“Kılıçdaroğlu istifa etmediği için demokratik tartışma ortamı kurulması çok zorlaştı”
Türkiye tarihinin en kritik seçimi olarak adlandırılan Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden neredeyse üç ay geçti. Bu üç ayın sonunda en çok konuştuğumuz konu, muhalefet partilerinin seçim yenilgisini üzerinden atamaması ve muhalif seçmene umut aşılayamaması. Le Moyne Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Dr. Yunus Sözen ile Türkiye’nin yaşadığı durum üzerine söyleştik.
Türkiye’nin içinde olduğu ruh halini iki cümle ile özetlemenizi istesem ne derdiniz?
Türkiye’yi bilemiyorum ama muhaliflerin önemli bir kısmında hezimet sonrası yılgınlık en kuvvetli duygu gibi görünüyor. Özellikle de Türkiye’ye doğru yaşanan kitlesel göçün ve Türkiye’den dışarıya giden göçün boyutlarını ve niteliğini gören ve önemseyen muhalifler, hali hazırdaki rejimin 5 yıl daha kazanmasıyla beraber, ülkelerini yitirmekte olduklarını görüyorlar ve bunun ağırlığı altında çaresizlik hissediyorlar bence. Tabii bunlar benim kişisel gözlemlerim, bir araştırmaya dayanarak söylemiyorum.
Türkiye nasıl bir rejimde yaşıyor? Seçimli otokrasi?
Evet. Türkiye, kendisi de zaten adaletsiz olan seçim rekabeti dışındaki demokratik mücadele alanlarının kısıtlı olduğu, iktidarın yargı ve medyayı araçsallaştırdığı, tipik bir seçimli otoriter rejim. Bu rejime rengini veren ideolojik karakterini de göz önünde bulundurursak, bu aynı zamanda kısmen de olsa başarılı bir toplum mühendisliği yapmış ve yapmaya devam da eden bir rejim. Bu ekonomi ve kültür politikaları ve demografik dönüşüm yollarıyla kısmen başarılı da olmuş ve halen devam eden toplum mühendisliğinin amacı da Türkiye’yi yüzyıllardır içinde bulunduğu toplumsal özgürleşme, sekülerleşme ve demokratikleşme tarihsel patikasından çıkartmak gibi görünüyor bana. Tabii bir siyasal rejimi tek başına iktidarın yaptıkları tanımlamaz. Muhalefet de yaptıklarıyla rejimin karakterini belirlemekte rol oynar. Önce, seçimleri kazanmaktan çok, dar çıkarların çevresinde seçim sonrası paylaşıma odaklanmış olan muhalefet, bu otoriter rejimi dönüştürmekte başarısız oldu. Şimdi de, CHP liderliği, çok basit ve muhalefetin rekabetçi karakterini koruyabilmesi için elzem olan istifa mekanizmasını çalıştırmayarak, ülkedeki rejimin otoriterliğini sağlamlaştırıyor, muhalif iradeyi yıkıyor, rekabetçi otoriter rejimin, hegemonik otoriter bir rejime dönmesine katkı sunuyor. Kısaca, Türkiye’deki otoriterlikten bahsederken artık muhalefet liderliğinden ve özellikle de CHP liderliğinden ve onların yaptıklarından da bahsetmek zorundayız.
Muhalefette nereye gidiyor iş? Muhalefetin toparlanabilmesi için gerekenler neler? Kılıçdaroğlu’nun aldığı pozisyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Artık işleri çok zor. Öncelikle, aday olabilmek için elitler ve seçmen katındaki muhalefet işbirliğini yıpratmış ve üstüne de hem başkanlık hem de meclis seçimlerinde hezimete uğramış Kılıçdaroğlu ve çevresindekiler hemen istifa etmeliydi. Yenilgi o kadar büyük, iktidarın önümüzdeki 5 yılda rejim konsolidasyonunun başarma ihtimali o kadar yüksek ve iktidarın kendi ideolojik öncelikleri doğrultusunda uygulayacağı ekonomi, eğitim, kültür ve göç politikalarının etkisi o kadar kuvvetli olacak ki, muhalefet liderliği demokratik olanı ve sorumluluk duygusunun gerektirdiğini yapıp seçim sonrası istifa etselerdi bile, olumlu katkısı sınırlı kalabilirdi.
Ama istifa etmeleri iki bakımdan muhalefetin yenilgisinin etkilerini biraz olsun hafifletebilirdi. Birincisi, istifa mekanizması muhalefetin, Gezi’de geniş kesimlerin gözünde kazandığı ve bu seçimde de büyük ölçüde zayıflayan ahlaki üstünlüğünü kısmen de olsa restore edebilmesini sağlardı. Gezi, AKP’nin demokrasi kavramı üzerindeki ideolojik tahakkümünü yıkmış, o zamana kadar Türkiye’deki otoriterleşmeyi demokratikleşme zannetmiş liberal-muhafazakar entelijansiyanın Türkiye’yi ve AKP’yi anlama perspektiflerini zayıflatmış ve rejimin otoriterliğini apaçık ortaya çıkartmıştı.
2023 seçimlerindeyse, muhalefet liderliği, özellikle de Kılıçdaroğlu ve CHP Genel Merkezi, kısmen yine aynı liberal-muhafazakâr entelijansiyanın da desteğiyle beraber, Gezi’de halk tarafından kazanılmış bu ahlaki üstünlüğü çarçur etti. Adaylıktan, seçim kampanyasına kadar bunun çok sayıda sebebi vardı. Örneğin benim ilk aklıma gelenler, Kılıçdaroğlu adaylığının Türkiye’den daha az gelişmiş ülkelerdeki başkanlık sistemleri de dahil olmak üzere, çok sayıda başkanlık sisteminde uygulanan ön seçimlere dayanmaması. Bir sene, belki daha uzun bir süre boyunca, muhalif medya üzerindeki gücünü kullanarak adaylık kampanyası yaptığı ve diğer muhalif adayları yıprattığı halde, 2022 sonunda hala açıkça öne çıkan muhalif adaylar arasında halk desteği en düşük olan adayın, yani Kılıçdaroğlu’nun, partisinin üzerindeki otoriter gücünü kullanarak adaylığını dayatmayı başarması. Kampanya sırasında, iki turlu başkanlık seçiminin birinci turunda, anayasal ve demokratik haklarını kullanarak aday olmuş üçüncü adaylara karşı linç kampanyaları ve çekilme baskıları yapmak – bu adayların kendilerini ve tabanlarını demokratik siyasetle ikna etmeye çalışmak yerine. Küçük, sağ veya uç sağ partilere yürütmede başkan yardımcılıkları ve bakanlıklar ve yasamada milletvekillikleri vererek, temsil güçlerinin ve toplumsal desteklerinin çok üstünde güç vermek. Bu demokratik temsile aykırı gücün üstüne, sola açık cumhuriyetçi seçmenin üzerinde çarpıtmalarla dolu stratejik oy baskısı uygulayarak korku siyaseti yapmak ve TİP gibi sol partilerden onları uzaklaştırmak. Onun yerine, bu seçmenleri, içinde DEVA, Gelecek, Saadet Partisi gibi bu seçmenlerin çıkarlarına ve fikirlerine aykırı partilerin de olduğu ortak listelere oy vermek zorunda hissettirmek, geniş kesimlerin meclisteki demokratik temsil haklarını çarpıtmak. Kılıçdaroğlu’nun, bir yandan AKP’yi ve Türkiye’deki otoriter hiperbaşkanlık sistemini eleştirirken, diğer yandan, başkan seçilse bile, partinin genel başkanlığından istifa etmeyecek olması. İki tur arasında, gizli kapaklı anlaşmalarla, tamamen yeni söylemlere dönmek ve güç paylaşmak. Bu muhalif söylemler ve eylemlerin bazıları otoriter rejimi seçimlerle değiştirmek amacının muhalif siyasetçilerin tarafından pek de umursanmadığını gösterdi. Ama esas olarak, bunların her biri kendi içinde anti-demokratik eylemler olduğu için, muhalefetin ahlaki üstünlüğüne büyük zarar verdi.Hezimetten sonraysa, başkan adayı Kılıçdaroğlu’nun ve onun ana kadrosunun asgari demokratik sorumluluklarını yerine getirerek istifa etmesi, her şeye rağmen, muhalefetin demokratik ahlaktan biraz olsun nasiplenmiş olduklarını gösterebilirdi. Ancak, Kılıçdaroğlu istifa etmek bir yana, aynı şekilde siyasi partisi ve medyası üzerindeki otoriter güçlerini kullanmaya devam etti. Üstelik, onun bu riskli adaylığını destekleyen kimse de sorumluluk almadı. Adaylık sürecinde başta İmamoğlu olmak üzere, CHP içinde öne çıkan diğer başkan adaylarını yıpratma kampanyalarını, stratejik oy kampanyalarını ve üçüncü adaylara linçleri destekleyen, araştırma şirketi yöneticilerinden, entelektüellere, kimsenin sorumluluk almaması, artık muhalefetin siyasi ve fikri liderliğinde demokrasinin kırıntısının bile kalmadığını apaçık ortaya koydu. Bana göre bu bir ahlaki çöküş manzarasıdır ve muhalefetin toparlanmasını zorlaştıracaktır.
Kılıçdaroğlu ve ekibinin istifa etmesinin muhalefetin toparlanmasına asıl yararıysa, otoriter parti içi araçların kullanılmayacağı bir sürecin önünü açacak olmasıydı, yani demokratik tartışmaların ve mücadelenin önünü açması olacaktı. Ama maalesef, Türkiye’nin otoriter rejimi ve Türkiye’deki partilerin otoriter yapısını göz önünde bulundurunca, Kılıçdaroğlu kendi istifa etmediği için, demokratik tartışma ortamı kurulması çok zorlaştı artık. Ancak eğer istifa etseydi, açık uçlu demokratik süreçler işlemeye başlayabilirdi.
Partinin içinden ortaya çıkacak farklı adaylar, geniş muhalefet ve CHP hakkındaki görüşlerini kamuoyunda tartışmaya açabilirlerdi. Demokratik mücadelenin önü açılırdı. Bu bir canlanma da getirirdi. Muhalefet açısından en önemlisi de, CHP liderliği için aday olan kişiler, neden kendilerinin geniş muhalefet içi işbirliğini en iyi örgütleyebilecek lider olduklarını anlatabilirlerdi, neden kendilerinin hem HDP, hem İYİ Parti’yle sağlıklı diyalog kurabileceklerini hem de kendi tabanlarını tekrar mobilize edebileceklerini anlatabilirlerdi. Yani Kılıçdaroğlu’nun istifasını istemek, sadece liderlerin demokratik sorumlulukla hareket etmesini istemenin gereği değildi. Aynı zamanda, yapıların farkında olan, partideki ve rejimdeki otoriterliğin farkında olan yurttaşların talep etmesi gereken bir şeydi. Demokratik yurttaşın sorumluluğu Kılıçdaroğlu’ndan razı olmak değil, onun demokratik muhalefetin önünü açmasını istemekti. Bir başka ifadeyle, Kılıçdaroğlu’nun istifasını istemek, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı tercihlerin bir maliyeti olmasını istemenin ötesinde, muhalefetin hayatta kalmasını istemekle, ülkenin otoriter rejim için dikensiz gül bahçesine dönmesine karşı çıkmakla ilgiliydi. Şimdi, demokratik fikirlerin, muhalefet içi işbirliğinin en iyi yollarının tartışılmadığı, Kılıçdaroğlu liderliğinin sürekli müdahale ettiği bir sürecin içinde, kapalı kapılar ardında, dar çıkar hesaplarının, delege oyunlarının öne geçeceği bir mücadele yaşanacak.
Özetle Kılıçdaroğlu, adaylık sürecinde ve seçim sonrası yaptıklarıyla otoriter bir lider olarak siyaset oyununu oynadığını gösterdi. Erdoğan’dan en büyük farkı şu: Erdoğan, kendi temsil ettiği toplumsal kesimlerin çıkarlarını nispeten iyi koruyabilen bir lider. Kılıçdaroğlu’ysa, iç içe geçmiş gruplar olan, muhafazakâr cumhuriyetçi, cumhuriyetçi demokrat, seküler milliyetçi veya sosyal demokrat geniş kitlesinin, siyasal fikirlerini ve çıkarlarını ya umursamıyor ya da onları seçim döneminde sürüklenebilecek topluluklar olarak görüyor. Dar çıkarların peşinde veya etkisinde, bu geniş kesimlerin geleceğini ateşe atmaktan da hiç çekinmiyor.
“Herhangi bir üst düzey siyasetçi, Kılıçdaroğlu’nun değil otoriter, demokratik bir başkanlık sisteminde bile aday olmaya uygun olmadığını bilir, görür, hisseder” diyorsunuz. Peki neden bu kumarı oynadılar sizce?
Seçimleri otoriter bir başkanlık sistemi altında yaptık ve başkanlık seçimlerinde pusulada isimler ve fotoğrafları olan adaylar yarıştı. Elbette aday önemliydi. Muhalefetin eğer tek adayı olacaksa bu hem muhalefetin CHP dışındaki esas bileşenleri olan İYİ ve HDP’nin veto etmek istemeyeceği bir aday olmalıydı, hem de bu partilerin tabanlarının dışından da biraz oy alabilecek veya en azından Erdoğan seçmenlerinin yüksek katılımını engelleyebilecek bir aday olmalıydı. Kılıçdaroğlu’na CHP’nin ve diğer partilerin ikna edilme süreçleriyse, zor kullanımı ve rıza üretiminin bir birleşimiyle oldu. CHP’nin nasıl Kılıçdaroğlu’na ikna olduğunu açıklamak kolay. Liderler, siyasal partilerin otoriter yapısından aldıkları güçle, kendi partilerindeki siyasal pozisyon ve yarar beklentilerini kullanarak partilerini disipline edebiliyorlar. Başkan adaylığı için bile önseçim mekanizmasının olmaması ve küçük ve rejimin baskısı altında da olsa muhalif tabanda etkili olabilen muhalefet medyasının önemli bir kısmının da son yıllarda muhalefet liderliğiyle kurduğu bağımlılık ilişkisi burada etkili oldu. Kısaca, muhalif yurttaşlar, muhalefet içi demokratik mekanizmaların ve demokratik tartışmaların olmadığı bir ortamda, öne çıkan adaylar arasında, seçimi kaybetme ihtimali en yüksek olan Kılıçdaroğlu’nun vicdani muhasebesine muhtaç haldeydiler. O da ülke için bu riski almakta hiçbir sakınca görmedi. Kılıçdaroğlu ve çevresi bu kararı verdikten sonra, diğer partilerin hareket sahası daraldı. Ben, seçimler kazanılırsa gerçekleşecek demokratikleşmeden ve kısmı açıklıktan faydalanacakları için, hem HDP’nin hem de İYİ Parti’nin Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusunda soğuk davranacağını ve İmamoğlu konusunda ortaklaşabileceklerini düşünüyordum. Ama HDP bir şekilde önce sadece Yavaş’ı veto edeceğini söyledi, daha sonra da Kılıçdaroğlu’nun adaylığını benimsedi, hatta birinci turda aday çıkarmama kararı aldı.
Burada rızanın da etkili olduğunu düşünüyorum ancak bunlar sadece tahmin, partinin içindeki tartışmaları bilmek gerekir. İYİ Parti içinse süreç çok daha çatışmacı geçti. Neden İYİ Parti bu adaylığı kabullendi konusu, o partinin içindeki çıkar hesaplarını bilmeyi gerektiriyor. Çoğunluğu Milli Görüş hareketinden gelen küçük sağ partiler açısından, özellikle de AKP’nin 2019 seçim yenilgisi sonrası kurulmuş Deva ve Gelecek Partisi açısından, bence durum daha net. Orada dar çıkar hesapları öne geçti. Daha riskli olan aday kazansa da, bugün olduğu gibi kaybetse de, bu partilerin elde edebileceklerinin daha yüksek olduğu bir durum yarattı Kılıçdaroğlu. Kısaca, riskli adaylık ve kurgusu, otoriter yapıların içinde kritik noktalarda bulunan kişilerin bütün muhalefet üzerinde şu ya da bu şekilde hâkimiyet kurmasıyla gerçekleşti. Bazen iknayla ve propagandayla, bazen bilek bükerek, bazen açıktan yarar dağıtarak. Aslında bu aynı zamanda siyasetin doğasına uygundu, ama otoriter siyasetin. Çünkü demokratik siyasette, bir siyasal güç pozisyonunu ele geçirebilmiş grupların, dar çıkarlarının ve hesaplarının peşinde bu kadar geniş hareket alanı bulmasının, ülkenin kaderini belirlemesi tehlikesinin önünde engeller olur.
Demokrasiye inancımızı nasıl ayakta tutacağız?
Zor bir durumdayız. Otoriter siyaset bütün ülkeyi kuşattı. Muhalefetin uydu muhalefet haline gelmesi tehlikesi ve yılmış kitlelerle beraber, otoriter rejim konsolidasyonun gerçekleşme ihtimali ilk defa bu kadar yükseldi. Türkiye’yi benzer otoriter rejimlerden ayıran en önemli özelliği, geniş ve kültürel sağ otoriterliğe direnen muhalif kitlelerdi. Hem bu yılgınlık, hem de ülkeden dışarı ve ülkeye doğru göçle yaşanmakta olan demografik dönüşüm, bu kitleleri ve bu kitlelerin partilerini otoriter rejimle ortak noktalar aramaya itebilir, iktidar onları ilk defa teslim alabilir. İktidar da, kısmen teknokratlaşarak ve kısmen de ideolojik ajandasını dayatarak, bu zaten zayıflamış muhalif direnci iyice zayıflatabilir. Yine de, ülke çok sert bir ekonomik ve kültürel dönüşümden geçiyor, birçok yeni direniş alanı da oluşacaktır. Bugün küçük olan bazı muhalif partiler ve gruplar güçlenebilir, bugünkü muhalefet partilerindeki liderliği sarsarak muhalefeti ve demokrasiye olan inancı canlandırabilirler.