“Maddi dünyayı anlaşılır kılan en başarılı aracımız bilim”

Çevirdiği kitaplar ve de yazdığı makaleler ile dikkatimi çeken Uygar Polat ile görüştük… 

Uygar Polat, 1984’te, İstanbul’da doğmuş. Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu, şu an Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisans öğrencisi. Polat, Evrim Çalışkanları adlı grubun üyesi (www.evrimianlamak.org). Dawkins’in son kitabı “The Greatest Show on Earth”ün tercümanlarından biri. Daha önce de yine Dawkins’in “A Devil’s Chaplain” kitabının Türkçe baskısının editörlüğünü yapmıştı. Sırada Dawkins’in iki kitabı daha var çevireceği: Climbing Mount Improbable, Unweaving The Rainbow.

İlk olarak, Dawkins’in “The Greatest Show on Earth, The Evidence For Evolution” adlı kitabına dair yazdığı makalenin ( nodrylight.wordpress.com ) dikkat çektiğini belirtiyorum ve bu kitabın kendisi için önemini merak ediyorum…

“Evrimin kanıtlarını dökümante etmenin önemli olduğunu düşünüyorum, ki bu sene bunu yapan başka güzel kitaplar da var. Evrim konusuna pek kafa yormamış, kendisini evrimin karşısına net bir şekilde konuşlandırmamış insanların var olduğunu ve güzel bir edebi stille yazılmış evrimin kanıtlarını açık fikirlilikle okuyarak evrimin bir gerçek olduğunu kabul edecek azımsanmayacak sayıda insan olduğunu düşünüyorum. Dawkins de bu işi en iyi yapan insanlardan biri olduğu için kitabını önemli buluyorum” diyor.

Sonra, “Evrim teorisinin tam olarak ne olduğu konusunda kafası karışık insan çok, siz bu teoriyi nasıl özetlersiniz?” diye sormak istiyorum…

“Darwin’in anladığı şekliyle evrim teorisinin iki ana temeli var, birincisi tüm canlıların ortak bir atadan türemiş olması, ikincisi evrime yön veren ana sürecin doğal seçilim olması. Daha sonraları (20. yüzyılın ilk yarısında) bu fikirlere Mendel genetiği eklendi ve Modern Sentez adlı evrim teorisi ortaya çıktı” diyor ve ekliyor: “Ortak atadan türeyiş, oldukça fazla sayıda farklı kanıtla desteklenen ve Darwin’in zamanından itibaren bilim camiasında kolayca kabul görmüş bir iddia (doğal seçilim ise ancak 20. Yüzyılın ortalarına doğru genel kabul görmüştür). Günümüzde, moleküler kanıtların da yardımıyla, tüm canlıların ama uzak ama yakın ortak bir ata vasıtasıyla birbirlerinin akrabası olduğu tartışmasız bir gerçek ve artık bilim insanları, türlerin birbirleriyle akraba olup olmadıklarından ziyade, ne kadar uzaktan/yakından akraba olduklarını araştırıyorlar. Kullanılan yöntemler de, hastanelerde sıklıkla uygulanan (ve insanların nadiren güvenmemezlik ettiği) annelik/babalık testinde kullanan yöntemlerle aynı, sadece söz konusu zaman aralıkları daha geniş. Yani annelik/babalık testine güvenmemek için bir sebebi olmayan insanların, tüm canlıların ortak bir atadan türemiş olduklarını reddetmeleri için de bir sebepleri olmamalı, çünkü ikisi aynı testin farklı uygulamaları.
Ortak atadan türeyişe göre her canlı, diğer tüm canlılarla ortak bir ataya sahip. Tıpkı kardeşlerin ortak bir ataları (anne ve babaları), kuzenlerin ortak bir ataları (büyükanne ve büyükbabaları) olması gibi, tüm canlıların da ortak bir atası var. Yani günümüzdeki türler diğer türlerden türemiş değil, hepsi geçmişte yaşamış ortak bir atadan türemiş.”

Bu bağlamda, sıkça duyduğumuz, “İnsan maymundan türediyse neden hala ortalıkta maymunlar var?” sorusunu nasıl yorumlarsınız?

Bu soru, “Ben kuzenimden türediysem neden hala ortalıkta kuzenlerim var?” sorusuyla eşdeğer bence; hem insan hem de maymun ortak bir atadan türediler, tıpkı kuzenlerin ortak bir atadan türemiş olması gibi. Kuzenler özelinde bu ata 2 nesil önce yaşamış olan büyükanne ve büyükbaba. Maymunlarla insanların atası ise milyonlarca yıl önce yaşamış olan ve bugün görsek ne maymun ne de insan olarak sınıflandırmayacağımız bir canlı; çünkü iki tür de bu milyonlarca yıl içinde ziyadesiyle değişmiştir.

Doğal seçilim ne peki? 

Doğal seçilim, Darwin’in dehasının esas ürünü. Özetle şöyle: Tüm canlı türlerinde her nesilde, hayatta kalabilecek olandan fazla sayıda yavru doğar. Bu böyle olmak zorundadır çünkü hayatta kalabilecek olandan daha az sayıda yavru doğarsa çok kısa bir süre sonra nüfusta geometrik bir artış olur ve kaynaklar kısıtlı olduğu için, hayatta kalabilecek olandan fazla sayıda yavru doğmaya başlar. Bu durum sağlanınca, bunca yavru arasından kim hayatta kalır? Tabii ki hayatta kalmak için gerekli donanıma sahip olan bireyler (örneğin bir ceylansanız ve kaplanlardan kaçıyorsanız, hızlı koşmak sizin için böylesi bir donanımdır. Yavaş koşan ceylanlar ölür, hızlı koşanlar yaşar). Ve bu bireyler, hayatta kalmak için gerekli donanıma sahip olmayan bireylerden, “istatistiksel olarak” daha fazla üreyip, hayatta kalmalarını sağlayan o donanımları sonraki nesillere “istatistiksel olarak” daha sık aktarırlar.

Doğal seçilim istatistiksel bir argüman yani?

Evet, doğal seçilimin istatistiksel bir argüman olduğunu anlamak önemli. Uzun değil kısa vadede düşünüp tek bir nesli incelersek, bahsettiğim donanımlara sahip olmayan bir birey tabii ki üremeyi ve genlerini sonraki nesillere aktarmayı başarabilir. Veya en başarılı donanıma sahip bir birey kafasına yıldırım düştüğü için şans eseri ölüp genlerini aktarmakta başarısız olabilir. Ama uzun vadede baktığımızda, milyonlarca nesil söz konusu olduğunda, şans faktörü büyük ölçüde ortadan kalkar ve hayatta kalıp üremek için gerekli donanıma sahip bireyler ortalığı kaplamış olur.

Yani bu süreç tamamen otomatik, öyle mi?

Evet, mesela; yazı/tura’da ilk 3 atışınızın yazı gelmesi çok şaşırtıcı değildir ama bir milyon atışın ardından yazı ve turaların yaklaşık olarak 50/50 dağılacağını bilirsiniz. Yazı/Tura atma sürecinin kendisi, oranı 50/50’ye otomatik olarak yakınsatır, herhangi bir bilinçli müdahale olmadan. Doğal seçilimle evrimde de, sürecin kendisi, tabii ki Yazı/Tura örneğinden farklı bir mekanizmayla, çevrelerine uyumlu olanların daha yüksek yüzdeyle hayatta kalmalarını otomatik olarak sağlar. Yani doğa, güçlünün yanında güçsüzün karşısında değil; güçlüleri seçip güçsüzleri eleyen sihirli bir mekanizma yok. Süreç, uyumlu olanların doğadaki yüzdesini arttıran tamamen otomatik, kör bir süreç ve sonuçlarını kısa vadede değil uzun vadede değerlendirmek gerekir. Çok çok çok fazla sayıda neslin ardından da bu kör süreç etrafımızdaki türlere sebebiyet verir. Doğal seçilim özetle böyle.

Peki, evrimci kuramları yeterince matematiksel buluyor musunuz? Neden?

Evrimci kuramları matematiksel bulmuyorum ve bu tespitim ne kadar temellidir, bilemiyorum. Sadece dışardan (evrimciler arasındaki) evrim tartışmalarını dinlerken, bilimin lingua franca’sı olan matematiksel modellemelerden ziyade kelimelere ve argümantasyonlara aşırı önem verdiklerini gözlemliyorum. Örneğin Gould ve Dawkins arasında, seçilimin biriminin ne olduğuna dair bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar dönmüştür seneler boyunca; Dawkins evrimin alternatif genler arasında seçim yaptığını söylerken Gould, alternatif bireyler arasında seçim yaptığını söylemiştir. İkisi de çok iyi yazarlar oldukları için hatırı sayılır derecede takipçileri olmuştur. Ama bilimde argüman ve iddialar, matematiksel modellerinin doğruluğu ölçüsünde ciddiye alınır veya alınmazlar, tartışmalar sadece bilim insanlarına fikirlerini geliştirip formelleştirmeleri için “yön gösterme” amaçlı olmalıdır, yönün kendisi olmamalıdır. Ve ben iki bilim adamının da olayın bu yönüne yeterince işaret etmediğini düşünüyorum. Sonuçta seçilimin biriminin ne olduğuna dair bir “fact of the matter” var orada bir yerlerde; ya Gould haklı ya da Dawkins haklı veya ikisi de kısmen haklı, veya ikisi de haksız (zira seçilimin birimi “türler”dir diyen, kimsenin pek ciddiye almadığı bir güruh da var). Ve o “fact”i ortaya çıkarmak matematiksel modellerle mümkün olacaktır. En azından benim dışardan gözlemlediğim kadarıyla henüz bu noktada değiliz. Ama dediğim gibi bu, tüm olup biteni dışardan izleyen biri olarak gözlemim ve hakkaniyetli bir gözlem değilse çok da şaşırmam.

Bir makalenizde, “Daniel Dennett, insan zihnini oluşturan sürecin Darwinci süreçler olduğu fikrinde ısrar etmiştir” diyorsunuz, bu konuya değinmek ister misiniz?

O yazıyı yazalı çok zaman oldu ve Dennett’in bu düşüncesinin altında yatan nedenleri büyük ölçüde unuttum. Ama söylediği şu değildi, onu hatırlıyorum: Evrimsel Psikoloji diye bir dal var, bunun savunucuları zihnimizin ürünlerinin (sevinç, kıskançlık, korku, kin vs.) evrimsel adaptasyonlar sonucunda oluştuğunu iddia ediyorlar. Yani bunlardan her birinin, evrimsel geçmişimizde belli bazı işlevleri yerine getirdikleri için pozitif olarak seçildiğini söylüyorlar. Bu tartışmalı bir tez ve dışardan bakan biri için değerlendirmek zor olabilir, “e bu hipotezin alternatifi nedir ki? diğer bilim insanları ne savunuyor?” denilebilir, ama konumuz olmadığı için (ve çok da hakim olmadığım için) derinliklerine inmek istemiyorum. Dennett evrimsel psikolojiyi savunmuyor hatta tam fikri nedir bu konuda bilmiyorum bile. Onun savunduğu zihnimizin “içinde de” Darwinci bir süreç yaşandığı ve zihnimiz bu süreç uyarınca şekillendiği.

Bu fikri biraz açmanız mümkün mü?

Tamam, biraz geriye gidip olayı baştan ele alalım. Şimdi Dawkins ve Dennett’a göre, ki bana da mantıklı geliyor, Evrensel Darwinizim diye bir şey var. Bu fikre göre evrimin oluşması için 3 şart var ve bu 3 şart yerine gelirse evrim başlamak zorunda, gerek ve yeter koşul yani. Bu 3 şart: seçilim + çeşitlilik + kalıtım. Bu 3 şart nerede ve ne zaman sağlanırsa evrim olmak zorunda. Örneğin biyolojik evrimde bu 3 şart sağlanmış durumda, doğada her üçünü de gözlemliyoruz; seçilim = fit olanın hayatta kalması, çeşitlilik = fazlasıyla var, kalıtım = zaten tartışmasız bir gerçek. Ama Evrensel Darwinizim algoritmasının en önemli özelliği “substrate neutral” olması, yani algoritmanın hangi maddeler üzerinde işlediğinin önemli olmaması. Doğada evrim algoritması genler üzerinde işliyor. Ama bu sadece daha genel bir prensibin özel bir durumu, pekala başka maddeler üzerinde de işleyebilir evrim, yeter ki 3 şart sağlansın.
Bu noktada Dawkins, Gen Bencildir kitabında, aslında bir başka madde üzerinde daha evrimin halihazırda devam ettiği fikrini ortaya atıyor. Ona göre kültürel ögeler de (melodiler, gelenekler, moda akımları) zihinlerimizde Darwinist prensiplerle var oluyorlar. Örneğin ben bir melodiyi mırıldanırsam ve o melodi yeterince akılda kalıcıysa sen de mırıldanmaya başlıyorsun ve böylece yayılıyor. Tabii bu melodi diğer bir sürü melodiyle ve kültürün milyonlarca başka ögesiyle kapışmak zorunda, zihnimizde yer almak için. Dolayısıyla seçilim var. Kalıtım da duyular vasıtasıyla var; genlerin aksine sadece ebeveynden çocuklara dikey transfer değil, toplumun üyeleri arasında yatay transfer mevcut.

Çeşitlilik de var mı? 

Var elbette. Dawkins ve Dennett bunun da evrimsel bir süreç olduğunu iddia ediyor. Ve bu evrimin birimine, yani seçilimin etkilediği en ufak ögeye “mim” (ingilizce “meme”) adını veriyor.
Dennett işte insan zihninin farklı mim’lerin birbirleriyle zihin içinde rekabet etmesi neticesinde oluştuğunu söylüyor. Bu da tartışmalı bir fikir (aslında Dawkins fikri ortaya attıktan sonra pek üzerine gitmiyor, genelde Dennett ve başkaları savunuyor) ve şüpheciler savunuculardan daha fazla günümüz itibariyle.

İlkel batıl inanç sistemlerinin, zihnin “amaçlı” bakma potansiyelinin yan ürünü olabileceğini düşündüğünüzü biliyorum, bu konuyu biraz açmamız mümkün mü?

Zihnimiz, çeşitli evrimsel nedenlerden ötürü doğal olayların arkasında “amaçlılık” aramak üzere şekillenmiş. Çalılıklar kıpırdıyorsa, arkasında bir kaplanın olduğunu varsaymazsanız yem olmanız olasıdır. Ama kaplan olduğunu varsayarsanız, çalılığı kıpırdatan şey rüzgar ise bile en fazla vaktinizi harcamış olursunuz. Yani doğal olayların arkasında (rüzgar gibi) rastgele güçlerin değil, sizin hayatınız üzerinde bilfiil (iyi veya kötü) etki bırakmayı amaçlayan unsurların olduğunu düşünmek çok faydalı bir evrimsel silah. Ama aynı evrimsel silah, insan zihni yeterince büyüyüp doğayı daha bir alıcı gözüyle incelediğinde geri tepiyor.

Nasıl yani?

Örneğin, depremlerin de bir amacı olduğunu, Tanrıların öfkesini temsil ettiğini düşünüyorsunuz. Veya uzaklardaki yıldızların insanların yaşamlarını etkileme gücü olduğunu düşünüyorsunuz. Ve bu durum yeterince uzun zaman devam ederse önce ilkel daha sonra da sofistike inanç sistemleri ortaya çıkıyor. Her türlü dini doktrinin ve dini olmayan çoğu doğa üstü inancın izlerinin bu amaçlı bakma yeteneğine değin sürülebileceğini düşünüyorum. Dan Dennett “Breaking The Spell” kitabında bu sürecin nasıl gelişmiş olabileceği güzel özetlemiş.

Peki, evrim teorisini dindar insanlara tehditkar olmadan anlatılabilmesi ve yapıcı bir tartışma ortamı yaratılması için ne yapmak lazım? 

Evrim teorisini, dini insanlara tehditkar olmadan anlatmak gerektiğini düşünmüyorum; çünkü evrim teorisinin dini öğretilere bir tehdit olduğunu düşünüyorum. Evrim ve dinin, daha genelinde de bilimin bulgularıyla 3 büyük dinin çeliştiğini düşünüyorum. Hal böyleyken de sırf inananlar alınmasın gücenmesin diye kişinin retoriğini değiştirmesini dürüst bulmuyorum. Dini hassasiyetleri örselemeden evrimi yaymaya çalışan kişilerin/kurumların en iyi taktiği din konusuna hiç karışmamak bence. Bunu yaparlarsa, yani olayın sadece bilimsel boyutuna yönelirlerse bunda bir sorun görmüyorum, aktif olarak “evrimle din çelişir” demelerini beklemiyorum. Ama böyle yapmadıkları zaman, evrimle dini barıştırmaya çalıştıkları zaman eleştirilmeyi hak ettiklerini düşünüyorum. Bu bağlamda sıkça duyduğumuz “Din ile bilim çelişmez, çünkü bakın bir sürü inançlı bilim insanı var” savunusu da gülünç derecede zayıf kaçıyor, zira ırkçı olan bir sürü bilim insanı da vardır heralde, ama bu ırkçılıkla bilimin çelişmediği anlamına gelmez, ikisinin de iddialarını ayrı ayrı değerlendirip, çelişip çelişmediklerine öyle karar vermek lazım. Birbiriyle çelişen fikirleri zihninde hiç bir rahatsızlık hissetmeden barındırmak konusunda uzmanlaşmış bir tür olduğumuzu ve bu durumun, o fikirlerin gerçekten çelişmiyor oldukları anlamına gelmeyebileceğini unutmamak lazım.

Din ve bilim bir arada yaşayabilir mi sizce?

“Din ve bilim bir arada yaşayabilir” derken dikkatli olmak lazım. Özgür bir toplumda iki fikir, birbirleriyle çelişseler dahi, tabii ki bir arada yaşayabilir. Örneğin “Sağcılık” da yasal bir siyasi görüş “Solculuk” da. Ama bu sağcılık ve solculuğun birbirleriyle çelişmez olduğu anlamına gelmez. Din ve bilim arasındaki durumun da böyle olduğunu düşünüyorum. Elbette isteyen bilimi isteyen de dini kendisine düstur edinmekte özgürdür. Ama bu bilimin dinle çelişmediği anlamına gelmez, ikisinin aynı anda var olduğu, birlikte yaşadığı, ikisini de aynı anda benimseyen insanların olduğu gerçeği, ikisinin çelişmediğini ispatlamak için yeterli değil. Her ikisinin de spesifik iddialarını değerlendirmek gerekir.
Bu bağlamda, en azıllı ateistlerin bile herkesin istediğini seçmekte özgür olduğu fikrine destek vermeyeceğini sanmıyorum. En azından ben böyle bir ateiste, “din yasaklansın” diyen bir ateiste henüz rastlamadım. Ama ikisinin çelişip çelişmediği, dediğim gibi, ayrı bir tartışmayı gerektiriyor.

ABD’de din ile bilimin çelişmediği varsayımları giderek çoğalıyor. Bu konuda fikriniz nedir?

ABD’de din ile bilimin çelişmediği varsayımının yaygınlaştığı varsayımına katılmıyorum. Benim gözlemlerime göre tam tersi doğru; bunun tam tersini savunanlar gün geçtikçe daha aktif ve daha sesli olmaya başlıyorlar. Dinle bilimi bağdaştırmaya çalışanlar bu gürültülü ama azınlıktaki güruh karşısında entellektuel olarak çok zayıf kalıyorlar ve argümanları da şu veya bu mantık hatasını içeren zayıf argümanlar. Ayrıca çeşitli anketler, ABD’de en hızlı büyüyen azınlığın ateistler olduğunu gösteriyor (tabii tüm ateistler “din ile bilim çelişir” ifadesini benimsemiyor, ama ateistlerin toplumdaki oranı arttıkça, bunu benimseyen insanların oranının da artacağını beklemek yanlış olmaz). En üst düzey, yani en prestijli akademilere üye olan bilim insanlarının da ezici çoğunluğu kişisel bir tanrıya inanmıyor. Bilimle dinin çelişmediği fikri sadece halk sathında büyük kabul görüyor ve karşısındaki ses de her geçen gün yükseliyor.

Modern bilişsel bilimlerin getirdiği yardım ve sağladığı kolaylıklar olmadan da zihin-beden sorununu çözmek mümkün mü? 

Değil. Zihin-beden sorunu çok büyük bir sorun; cansız bir madde olan beyinden canlı bir birey olan ben nasıl ortaya çıkıyorum? Temel soru bu.

Cevabın ne olduğunu bilen var mı?

Kimse bilmiyor, kimse artık kolay bir cevap bulmayı da beklemiyor. Ama ne olursa olsun cevabın doğal dünyada gizli olmadığını, yani gözlemlediğimiz, test edebildiğimiz diğer her şeyi oluşturan süreçlerle açıklanamayacağını, doğa üstü bir cevaba ihtiyacımız olduğunu düşünmek için hiçbir sebebimiz yok. Kafanıza odunla vurursam zihniniz de bunun bir etkisi oluyor. Tam tersi de doğru; zihninizde bir değişiklik olduğu zaman beyninizde de o değişikliğe denk gelen bir değişiklik oluyor. Diğer bir deyişle, zihnin beynin bir ürünü olduğundan çok büyük oranda eminiz. Sorun, tam olarak nasıl bir ürünü olduğu…

Bilim bu noktada devreye giriyor sanırım…

Aynen öyle… Olayın maddi bir olay olduğunu kabul ettikten hemen sonraki adım, maddi dünyayı ıslah etmekte, anlaşılır kılmakta en başarılı aracımız olan bilime dönmek. Cevap ne olursa olsun, beyin zihni nasıl üretiyor olursa olsun, bilimsel yöntemi kullanmadan nihai sonuca ulaşamayacağımızı düşünüyorum. Bazı insanlar (dinciler değil, gayet saygın bilim insanları ve filozoflar) bilimin, beynin tüm fiziksel mekanizmalarını açıklasa bile zihnin kimi özelliklerini açıklamayı başaramayacağını söylüyorlar, bu fikre kesinlikle katılmıyorum.

Sadece düşünme ve akıl yürütmeyle felsefenin önemli sorularına yanıtlar bulunabileceği düşüncesi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum…

Doğayı anlamak istiyorsak, koltuğumuzdan kalkıp gözlem yapmalıyız. Sadece düşünmek suretiyle evrenin (doğanın) gerçeklerini öğrenemeyiz. Bu böyle olmak zorunda değildi, doğa hakkında, sadece kafa yorarak kimi gerçeklere erişmek mümkün olabilirdi, böyle “yaratılmış” olabilirdik. Ama malesef durumun bu olmadığını artık biliyoruz. Örneğin Güneş’in merkezinde kaç tane hidrojen atomu olduğunu bilmek istiyorsak, hararetle düşünerek bir sonuca varamayız, çıkıp gözlem yapmamız gerekir (teorik fizikçiler bile bir miktar veriye ihtiyaç duyarlar). Çok basit ve tartışmasız bir fikir gibi duruyor bu ama aslında insan zihninin, gerçekte sahip olduğundan farklı özelliklere sahip olduğunu düşünen o kadar çok insan var ki, bu noktayı sıklıkla vurgulamakta fayda var. Zira bilimin bize verdiği en önemli mesajlardan biri bence bu.

Şu anki bilgilerimiz ışığında, gelecekte en çok ne olursa şaşırırız dersiniz?

400 yıllık bilim tarihi, evreni, doğa üstü değil doğal mekanizmalarla açıklamaya çalışma çabası olarak özetlenebilir. Ve bu yöntem günümüze kadar inanılmaz başarılı oldu, artık etrafımızda bilimsel yöntemin konusu olamayacak bir şeylerin olduğunu düşünmek için iyi bir sebep yok, kötü sebeplerse cok fazla. Ben de böyle bir iyi sebebin çıkmasına şaşırırım en çok. Doğal mekanizmalarla açıklayamadığımız bir olgunun varlığı bilimsel yöntemle, şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterilseydi çok şaşırırdım.
Bazı insanlar bunun prensipte bile mümkün olamayacağını, çünkü bilimin “tanım gereği” sadece doğal olanla ilgilendiğini ve eğer yarın öbür gün benim bahsettiğim türden bir olgu meydana gelirse bunun da “tanım gereği” doğal bir olgu olacağını ve daha önceki “doğal” anlayışımızda değişiklikler yaparak bu olguyu da doğal bir çerçeve içinde anlamlandırabileceğimizi savunuyorlar. Bu fikre katılmıyorum.

Bilimin sadece doğal olanla ilgileniyor olması, bilimin tanımından gelen bir şey mi?

Hayır, değil. Eğer doğa üstü olaylar var olsaydı (veya “varsa” demek lazım sanırım), bunlar pekala bilimin konusu olabilirlerdi. Böylesi olgularla hiç karşılaşmadığımız için bilim kendisini doğal olanla ilgilenirken buldu, yoksa bilimin tanımında, bilimin doğa üstü olaylar hakkında fikir beyan edemeyeceğine dair bir şey yok. Örneğin, telepati. Modern bilimsel anlayışımıza göre telepati mümkün değil.

Peki yarın birisi telepati yeteneğine sahip olduğunu, tüm bilim insanlarınının şüpheciliğini tatmin edecek ve tüm bilimsel testlerden geçecek şekilde gösterirse ne olur?

Elbette bilim insanlarının ilk tepkisi olaya doğal açıklamalar bulmak olur ve araştırmalarını bu yönde yaparlar. Ama öyle bir gün gelebilir ki, doğa üstü bi açıklama doğal bir açıklamadan daha makul olabilir ve bilim adamları şuna benzer bir şey diyebilirler:
“Telepati var, ama nasıl çalıştığını bilmiyoruz ve telepatinin varlığı tüm doğa kanunlarına aykırı bir şey. Etrafımızdaki diğer tüm olguları doğal yollarla açıklayabiliyoruz ama telepatiyi böyle açıklayamıyoruz. Ortada doğal olmayan bir şey var, telepati yeteneği olduğunu belgelediğimiz adamın beyninde telepati esnasında herhangi bir fiziksel hareket gözlemlemiyoruz. Bizim “doğal” anlayışımızın yeterince gelişmemiş olduğu ve yapılacak yeni gözlemlerle telepatinin de aslında doğal bir olgu olduğunun ortaya çıkacak olması da mümkün değil; zira örneğimizi o şekilde inşa ettik; doğal açıklamalarının tamamen araştırıldığı ve sonuç alınamadığı noktadayız.” 
Bunun olası olduğunu söylemiyorum, sadece doğa üstü diye bir şey varsa bilimin o şey hakkında fikir yürütmesinin imkansız olmadığını, hele tanım gereği imkansız hiç olmadığını söylemeye çalışıyorum.

Bilimin böylesi bahsettiğiniz türden doğa üstü olaylar hakkında fikir beyan etmesi için gereken koşul ne? 

Tek koşul, mevzubahis doğa üstü olgunun doğal izdüşümlerinin olmasıdır, mesela telepati örneğinde, deneğin yüksek bir yüzdeyle zihinleri okuyabilmesidir. Böyle bir şey gerçekleşirse doğa üstü bir olay olan telepati (onun hakkında bir teorimiz olmasa bile, yani nasıl işlediğini bilmiyor olsak bile) bilimsel bir gerçek olmuş olur. Bu telepati örneği, doğal izdüşümleri olan doğa üstü tüm iddialar için genişletilebilir. Doğal izdüşümleri olan doğa üstü iddialarının hepsi için bilim, en azından prensipte, fikir yürütebilir. Pratikte ise bunu yapmak zor olabilir elbette.
Teistik (tanrının doğaya bilfiil müdahale ettiği) dinler tam da bu açıdan bilimin sorgulamasından muaf değiller, çünkü çoğunluğu doğa üstü olan iddialarının pek çok doğal izdüşümü var ve bilim bu doğal izdüşümler hakkında, ve dolayısıyla söz konusu dinler hakkında fikir beyan edebilir. Örneğin dininiz dünyanın 6000 yaşında olduğunu veya evrenin merkezinde olduğunu veya (bir Nijerya kabilesine ait kişisel favorim) karıncanın dışkısından yaratıldığını iddia ediyorsa, bilim size bunların doğru olmadığını ve bilim doğruysa dininizin bu iddialarının, ve dolayısıyla dininizin doğru olmadığını söyleyebilir. (Tabii bilime zıt düşen tüm bu iddiaları birebir gerçeklik değil, metafor olarak yorumlamanız da mümkün (temel bir kural olarak dinler genelde öğretilerinin, bilimin bulgularıyla çeliştiği ortaya çıkan kesimlerini metafor olarak yorumlama eğiliminde olmuşlardır, “ölünce cennet bahçesinde 27 tane cappy portakal içeceksiniz” türünden, bilimsel olarak teyit edilmesi mümkün olmayan ifadeler nadiren metafor olarak yorumlanır, zira onlar tabii ki yaradanın gerçekten kastettiği şeydir). O zaman elbette bu eleştiri onlar için değil, bu iddiaları metafor olarak algılamayan, öyle algıladığınız için sizi (kanımca haklı olarak) samimi bir inanan olmamakla suçlayacak, kendisinin haklı, sizin, dünya üzerindeki binlerce dinin inananlarının ve elbette inançsızların ise haksız olduğundan kesin olarak emin olan milyonlarca inanan için geçerli olur. Diğerleri için geçerli olan ayrı güzel eleştirilerimiz var.)

Üniversite ortamında bilimin içerisinde olan ama bu konular ile uzaktan yakından alakası olmayan bir nesil söz konusu, sizin gibi kendini geliştirmiş birinin söyleyeceklerini çok önemsiyorum. Gençlere önerileriniz var mı?

Açıkçası bilemiyorum. Kaynaklara, bilgiye ulaşmak artık o kadar kolay ki, kendi içinden gelen bir dürtüyle bunu halihazırda yapmayan bir adama benim söyleyeceğim herhangi bir şeyin pek fark yaratacağını sanmıyorum. Bu noktada bilimi popülerleştiren Dawkins gibi Carl Sagan gibi adamların çabaları önemli. Bilimin de güzel olabileceğini, soğuk ve formel bir süreç olmadığını anlatmak, bilimin bulgularının doğa üstü masallardan daha hayret verici olduğunu sistematik olarak anlatmak çok faydalı bence.

(Turkish Journal)

Become a patron at Patreon!