmasa da, yaşadıklarımı açıklık ve dürüstlükle henüz anlatmadım. Belki parça parça anlatsam da, şiirin büyüsüne iyice bulanmıştım. Bu yüzden şimdi kısa hikayeler yazmayı deniyorum. Hayatımdan tanıklıkları bir seri kısa öykü ile anlatmak istiyorum. Ülkeye en kısa zamanda dönebilmenin yanısıra tabii kitabın Türkiye’de, Türkçe basılabilmesini de umuyorum. Çoğu şiir İngilizce yazılsa da kimisinin Türkçesi var. Profesyonel bir çevirmenin gözetmenliğinde onları da çevirebilmeyi, Türkçe bir şiir kitabını öncelikle anneanneme dedeme ve babaanneme gururla okutmayı çok isterim.

Ege Dündar kimdir?

Şair, aktivist, piyanist, genç, sürgün gibi tanımlar insanları anlatmakta dar kalıyor. Yakında ülkesine dönmeyi, ölene kadar da yazmayı umut eden, genç yazarlardan dünya çapında devasa bir aile kurmayı düşleyen biriyim. Başkalarından üstün olmadığını hisseden, aslında her geçen gün herkesten daha az farkı olduğunu sezen biri… Üç aşağı beş yukarı, hepimiz aynıyız. Aynı değilsek de, aynı sorunların kurbanıyız. Bu bütünlük duygusunu edinemezsek, zamanla veya onca kayıp kapıya dayanınca, zorla öğreniyoruz.

Cohen’in dediği gibi “her yürek, varacak aşka bir muhacir gibi olsa da…”

Become a patron at Patreon!