Can Dündar ile yeni belgeseli “Hakikat Bekçileri” üzerine söyleşi: “Belgeselle dünya sahnesine çıkıyoruz”

Can Dündar

Can Dündar, DW ile birlikte bir belgesel serisi hazırlığına girişti. “Hakikat Bekçileri” (Guardians of Truth) adını verdikleri bu seride Dündar, dünyanın değişik köşelerinde özgürlük mücadelesi veren isimlerle buluşacak. Serinin ilk bölümü, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde ilk kez Berlin’de gösterilecek, aynı gece DW’nin Almanca, Türkçe, İngilizce, İspanyolca, Arapça, Hintçe bölümlerinde yayınlanacak.

Can Dündar ile bu belgesel hakkında görüştük. Sorularım ve kendisinin yanıtları şöyle:

Bunca yıl yaptığınız işler ile insan ve arşiv arasında yeni bir ilişki kurdunuz sanki… Bu ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Belgesellere yoğunlaştıkça daha iyi gördüm ki aynı çukurlara tekrar tekrar düşüp her seferinde ilk kez düşmüş gibi tepki vermemizin nedenlerinden biri “hafızasızlık”… Tarih, bayramlarda üstünkörü ziyaret edilen bir sandık odası gibi; sadece bir övünme zemini olarak işlevselleştirilmiş. Ama “Şu sandığı açıp bir yakından bakalım” deyince içinden çıkan hortlaklar herkesi korkutuyor. Hafızayı canlandırma temrinlerine ihtiyacımız var. Bunu da tarih hocası gibi davranmadan, sıkmadan, utandırmadan, başa kakmadan yaparsanız kitlelere ulaşabiliyorsunuz. Arşiv, bir aile albümünün sayfalarını acı-tatlı sayfalarıyla çevirir gibi sergilenince dikkate alınıyor bence.

“Hakikat Bekçileri” için ne zamandır hazırlanıyorsunuz?

Bir buçuk yıl önce DW’nin belgesel bölümünden bir teklif aldım: Benim, dünyanın değişik köşelerinde özgürlük mücadelesi veren isimlerle buluşmam fikrine dayalı bir belgesel serisi düşünüyorlardı. Sevinçle kabul ettim. İlk bölüm için Meksikalı gazeteci Anabel Hernandez’i seçtik. Biliyorsunuz Meksika, dünyada en çok gazeteci öldürülen ülke. Belgeselin yönetmenliğini benimle birlikte üstlenen Linda Vierecke ile birlikte hayli riskli ve sıkıntılı günler boyunca çekimler yaptık. Bir yıllık hazırlıktan sonra nihayet 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde seyirciyle buluşuyor serinin ilk bölümü.

Çekimler için Mexico City’e gittiğinizi biliyorum, başka hangi şehirlere gittiniz?

Mexico City dışında Meksika’da uyuşturucu kartellerinin kontrolünde olan bölgelere de gittik. Bizim Cumartesi Anneleri gibi kayıp çocuklarının izini arayan ailelerle buluştuk. Onlarla birlikte iz sürdük. Risk altında bir gazeteci olarak Anabel’in hangi koşullar altında, nasıl çalıştığını gözlemledik. Onun halen yaşadığı İtalya’da da çekimler yaptık.

Belgeselin Batılı standartlarda yapıldığını söylüyorsunuz, nedir bu standartlar?

Türkiye’de 30 yıldır belgesel yapıyorum ama hala öğreniyorum. Özelde Almanların, genelde Avrupalıların belgesele yaklaşımı bizden bir hayli farklı. Hazırlık aşaması, yapım, bütçe, çekim, metin yazımı, montaj, seslendirme, müzik, her alanda bambaşka standartlar ve kriterler söz konusu. Hepsi iyi ya da kötü anlamında söylemiyorum ama başka… Basit bir örnek: Ben, belli bir noktaya kadar belgesele duygularımı eklemekte beis görmem; Almanya’da değil belgeselde, hayatta duyguları sergilemek yadırganan bir şey.

Bunun gibi kültürel-mesleki-etik pek çok farklılıklar vardı. Bir kısmına uyum sağlamak başta biraz zor oldu. Öte yandan, bu seri için beni seçmelerinin nedeni, konuştuğum insanların yaşadığı tecrübelerin çoğunu bizzat yaşamış olmam dolayısıyla sorularım, yorumlarım “objektif” bir Alman belgeselciden farklıydı doğal olarak. Ama sonunda bir noktada uzlaştık ve sanırım birbirimizin standartlarına birer adım yaklaştık. 

“Almanya sürgünü bir krizdi, fırsata çevirdim” diyorsunuz, bu yorumunuzun üzerinde durmak isterim.

Daha önce sürgüne gidenlerin belgesellerini yaptım: Nazım’ın, Ahmet Kaya’nın, Yılmaz Güney’in… Kökünden sökülmek bir kısmının rengini soldurmuştu, bir kısmını zenginleştirmişti. Bugün de çevremde, kendi toprağına uzak düşmenin kederi içinde solan pek çok yetenek görüyorum. Bu, bir riskti ama ben şanslıydım. Türkiye’de kapıların kapanmasından sonra burada çalışmak için daha elverişli bir ortam buldum. Uzun zamandır Türkiye sınırlarını aşmanın, dünyayla buluşmanın hayalini kuruyordum. Sürgün buna vesile oldu. Şimdi ilk kez bu belgeselle dünya sahnesine çıkıyoruz. Belgesel Türkçe dışında Almanca, İngilizce, İspanyolca, Arapça, Hintçe yayınlanacak. Böylece dünya dil ailesinin büyük kısmına ulaşmış olacağız. Son Erdoğan çizgi romanım da Türkiye’ye sokulmadı ama Almanca, Fransızca baskıları büyük ilgi gördü. İngilizce-İtalyanca baskılar yolda. Fırsat derken, yerelden evrensele bu açılım imkânını kastettim.

Bu belgeseli hazırlarken sizi en heyecanlandıran an neydi?

Belgeselde bir sahne var: Meksika’nın en tehlikeli bölgesinde, her köşede birkaç kişinin kurşunlandığı bir mahallede, toprağın altında abisinin bedenini arayan Meksikalı bir kayıp yakını ile buluştuk. Elindeki uzun demir bir çubuğu çekiçle toprağa saplıyor ve geri çekip kokluyordu. Bu kokudan, toprağın altında ceset gömülü olup olmadığını anlıyormuş. Uzak bir dağ başında, her an vurulma tehdidi altında oraya gitmek büyük heyecan ama onun çaresizce toprağı kazmasını izlemek tarifsiz bir acıydı.

En son ne zaman, “Hayat yine de çok güzel” dediniz?

Her gün… Her darbeden sonra… Her hasret bastığında…

Become a patron at Patreon!