Fotoğrafta asi duruş: A. Murat Eren


A. Murat Eren, fotoğraf konusunda okumaktan ve yazmaktan çok keyif alan, doktora ile ilgili yoğun olmadığı dönemlerde haftada en az bir yazı yazdığı, internette yayımlanan “Meren’in Fotoğraf Günlüğü”ndeki paylaşımları ile dikkat çekiyor. 

A. Murat Eren, Türkiye’de Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş. New Orleans Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri alanında doktora yapıyor. Üzerinde çalıştığı iki projeden birisi bio-moleküller arası etkileşimleri, diğeri de bakteri kolonileri ve bunların hastalıklarla ilişkilerini incelemek.

“Meren’in Fotoğraf Günlüğü” fikri nasıl doğdu diye sorduğumda, “Bu günlüğü açarken bilgisayar, fotoğraf ve diğer gündelik mevzular ile ilgili yazmayı planlıyordum, fakat iş günlüğün ismini “Meren’in Fotoğraf Günlüğü” haline getirmeye kadar vardı. Bu da ilgilendiği şeylerle arasına mesafe koymakta pek başarılı olmayan bir insan olduğumu gösteriyor sanırım” diyor.

Fotoğrafa olan ilgisinin ne zaman başladığını merak ediyorum…

“Fotoğraf, ilgimi ilk olarak ben çok küçükken babamın Arabistan’dan getirdiği Canon AE-1 ile yaptığı şeyleri gördüğümde çekmişti. Fakat o fotoğraf makinesini elime bile alamadığım için sadece ilgimi çekmiş olmakla kalmıştı. Aradan uzun yıllar geçti ve fotoğraf diye bir şeyin var olduğu 2002 yılında hatırıma geliverdi” diye espri yapıyor.

Bu sefer kendi fotoğraf makinenize de sahip olmuşsunuzdur…

Aynen, çok basit bir dijital fotoğraf makinesi aldım ve çekmeye, başka fotoğrafları izleyerek ve anlamaya çalışarak öğrenmeye, bir süre sonra da hayalimdeki fotoğrafları çekebilmeye başladım.

Canon mu, Nikon mu? Neden?

Nikon da Canon da piyasanın gereklerini çok iyi şekilde karşılayabilen markalar. Dolayısıyla Nikon ya da Canon tercih eden herhangi bir kişinin tercihine dair ardında herkesin menfaatine olabilecek bir gerekçe göstermesi mümkün değil bana kalırsa. Hasbelkader Nikon kullanmaya başladım. Sebebi de ben çok küçük bir çocukken fotoğraf makinesine dokunmama müsaade etmeyen babamın Canon kullanıyor olması idi. Nikon ile çok memnunum. Canon kullanıyor olsa idim Canon ile de mutlu olurdum.

Fotoğraf ile ilgili herhangi bir eğitim aldınız mı?

Hayır almadım. Eğitim adı altında anlatılan hurafelere bakınca, eğitim almadığım için kötü hissetmekten de vazgeçtim açıkçası.

Ara Güler’in fotoğraf sanat değildir yorumunu eleştirdiğinizi biliyorum, Güler’in bu yorumunu, “Bizler görsel tarihçiyiz. Tarih, sanattan daha önemlidir bana soracak olursan” diye açıkladığından haberdar mısınız?

Elbette. Ara Güler’in “fotoğraf sanat değildir” yorumunu eleştirirken kullandığım karşı argüman “hayır, fotoğraf sanattır” değildi. Benim eleştirimin temelinde, fotoğrafın sanat olup olmadığı tartışmasının gerçekleşmesi gereken seviyenin, Ara Güler’in ortaya attığı ve herkesçe tekrar edilen önermeler ile ulaşılamayacak bir derinlikte olduğu düşüncesi vardı. Fakat elbette kitlelerle iletişimde akılda kalıcı şeyler söylemenin en etkin yolu keskin, tutarsız ve sert laflar etmek. Söylenen bir şeyin toplumsal hafızada yer etmesi ile söylenen şeyin derinliği arasında bir ters orantı var gibi görünüyor ne yazık ki.

Tarihin mi yoksa sanatın mı daha önemli olduğunun kişiden kişiye değişiklik gösterebilecek olması bir kenara, bir fırça ile nasıl ki duvar boyamak da, graffiti yapmak da, resim yapmak da mümkün ise bir fotoğraf makinesi ile yapılabilecek şeyler tarihi görsel olarak belgelemekten ibaret değil. Buradaki bariz mantık hatası, Ara Güler’in yaptığı tek mantık hatası da değil ne yazık ki.

“İyi fotoğrafçı ile iyi olmayan fotoğrafçıyı birbirinden ayırt etmek göründüğü kadar zor değil” 

Çağımızda herkes fotoğrafçı, her görüntü de fotoğraf olarak kabul ediliyor. Sizce fotoğraf nedir?

Işığın etkilerinin bir yüzey üzerinde saklanması neticesinde ortaya çıkan her şey fotoğraftır demekte bir sakınca yok bence. Nedense herkesin fotoğraf makinesi sahibi olması, herkesin fotoğraf çekiyor olması fotoğrafın ya da fotoğrafçılığın kıymetini düşürüyormuş gibi bir anlayış hakim görünüyor. Halbuki nasıl ki herkesin çizebiliyor ya da yazabiliyor olması ressamlığın ya da yazarlığın kıymetini düşürmüyorsa, fotoğrafçılık için de durumun bundan pek farklı olduğunu düşünmüyorum. Zaten belki de bu yüzden milyonlarca fotoğraf makinesi ve milyonlarca fotoğrafçı olmasına rağmen, örneğin sadece Ara Güler herkes tarafından tanınıyor ve çalışmaları saygı ile anılıyor.
Bu arada hayır, alzheimer değilim, Ara Güler’in düşünür kimliğine saygı duymuyor olmam onun bir fotoğrafçı olarak saygı duyduğum ve örnek aldığım bir kişi olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Peki, bir fotoğrafı güçlü yapan unsurlar nelerdir sizce?

Bence bir fotoğrafın gücü beraberinde getirdiği hikayenin benzersizliği (ya da sıradanlığı), içine sığdırdığı düşüncenin büyüklüğü (ya da sadeliği), hissettirdiği duyguların yoğunluğu (ya da narinliği) ile doğru orantılı. Elbette bir fotoğraf bu niteliklerin sadece bir tanesini ya da her birini değişik seviyelerde sunabilir, ya da farklı kişilerin bir fotoğraftan aldıkları farklılık gösterebilir. Ne kadar göreceli bir şeyden bahsettiğimizi unuttuğumu düşünmenizi istemem.
Ne hangi fotoğraf makinesi ve lens ile çekilmiş olduğunun, ne uğradığı dijital düzenlemenin, ne de çekim esnasında “kompozisyon kuralları” denen safsatalara ne kadar dikkat edildiğinin bir önemi var benim nazarımda. Eskiden bunlar önemliydi, fotoğrafı daha iyi tanıdıkça önemlerini yitirmeye başladılar. Herkes için geçerli olmasını beklemiyorum elbette, fakat fotoğraf severlerin büyük çoğunluğunun fotoğraflara kıymet biçerken göz önünde bulundurduğu kriterlerin çoğunlukla hem fotoğrafa hem de fotoğrafçıya yapılan bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Özellikle internet üzerindeki fotoğraf paylaşım siteleri insanlarda bu tip bir sanrıya sebep oluyorlar sanırım.

Bir şeyin sanat eseri olması için ne lazım?

Bu öncekinden daha zor bir soru gerçekten. Özellikle de yanıtı “neyin sanat eseri olamayacağına” dair bir yaklaşımı da beraberinde getireceği için zor bence. Neyin sanat eseri olduğunu, neyin sanat eseri olmadığını söylemeye kalkışmanın çok riskli olduğunu düşünüyorum. Fakat daha önce bu konuda düşünürken sanat eserlerinin ortak özelliklerinin neler olabileceğine dair mütevazı bir liste hazırlamıştım. Bu listeye göre sanat eserleri için şunlar, “çoğu durumda” söylenebilir: elzem ya da sıradan ihtiyaçlara cevap vermek için üretilmezler, farklı seviyelerde algılanabilirler ve farklı yorumlara açıktırlar, içerdikleri fikirleri ortaya çıkarmak için yaratıcı algılama gerektirirler, ortaya çıkışlarının ardında özgün ve sıradışı bir düşünce vardır.
Bilimin sistematik yaklaşımları ve sanatın rastgele güzellikleri arasında kalmış birisi olarak sanata ancak bu şekilde ve bu kadar yakınsayabiliyor, bu yazıya denk gelen sanatçı dostların beni affedeceklerini ümit ediyorum.

Peki, dijital müdahale fotoğrafı öldürür mü?

Çok uzun bir yanıtı tek bir cümleye sığdırayım: Hayır, öldürmez. Onu şuradaki yazı ile anlatmaya çalışmıştım:Müdahale fotoğrafı öldürür mü?

Beni derinden etkilemiş ve zihnimde yer etmiş fotoğraf şudur; dediğiniz bir çalışma var mı?

Onlarca, yüzlerce çalışma var. Hemen şimdi aklıma gelenlerin ilki Chris Jordan’ın Midway isimli serisindeki ilk albatros fotoğrafı.

chris_jordan

Bu fotoğrafı özel kılan ne?
Bu fotoğrafı ilk gördüğümde düşündüm. Karşıma birini alsam, o kişiye saatlerce insan ve doğa arasındaki tatsız ilişkiden bahsedebilirdim. Çevreyi nasıl kirlettiğimizden, doğal yaşamı nasıl etkilediğimizden bahsedip, nasıl çözüleceğini bilmesem de her şeyin “nasıl olmaması” gerektiğini tasvir etmeye çalışabilirdim. Fakat kelam çoğunlukla güçsüz, yavan. Chris Jordan’ın bu fotoğrafı, benim insan ve çevre ilişkisine dair aktarmak istediğim düşüncelerin hangisini anlatmaktan aciz olabilirdi. Ne kadar güçlü bir fotoğraftı, ne kadar büyük bir mesajı ne kadar büyük bir ustalıkla taşıyordu. Kısa ömrünün sonuna gelmiş bir Albatros entropi ile yaşadığı sürtüşmeyi tatlıya bağlarken, çürüyen bedeni içinde insanoğlunun marifeti, sapasağlam. Utanç verici.

Çekim stiliniz?

Henüz bir stilim olup olmadığından emin değilim. İnsanlarla çalışmayı, insana dair olanı seviyorum. İnsanları ve çevreleri ile ilişkilerini belgelemek hoşuma gidiyor. Sabırla hayatın gerçekleştirmeyi dilediğim projelere başlayabilmem için bir fırsat vermesini bekliyorum.

Barhal’ı anlattığınız yazı çok ilgimi çekmişti, gezi yazılarınızı bir kitapta toplamak gibi bir düşünceniz var mı?

Yazmak istediğim o kadar çok şey var ki, bir gün bir kitap yazmaya cesaret edersem sıra fotoğrafa gelir mi, eğer fotoğrafa gelirse fotoğraf ile ilgili yazmak istediğim şeylerden sıra gezi yazılarına gelir mi bilemiyorum. Fakat bunu bir iltifat olarak addediyor ve teşekkür ediyorum.

Fotoğraftan daha çok bir fotoğrafçı eleştirisine ihtiyaç olduğunu düşünenler var. Sizce?

Bu tip mevzularda, zaman zaman ben de kendimi yapmaktan alıkoyamasam da, “şöyle olması gerekli”, “böyle olması daha doğru” denmesini pek doğru bulmuyorum açıkçası. Fotoğraf, fotoğrafı keşfetmekte olan ve onu en verimli nasıl kullanacağını kestirmeye çalışan toplum ile birlikte bir evrim geçiriyor. Bu evrim sürecinde oluşan boşluklar hızla doluyor, hiçbir ihtiyaç yanıtsız kalmıyor. O kadar çok parametre var ki, neyin olması gerektiğini, neyin olmasının iyi olacağını kestirmek güç.

“Fotoğraf eleştirmenlerinin sayısının ve niteliğinin artmasını ümit ediyorum” 

Özellikle yeni neslin ipleri eline alması kemikleşmiş bir takım problemlerin aşılmasına vesile olabilir. Fotoğrafevi’nin HSBC ile birlikte düzenlediği fotoğraf yarışmasında yaşanan skandal, Türkiye’nin göz önündeki fotoğrafçılarının başka fotoğrafçıların işlerini kopyalamak pahasına editörlerin isteklerine boyun eğişleri, her jüri görevinde aynı isimlerin boy göstermesi gibi ipuçlarından yola çıkarak Türkiye’deki fotoğraf camiasının ne kadar “enteresan” bir dönem içerisinde olduğunu görmek mümkün.

“Yeni nesle inanıyorum”

Fakat bu “fotoğraf eleştirmenlerinin artması” işi mümkünse artık şarkı söylemeyen eski şarkıcıların müzik eleştirmeni olması gibi, artık fotoğraf çekmeyen eski fotoğrafçıların fotoğraf eleştirmeni olması yoluyla olmasın lütfen. Vizörün arkasında harikalar yaratan bir kişinin iş felsefeye, tartışmaya ve yorumlamaya gelince ne kadar başarısız olabildiğine henüz şahit olmadıysanız, eskinin başarılı şarkıcılarından yarışma programlarında “eleştirmen” diye medet umulduğunda ne tür anlamsızlıkların yaşanabildiğini hatırlayın.

Siz, “Meren’in Fotoğraf Günlüğü”nde bu boşluğu kısmen de olsa dolduruyorsunuz. Bir gün sizi herhangi bir gazete veya dergide görebilecek miyiz?

Birkaç kez fırsatım oldu, fakat benden beklenenleri değerlendirdiğim zaman hepsini geri çevirmemin en doğru karar olduğuna ikna oldum. Her günlük yazarı gibi ben de daha fazla insana ulaşmayı istiyorum elbette. Fakat daha fazla insana ulaşmak için bir dergi ya da gazetenin şemsiyesinin altına girmek hiç içimden gelmiyor. Hem bir çok gazete/dergi yazarı istedikleri konuyu istedikleri şekilde ele alabildikleri internet günlüklerine doğru kaçarken, hali hazırda bu lükse sahip birisi olarak gazete/dergi kulvarına girmeye sıcak bakmam pek de mantıklı olmazdı diye düşünüyorum.

“Çektiklerim içinde en çok beğendiğim budur” dediğiniz bir fotoğraf var mı?

Sanırım çok sıcak bir iklime sahip olan New Orleans’ı kar yağarken yakaladığım fotoğraf en sevdiğim fotoğraflarımdan birisi.

snow_in_new_orleans_meren

Son 60 yıl içerisinde dördüncü kez yağan kar sabah saatlerine denk gelmişti. Çok kısa süreceği aşikâr olan bu doğa olayını yakalayamayacağımı tahmin ettiğim için evden çıkmaya bile yeltenmemiş, eşimin ısrarları ile çıkmaya ikna olunca da fotoğraf makinesinin kaptığım gibi neredeyse üzerime hiç bir şey giyinmeden kendimi evden dışarıya atmıştım. Soğuk havaya daha fazla direnemeyeceğimi düşündüğüm bir anda ise bu fotoğrafı çekmiştim. Bu fotoğraftan belki on dakika sonra şehre az önce kar yağdığına dair pek bir iz kalmamıştı.

Öte yandan kendi yaptığım tilt&shift lens düzeneği ile çektiğim ve tinyurl.com adresinden görüntülenebilecek seri ise en beğendiğim, içime en çok sinen fotoğraf serisi çalışmam.

“Bu şehrin çok özgün bir ruhu var!”

New Orleans?

New Orleans, Amerika’nın geri kalanı ile kıyaslayınca çok farklı bir deneyim vaat ediyor. Bu deneyimin her durumda “iyi” olduğundan da bahsetmek güç. Suç oranı yüksek, halkın yaşam standartları Amerika’nın kalanına göre düşük. Fakat bu şehrin çok özgün bir ruhu var. İnsan bir süre yaşadıktan sonra daha iyi anlayabiliyor sanırım, Amerika’nın birbirinin kopyası olan küçük, ruhsuz şehirleri ile kıyaslayınca bu şehre ait hissetmeye başlamak çok kolay. New Orleans gece hayatının, eğlencenin en uç örneklerinin yaşandığı tarihi French Quarter isimli bir mahalleye de sahipliği yapıyor. French Quarter 24 saat yaşayan bir yeri şehrin. Bununla beraber ben evden çıkmayı pek sevmeyen, çıktığında ise popüler eğlence mekânları yerine kuytuda köşede kalmış köhne yerleri tercih eden bir insan olduğumdan kelli şehrin eğlence anlamında vaat ettiklerinden tam olarak faydalanmıyor olabilirim. Fakat New Orleans benim gibi insanlar için de muazzam meşe ağaçları, deniz ürünleri üzerine kurulu harika bir mutfak, muhteşem bir mimari ve yanı başınızda usul usul akan bir Mississippi Nehri vaat ediyor.

Takip ettiğiniz fotoğraf sanatçıları kimler?

Hem yerli hem de yabancı, farklı tarzlara sahip bir çok fotoğrafçıyı takip ediyorum. Fakat hiçbir çalışmasını kaçırmamacasına takip ettiğim fotoğrafçılar arasında Denis Rouvre, James Nachtwey, Sebastião Salgado, Erdal Kınacı, Alex Webb, Martin Parr, Annie Leibovitz’i, yaptığı her çalışmayı sevdiğim eski isimler arasında Elliott Erwitt, Robert Frank, Robert Capa, Richard Avedon’u sayabilirim sanırım.

Richard Avedon’ı yorumlamanızı rica etsem?

Avedon bir çok fotoğrafçıya göre fotoğraf dünyasının tanıdığı en önemli portre fotoğrafçılarından birisi. Kendisi Andy Warhol’dan Salvador Dali’ye, Marilyn Monroe’dan Dr. Robert Oppenheimer’a kadar modern çağa damgasını vurmuş simaların unutulmaz portrelerini çekmiş olan, insanların isimleri yüzlerle ilişkilendirmesine vasıta olmuş dehşet bir insan. Son derece minimal bir yaklaşım ile ve doğrudan, “yalın insane” ile çalışmış olması beni en çok etkileyen şeylerden birisi idi (çektiği portrelerin neredeyse hiçbirisinde bir arkaplan, fotoğraftaki şahsa ait olmayan kurgusal bir materyal görmek mümkün değil). Kusursuz ışıktan, kusursuz ve kolay anlaşılır kompozisyonlardan, pozlardan, hikayelerden ziyade insan ile arasındaki şeyle ilgileniyor. Bununla beraber 2004 yılında Obama’nın fotoğrafını çekecek kadar da ileri görüşlü, insanları ve olayları okumasını bilen bir kişi olduğunu eklemekte fayda var.
Ayrıca kendisinin beni çok derinden etkileyen bir sözünü paylaşmak istiyorum, bu söz Avedon’un sadece portre fotoğrafçılığı konusunda usta bir icracı olmakla kalmayıp aynı zamanda büyük bir düşünür olduğunu gösteriyor bana: “Bir portre fotoğrafçısı, çalışmasını ortaya koymak için bir başka kişiye bağımlıdır. Hayal edilmiş konu, bir anlamda “fotoğrafçının kendisi”, hakkında bir fikir sahibi olması imkansız olan bir kurgunun içerisinde yer almaya gönüllü olmuş birisinin içerisinde keşfedilmelidir”…
Bu kadar derin düşüncelere sahip isanların “şu sanattır”, “bu değildir” dediklerine şahit olmayışımız da bir rastlantı olmasa gerek.

Nobel-and-Nisha-01Nobel-and-Nisha-02

Bu arada, düğün fotoğraflarınızı da çok başarılı buluyorum, düğün fotoğrafçılığı hakkında görüşleriniz nedir?

Teşekkür ederim. Bence düğün fotoğrafçılığını “düğün sahiplerinin istediği fotoğrafların çekildiği” ve “fotoğrafçının istediği fotoğrafları çektiği” şeklinde iki ayrı gruba ayırmak mümkün. Zira bir evlilik merasiminin artık klasikleşmiş olan ve fotoğraflanması gereken anları var (yüzüklerin takılması, imzaların atılması gibi) ve merasim sahipleri fotoğrafçının vazifesinin bu onlara göre çok önemli olan, fakat aslında fotoğrafçının pek umurunda olmayan- anları fotoğraflamak olduğunu düşünüyorlar (fotoğrafçılar da çoğunlukla bu beklentiye riayet eder görünüyorlar). Ben ise buna tamamen katılmıyorum. Benim vaat ettiğim şey daha çok “ben evlilik merasiminize gelir, canım ne istiyorsa onu çekerim” şeklinde dillendirilebilir. Bir kaç evlilik merasimine bu şekilde katıldım. Bir misafir gibi gidiyor, üzerimde çekilmesi şart olan fotoğrafların bir baskısı olmadığı için olan bitenin kendimce bir belgeselini hazırlama şansı yakalıyorum. Sonuçlara dair çok olumlu eleştiriler aldım, bu yaklaşımımın yanlış olmadığını gösterdi bana. Bunun yanında hiç tanımadığım insanların bu önemli günlerinde bahsettiğim şekilde bir gözlemci olarak çevrelerinde olmaktan büyük keyif alıyorum.

Fotoğrafla ilgilenen gençlere önerileriniz var mı?

Fotoğraf biz fotoğraf severlere hayatın alışageldik objelerinin evrensel dilini kullanarak bir düşünceyi, bir hikayeyi, bir duyguyu daha derinden anlaşılabilir, daha az yer kaplar şekilde paketleyip gönderebilme gücü veriyor. Bunu en etkin şekilde kullanabilmek için, bence, insanın önce kendini keşfetmesi gerekiyor. Muhtemelen acizane deneyimlerimden ve gözlemlerimden yola çıkarak verebileceğim en büyük öneri bu olur. Diğeri de şöyle bir hatırlatma olsun: sevgili fotoğrafla ilgilenen gençler, hani ne zamandır aklınızda olan, satın aldığınızda o yapamadığınız harika işleri yapmaya başlayacağınız fotoğraf makinesi var ya, o fotoğraf makinesi aslında yok. Elinizdekinin hakkını verene kadar para harcamayın, fotoğrafı bir tüketim çılgınlığına çevirmeyin.

 

(Turkish Journal)

Become a patron at Patreon!