Yapay zeka uygulamaları görsel sanatların geleceği ile ilgili endişe yaratmalı mı?
Midjourney ve DALL·E gibi “yazıdan görsel elde etme” uygulamalarından haberdar mısınız? Ben değildim. Ta ki Grafik Tasarımcı Ozan Karakoç Twitter’da birkaç görsel paylaşana kadar. Karakoç’a bu uygulamalar hakkında ne düşündüğünü sordum, sonra konu konuyu açtı.
Medyascope için yaptığımız söyleşi şöyle:
– Midjourney ve DALL·E gibi yapay zeka uygulamaları hakkında genel görüşünüzü alarak başlayayım… Bu uygulamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Beni çok heyecanlandırıyorlar. Her iki uygulamayla da, “yaratıcı” sıfatıyla birkaç saat geçirdim. Yazdığım ifadelerle birçok görsel yarattım. Ayrıca diğer insanların oluşturduklarını da uzun uzun inceledim. Kimi yeterince gerçekçi değildi, kimi tahmin ettiğimin çok dışında sonuçlar çıkardı ama bazıları da öylesine başarılıydı ki hayran olmamak mümkün değildi.
Örneğin Midjourney’e, Egon Schiele tarzında, “dayak yemiş bir Donald Trump portresi” üretmesi talimatını verdim. Karşıma çıkan dört alternatif de iyiydi ancak bir tanesi olağanüstüydü.
İspanyol Gribi pandemisi nedeniyle henüz 28 yaşındayken hayatını kaybetmiş büyük bir yetenek Egon Schiele… Bir o kadar daha yaşasaydı, kim bilir insanlığa daha neler katacak, ne eserler kazandıracaktı. Onun tarzının hâlâ yaşıyor olması ve bu uygulamalarla çok farklı şekillere bürünme ihtimali, hem heyecan verici, hem ürkütücü.
Schiele’den sonra bir de Turner’a uğradım. Ona da bir İstanbul manzarası sipariş ettim (!). Osmanlı dönemini yansıtmasını, gün batımını içermesini ve gökyüzünde kuşların uçmasını istediğimi yazdım. 60 saniye sonra ortaya çıkan alternatifler yine büyüleyiciydi. Birini beğendim ve büyüttüm.
İsteseydim, sonsuz sayıda alternatif üretmesini de talep edebilirdim. Potansiyelin büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz?
– Peki bu uygulamalar, görsel sanatların geleceği ile ilgili sizde bir endişe yaratıyor mu?
Tabii. Yaratmaması mümkün değil. Benim babam, uzun yıllar Türkiye’nin en çok iş yapan illüstratörüydü. Fırça ve akrilik boyayla çalışırdı. Ülkenin en büyük ajansları, en büyük markaları, gerçekçi resimlemeler için önce babama gelirlerdi. Erikli su şişelerinin üzerindeki dağ resminden, Garanti Bankası’nın reklamlarına, Coca Cola afişlerinden Luna margarin ambalajlarına kadar her yerde onun işleri vardı. Marketler, babamın sergisi gibi olurdu. Dijital teknolojinin gelişmesi, telefonlarımızın bile çok kaliteli fotoğraf çekebilir hale gelmesi ve stok fotoğrafların çeşitlenerek ucuzlaması ile babamın mesleği gözümüzün önünde yok oldu. Onlarca yıl boyunca işten başını kaldıramayan, yetiştirmesi mümkün olmadığı için meslektaşlarına yüzlerce iş paslayan, ülkedeki ilk İllüstratörler Derneği’nin kurucularından olan babam, illüstrasyonu büyük ölçüde bırakıp resim yapmaya başlamak zorunda kaldı.
Bu yeni yapay zeka uygulamaları da dijital ortamda iş üreten illüstratörler için de sonun başlangıcı olabilir mi diye ister istemez düşünüyorum ve “hayır” yanıtını vermekte de doğrusu biraz zorlanıyorum. Elbette aynı tehdidin, grafik tasarım işlerine sıçramaması için de hiçbir sebep yok.
Bir de şöyle bir durum var. Midjourney ile aralıksız bir iki saat geçirdikten sonra, konudan bağımsız olarak, sosyal medyada dolaşırken, kendimi, gördüğüm sanat eserlerine şüpheyle yaklaşırken, “Bunu gerçekten sanatçı mı yapmış, yoksa bu da bir Midjourney çıktısı mı?” diye düşünürken yakaladım. Özellikle “deep fake” fotoğraf ve videolarıyla tanıştıktan sonra sık sık duyduğumuz ve düşündüğümüz “Zamanı geldiğinde gerçek olanı nasıl ayırt edeceğiz?” sorusu, görsel sanatlar alanında da şimdiden karşımıza çıkmaya başladı.
Tabii yapay zeka uygulamaları, sadece görsel sanat icracılarını tehdit etmiyor. Sahibi olduğu Tesla markasının otomatik sürüş sistemlerinden, kurucu ortağı olduğu OpenAI’ın çalışmalarına kadar birçok yapay zeka projesinin bizzat içinde olan Elon Musk bile, bu alandaki birçok çalışmanın durdurulması gerektiğini, kontrol altında tutulmazsa yapay zekanın insanlığı tehdit edecek seviyeye gelebileceğini düşünüyor.
Bir gün karşıma bir makale çıkmıştı. İlgiyle okudum. Son cümlenin ardından “Bu makaleyi bir yapay zeka robotunun yazdığını biliyor musunuz?” yazısı suratıma tokat gibi çarptı. Büyük bir şaşkınlık yaşamış ve inanmakta zorluk çekmiştim. Kısa sürede büyük gelişmeler kaydedildi, yapay zeka uygulamaları birbiri ardına gelmeye başladı.
Örneğin thispersondoesnotexist.com adresindeki web sitesi, sayfayı her yenilediğimizde karşımıza inanılmaz derecede gerçekçi bir portre çıkarıyor. Ve öyle bir insan aslında yok. Belli bir bağlamda karşımıza çıktığında, örneğin bir Twitter kullanıcısının profil resminde gördüğümüzde, bu kişilerin gerçek olmadığını tahmin etmemiz olası değil. Bugün, kötü yapılmış bir fotoğraf montajıyla bile milyonlarca insan, en hassas konularda kandırılabiliyor, öfkeyle ve intikam duygusuyla doldurulabiliyor. Bir de bunların, herkes tarafından, minimum emek harcanarak, gerçeklerinden ayırt edilemeyecek kadar iyi yapılabileceğini düşündüğümde elbette korkuyorum.
Makineler öğreniyor, düşünüyor, fikir üretiyor, tarz geliştiriyor, hatta Facebook’un deneylerinden birinde gördüğümüz gibi, İngilizce’de kullandığımız bazı kelimelerin gereksiz ve verimsiz olduğuna karar verip kendi dillerini oluşturmaya yeltenecek kadar ileri gidebiliyorlar.
İnsanlar kendi keşfettikleri yapay zekayı, daha çok dünyanın daha iyi bir yer olması için mi kullanacaklar, yoksa bu süreçten de “kötüler” mi galip çıkacak, bekleyip göreceğiz.
– Sizce Midjourney ve DALL·E gibi uygulamalar, şu aşamada, profesyonel hayatta kullanılabilir mi?
Midjourney ile oluşturulmuş bir imajın kurumsal dünyada kullanılmasının önünde şu an için yasal bir engel yok. Örneğin, biraz önce bahsettiğim Trump portresini, bir derginin kapağı olarak kullanabilir misiniz? Elbette. Etkili olur mu? Mutlaka. Ama yine de, tam şu an içinde bulunduğu durum düşünülürse, birinci öncelik, imajları yazıyla yaratıp olduğu gibi kullanmak değil, o üretimden fikir ve ilham almak olabilir.
DALL·E’yi tanımamızı sağlayan ilk örneklerden biri olan “avokado koltuğu” düşünelim.
Profesyonel bir mobilya tasarımcısına, ciddi şekilde ilham verebilecek sonuçlar ortaya çıkmıştı. Sonuçlardan birini alıp olduğu gibi üretmezsiniz ama içlerinden çok değerli fikirleri, tasarım sürecinize adapte edebilirsiniz.
Aynı şekilde reklam grafiklerinde ya da film afişlerinde de bu yolla üretilen imajlardan esinlenebilir, hatta belli yerlerinde bu görsellerden parçaları kullanmak bile isteyebilirsiniz.
– Sektörde uzun zamandır aktifsiniz. Geçmişten bugüne işiniz sebebiyle heyecan duyduğunuz anları merak ettim.
Aslında böyle birçok an var. Birini söylersem diğerinin hatırı kalır. Türkiye’de yaşarken hem tasarlayıp hem yönettiğim Müzik Kutusu adında bir müzik kültürü sitem vardı. Kısa sürede büyük ilgi görmüş, ardından Altın Örümcek yarışmasında iki sene üst üste birincilik ödülüne layık görülmüştü. O ödül gecelerinin ilkinde, seyirciler arasında otururken sitenin adı okunup sahneye davet edildiğimde çok heyecanlanmıştım.
Yine aynı dönemlerde, sosyal medya henüz yaygınlaşmamışken, Türk tasarımcılarla dünyadaki ustalar arasında bir köprü oluşturmak amacıyla Bak adında bir e-dergi kurmuştum. İlk sayısı için dünya çapında bir tasarımcı olan, usta Milton Glaser’a ulaşmış ve bir makalesini dergide yayımlamak istediğimi söylemiştim. Yanıt geldiğinde yine büyük bir heyecan yaşamıştım. Sonrasında 140 röportaj yaptım ve konuk ettiğim kişiler arasında ulaşabileceğimi asla düşünmediğim, Brad Holland, Gottfried Helnwein gibi çok değerli insanlar vardı. Çok gençtim ve kabul edilen her bir söyleşi teklifi benim için ayrı bir heyecandı. Çok güzel insanlar tanımış oldum.
Los Angeles’a geldiğim ilk gün, önüme gelen ilk proje olan Waterworld filminin özel koleksiyon DVD tasarımı üzerinde çalışmaya başladığım o andan, yıllar sonra, taraftarı olduğum Beşiktaş takımının yeni stadı Vodafone Park’ın ilk duvar giydirme tasarımlarını yapıp o işleri statta bizzat gördüğüm ana, Avatar filminin ilk görüntülerini, ajansta, dünyadaki herkesten önce izlediğimiz o andan, ilk basılı afişimi Universal Stüdyoları’nın duvarında gördüğüm ana, hiçbir sektörel çevreye dahil değilken risk alarak kurduğum stüdyomda aldığım ilk proje teklifinden, AIGA’in ödül gecesine jüri olarak davet edilmeme kadar beni çok heyecanlandıran birçok an oldu gerçekten geçen yıllar içinde. Dilerim ilerleyen zamanda hepsini unutturacak daha heyecanlı anları da tecrübe etme şansımız olur.
– Uzun yıllardır Los Angeles’ta yaşıyorsunuz. Türkiye gündemi ne kadar meşgul ediyor sizi?
On bin kilometre uzağında yaşıyor olsam da, gündemimin yarısını her zaman Türkiye oluşturuyor. Aklım hep orada yaşayıp iyi bir gelecek hayal etmeye çalışan öğrencilerde, okullarından mezun olup atama bekleyen öğretmenlerde, yüksek başarı puanları alıp belli sebeplerden hak ettikleri yerlere yerleştirilmeyen, iş bulamayan, bulsa da değer görmeyen, tek çıkışı yurtdışına gitmek olarak düşünmek zorunda bırakılan gençlerde, 2022 yılında hâlâ sokağa çıkarken giydikleri kıyafeti düşünmek zorunda olan kadınlarda, ülkedeki kadın cinayetlerinin sayılarını bir sayaca dönüştüren o korkunç web sitesinde. Dipsiz bir kuyu gibi gerçekten…
– Türkiye’nin son yirmi yılını bir tasarımla anlatma şansınız olsa nasıl bir görsel çıkardı karşımıza?
Sanırım tamamı ziftle kaplanmış kapkara bir poster çıkardı. Ortasında, yine üzerine zift bulaşmış beyaz bir ay ve yıldız olurdu.
– Son soru: New York Times yazarlarından Jason Farago, bir ara Louvre’daki Mona Lisa tablosunu müzeden kaldırmayı önermişti. Her gün binlerce kişinin, tablonun önünde “selfie krizi” geçirdiğini yazmıştı. Kitle turizmi ve dijital narsisizme değinmişti. Siz nasıl okuyorsunuz bu ruh halini?
Sosyal medya, gerçekten her şeyi değiştirdi. Ruh halimiz dahil. Bugün, ilgimizi çeken bir şey gördüğümüzde, onu derhal insanlarla paylaşmak istiyoruz. Paylaşımımıza gelen beğeni, bizi mutlu ediyor. Kimi, çok fazla beğeni alıp kısa süreliğine de olsa “ünlü olma” duygusunu deneyimleme ihtimali olduğu için, kimi yalnız olmadığını hissettiği için, kimi de sadece arkadaşlarıyla paylaşıp, kendi yaşadığı heyecanı onlara da aktarmanın huzuru için yapıyor belki de bu paylaşımları. Hepsi anlaşılabilir, hatta çoğunlukla sağlıklı da duygular bana göre.
Zamanında filmli makineyle vizörden fotoğraf çekip, 36 poz basılsın diye üç beş gün bekleyen insanların, doğumunun iPhone’la çekilmiş fotoğrafları olan gençlerin eğilimlerini anlamaya çalışırken zaman zaman haksızlık ettiklerini düşünüyorum. Tabii bu, Farago’nun deyimiyle “selfie krizi” geçiren bazı insanların anormal davranışlar sergilediği, bir kısmının da psikolojik rahatsızlığı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Geçmişte “Çok kitap okuyorsun, asosyal olacaksın” denen insanlardan bazıları, büyük yazarlara dönüşüp kitlelerin hayatını değiştirdiler. “Çok televizyon izliyorsun, şaşı olacaksın” denenler, televizyonu ciddi bir eğitim aracına dönüştürdüler, belgeselci ve sinemacı olup kültürel değişimlere yön verdiler. “Şu yaşa geldin, hâlâ bilgisayar oyunu oynuyorsun” diye haşlanan çocuklar, Twitch yayıncısı olup dünyanın parasını kazandılar. Sanırım ben bu tip akımlara karşı refleks tadında tepki geliştirilmesinden ziyade, “doğal akışına bırakılmasını” savunanlardanım.
Ozan Karakoç kimdir?
23 yıldır aktif olarak sektörde iş üreten, 14 yıldır da çalışmalarını Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Los Angeles kentinde sürdüren bir grafik tasarımcı. İstanbul’da, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Grafik bölümünü bitirdikten sonra, aynı okulun Sinema TV bölümünde yüksek lisans yaptı, ardından, Hollywood yapımı film ve dizilere kampanyalar üreten Emrah Yücel ile birlikte çalışmak için Los Angeles’ın yolunu tuttu. Yedi yıl hem o sektörde, hem de markalaşma ve tasarım alanında işler ürettikten sonra, 2015’te kendi tasarım stüdyosunu kurdu. Son yedi yıldır, hem küresel ölçekte işler yapan Google, Toyota, Expedia, VMware, Moen gibi büyük firmalara, hem de ABD içinde hizmet veren orta ve küçük ölçekli işletmelere hizmet veriyor. ABD’de Adobe ve AIGA, Türkiye’de de GMK gibi sektörün önde gelen paydaşlarının etkinliklerinde jüri görevleri üstleniyor. Ayrıca MediaCat dergisinde de tasarım konulu makaleler paylaştığı aylık bir köşesi var.