Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Lale Akarun: “Melih Bulu örneği o kadar kötüydü ki yöntemin nelere yol açabileceğini gösterdi, bu sayede hepimize üniversite özerkliğini, akademik özgürlüğü tartışmak fırsatını sundu”
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin direnişi devam ediyor. Çünkü, akademik özgürlük ve özerkliğe yapılan müdahaleler son bulmadı. Şubat ayında Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Lale Akarun ile söyleşmiş, olan biteni ondan dinlemiştim.
Yedi aydır her iş günü üniversitenin orta sahasında protesto yapan akademisyenler, Boğaziçi Üniversitesinin tahrip edilmesinden vazgeçilmesini istiyorlar.
Prof. Akarun ile Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan son gelişmeler üzerine yeniden haberleştik. Sorularım ve kendisinin yanıtları şöyle:
Boğaziçi Üniversitesine atanan rektör Melih Bulu’nun görevden alınması sonrası çokça sevinç yaşandı, tabii temkini elden bırakmayanlar da oldu. O gün ne hissettiniz?
Melih Bulu’nun görevden alınmasına çok sevindim. Evet, aynı yöntemle bir rektör atanacak ve biz yönteme karşıyız, yöntemin değişmesini istiyoruz. Ancak bu, yöntemin niye yanlış olduğunu gösteren çok çarpıcı bir örnek oldu.
Bir önermenin yanlışlığını göstermenin yöntemlerinden birisi, önermeye uymayan bir tane örnek bulmaktır. Önerme şuydu: Öğretim üyeleri, kendi içlerinden kendilerini yönetecek kişileri seçemezler, YÖK ve Cumhurbaşkanı çok iyi seçer. İşte Melih Bulu bu önermeyi çürüten örnek oldu.
Ben baştan beri bu kişinin akademisyen olmadığını düşünüyordum. Yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüksek oranda intihal olduğu belliydi, YÖK Genel Kurulu kararı açıklanmadı ama sanırım görevden alınma gerekçesi intihal varlığının kesinleşmiş olması. Bulu, oradan buradan toplama kopya yazılarla tez yazmış, sonra politikaya atılmış, orada da başarısız olmuş ama bu sayede büyük bir hızla yeni kurulmuş vakıf üniversitelerinde akademik yönetici yapılmış, Şehir Üniversitesinde, yeni kurulan İstinye Üniversitesinde, kayyum atanan Haliç Üniversitesinde. Boğaziçi Üniversitesine rektör atanınca, tabii ki yetersizlikler ortaya çıktı. Bir kere, hayatında bir gün bir kamu kurumunda çalışmamış, mevzuat, kamu maliyesi, resmi yazışma adabı bilmiyor. Onu bırakın bir fikir nasıl yazılı ifade edilir onu bile bilmiyor. Güvenlik görevlisi almak üzere ilan verilmiş, diyor ki: “Bayan adaylarda 165 cm den kısa olmamak ve boy uzunluğunun cm cinsinden son iki rakamı ile kilosu arasında farkın 10 dan fazla 13 den az olmaması”. Böyle bir sayı var mı? Bize rektör diye gönderilen kişi bu kadar yetersiz olunca, bu yöntemin çalışmadığının ispatı oldu. Akademisyen olamayacak bir kişi, Boğaziçi Üniversitesinin rektörlüğüne atandı.
Demek ki YÖK, bu kişinin gerçek bir akademisyen olmadığını kontrol etmemiş, edememiş. Boğaziçili akademisyenler, Boğaziçi mezunları, kolaylıkla ortaya koyabilmişler. Demek ki bu işi üniversitenin değişik bileşenlerine bırakmak daha iyi bir yöntemmiş.
Örnek o kadar kötü oldu ki yöntemin nelere yol açabileceğini gösterdi, bu sayede hepimize üniversite özerkliğini, akademik özgürlüğü tartışmak fırsatını sundu. Fikirlerimizi akademik camiaya, kamuoyuna, Meclis’e, YÖK’e, Cumhurbaşkanlığı’na anlatabildik. Sonuç almış olmamız haklı olduğumuzun tescili bir anlamda. Tabii ki rektör atama usulü henüz değişmedi ama ben değişeceğine dair umut taşıyorum. Sadece bunun için değil, Türkiye’nin geleceği için de umut verdi bana bu süreç.
Boğaziçi’nin bu süreçte en büyük kazancı ne sizce?
İlkesel bir karşı koyuşu, barışçı bir şekilde sürdürdük ve fikirlerimizi duyurabildik, bunu hep birlikte durarak yaptık. Bu çok mutluluk verici. Üniversitenin değişik bileşenleri ile birlikte durmanın önemini gördük. Diğer üniversitelerden akademisyenlerden, öğretim üyesi derneklerinden, bilim akademilerinden, uluslararası akademik camiadan destek gördük.
Üniversitenin niye önemli olduğunu, hem kendimize, hem de kamuoyuna bir kez daha göstermiş olduk. Bir ülkenin kalkınması, vatandaşlarının sağlıklı, barış ve refah içinde yaşaması için, bilgi üretmesi, bu bilginin özgür bir şekilde tartışılması ve akılcı kararların buna göre alınması en önemli unsur. Üniversiteler hem bu akademik bilgi üretme, bunu yorumlama, özgür tartışma ortamını yaratmalı hem de öğrencilerine bunu öğretmeli. Medyascope’ta Şükran Şençekiçer, Bilim Akademisi Kurucu Başkanı ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Alpar ve Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şevket Pamuk ile bir söyleşi yapmış. Ali Alpar, özgür akademinin, özgür araştırma ve tartışma ortamının önemini çok çarpıcı örneklerle anlatmış. Bu söyleşiyi herkesin izlemesini öneririm.
Ulaş Bayraktar, “Direnmek için umut gerekmiyordu, direniş umut oldu” diye yorumladı süreci. Ne dersiniz?
Evet, çoğu insan Türkiye’den umudunu kesti, onun için yanlış olduğunu bilse de yanlışlara karşı çıkmıyor. Oysa neyin doğru olduğuna dair belli konularda toplumda fikir birliği var. Ancak bu fikirler bir araya gelemiyor, duyulamıyor, etkili olamıyor. Direnenleri caydırmak için çeşitli mekanizmalar devreye sokuluyor: Tehdit etmek, hedef göstermek, zarar vermek, küçümsemek, yok saymak. Bu amaçla kurulmuş yayın organları hedef gösteriyor, troller devreye giriyor, yetkiler kötüye kullanılarak tek tek kişilerle uğraşılıyor, öğrenciler dövülüyor, gözaltına alınıyor, davalar açılıyor. En kötüsü de, direniş küçümseniyor: “Başkalarına yapılırken neredeydiniz? Fildişi kulenize dokunulunca mı aklınıza geldi sesinizi çıkarmak?”
Biz bunlara kulaklarımızı tıkayıp akademisyenler, öğrenciler, personel ve mezunlar olarak birbirimize kenetlendik, kimse dinlemese de hiç usanmadan birbirimize anlattık, yazılar yazdık, akademik özgürlük üzerine paneller düzenledik. Sembolik dersler yaptık, mizah gazeteleri çıkardık, müziğini yaptık, fotoğraflar, videolar çektik, öğrencilerimiz direnmenin bin bir yolunu buldular, sanat eserlerine dönüştürdüler, festivaller düzenlediler, BoğaziçiTV adında bir kanal bile kurdular kamuoyuna direnişimizi duyurabilmek için. Birbirimize umut olduk. Her gün cüppelerimizi giyip 12:15’te Üstün Ergüder Meydanı’na gittik, bu atamayı kabul etmediğimizi sembolik olarak göstermek için rektörlüğe sırtımızı dönüp sessiz duruşumuzu gerçekleştirdik, Can Candan Hoca fotoğraflarımızı çekti, bu fotoğrafları, “Kabul etmiyoruz, vaz geçmiyoruz” demek üzere paylaştık, tanımadığımız insanlar bize şöyle yazdılar: “Bize de umut oluyorsunuz”.
Peki, vekâleten rektörlük koltuğuna atanan Naci İnci’nin, öğretim görevlisi Can Candan’ın görevine son vermesi bize ne anlatıyor?
Yetkiler kötüye kullanılarak kişilere zarar veriliyor derken bunu kastediyorum. Yönetim şimdiye dek yüzlerce öğrenciye disiplin soruşturması açılması talimatını verdi. Şimdi öğreniyoruz ki 10 Temmuz Cumartesi günü de Can Hocamız hakkında disiplin soruşturması başlatmış. Disiplin soruşturması çok yersiz: Can Candan fotoğraflarımızı çekip paylaştığı için cezalandırılmak isteniyor. Söylenenler suç değil, ifade özgürlüğü kapsamındadır. Can Hoca üç gün önce açılmış temelsiz ve henüz sonuçlandırılmamış bir disiplin soruşturması dayanak gösterilerek işten çıkarılmış. Bu yapılan kanunsuz, öğretim elemanlarının iş güvenceleri var, mahkemeden dönecektir.
Siz paylaşınca gördüm, İsmail Saymaz,““Boğaziçili akademisyen” sayılmak için lisansı Boğaziçi’nde okumak, master-doktorayı ise Amerika veya İngiltere’de almak gerek” demiş. Çok kişi de Saymaz gibi düşünüyor olabilir. Twitter’da bir düzeltme paylaştınız, burada da biraz açar mısınız Boğaziçili akademisyen sayılmak için neler gerekiyor?
Boğaziçi Üniversitesi 50 yıl önce kurulmuş bir kamu üniversitesi: 1971’de, bir özel okul olan Robert Kolej Yüksek Okulunun kamuya devredilmesi ile kuruluyor. O zamana kadar 1.000-2.000 öğrencilik bir küçük özel okul iken, son 50 yılda, dünyaca adı bilinen, ülkenin parlak öğrencilerine dünya çapında nitelikli eğitim vermenin yanı sıra araştırma yapan, bilim üreten bir kuruma dönüşüyor. Öğrencileri, Türkiye’nin her yerinden, toplumun her kesiminden geliyor, birlikte yaşama, özgürce fikrini söyleme, tartışma kültürünü ediniyorlar.
Öğretim üyeleri liyakat ilkesine göre seçiliyorlar. Diğer üniversitelerden belki farklı olan yönü, kendi mezunlarının öğretim üyesi olarak istihdamına dair koyduğu kısıtlar: Kendi doktora mezunlarının başka bir üniversitede çalışma tecrübesi edinmeden öğretim üyeliği pozisyonlarına başvurmasına izin vermiyor: Bu, içe kapanıklık riskini bertaraf etmek için konulmuş bir kural. Bu nedenle, öğretim üyelerimiz arasında çok değişik kurumlardan lisans ve lisansüstü derecelerini almış kişiler var. Ancak tabii ki tüm derecelerini Boğaziçi Üniversitesinden almış öğretim üyelerimiz de var: 2012-2016 yılları arasında rektörümüz olan Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, buna bir örnek. Bu dönemde, Senatomuz, “Boğaziçili” olmanın bir tarifini yaptı; belli ilkeler koydu. Buna göre, üniversiteler:
- Akademik yeterliğe sahip bireylerin erişimine açık,
- Özgürlükçü, bilimsel olarak özgür ve bağımsız,
- Akademik, idari ve mali anlamda özerk, katılımcı ve hesap verebilir kurumlar olmalıdır.
İlk madde, öğrencilerin üniversite eğitimine erişimini düzenliyor: Sadece bilimsel ve nesnel akademik ölçütlere göre erişim, etnik kimlik, dil, din ve inanç, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim, yaşam tarzı, ekonomik durum ve engellilik hali vb. nedenlerle dışlanmama hakkı, ekonomik yoksunluk nedeniyle üniversite öğretiminden yoksun kalınmaması için gerekli önlemler.
İkinci madde, şiddet ve ayrımcılık içermeyen tüm görüşlerin yazılı ve sözlü özgürce ifade edilebilmesi için ifade özgürlüğü, etik ve evrensel insan hakları çerçevesinde hareket, saydamlık, hesap verilebilirlik, dış baskılardan etkilenmeme, akademik programlarını ve araştırma politikalarını özerk olarak belirleyebilme gibi hususları düzenliyor.
Üçüncü madde ise bu ilk iki maddenin güvenceye alınabilmesi için karar alma yetkisinin demokratik yöntemlerle seçilmiş kurullarda ve yöneticilerde olması gerektiğini söylüyor. Üniversite dışı mercilerin müdahalesinin özerkliğe ters olduğunu, akademik personel atama ve yükseltmelerin tamamen akademik ölçütlerle ve denetime açık ve saydam olarak üniversite kurulları tarafından yapılması gerektiğini anlatıyor.
“Boğaziçili” olmak için, bu ilkeleri benimsemek gerekiyor.
Baştan beri akademik kurumlar kendi yöneticilerini kendileri seçmeli diyorsunuz. Nedenlerini tekrar tekrar ifade ettiniz, duymayan kaldıysa yineleyelim isterim.
Boğaziçi Üniversitesi’nin iyi işleyen bir yönetim sistemi var: Sekiz sene Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğü yapan Prof. Dr. Üstün Ergüder, “Üniversite emir komuta ile yönetilemez” demiş bir söyleşide. Üstün Hoca, üniversite rektörlüğünü bir orkestra şefinin görevine benzetiyor. “Rektörün görevi her kim ne çalıyorsa onu en iyi şekilde ve uyum içerisinde çalmasını sağlamaktır” diyor. Müziği dinlerken maestroyu hiç duymazsınız, değil mi? İşte rektör de bu şekilde, üniversitenin içinde pek fazla duyulmamalıdır. Onun görevi, öğretim üyelerine araştırmasını en iyi yapacak, derslerini en iyi verecek imkanları sağlamak, öğretim üyelerinin önünü açmak, onların mükemmeliyete ulaşması için gereken ortamı sağlamaktır.
Boğaziçi Üniversitesinde akademik yöneticiler bu prensipleri benimseyerek işlerini yaparlar. Akademik yöneticilik bu nedenle, hem zahmetli hem de nankör bir iştir. Hiç kimsenin yapmak istemediği angaryaları yapan, ya da rica minnet dil dökerek birilerine yaptıran, öğretim üyelerinin isteklerini, şikayetlerini dinleyen, sorunlarını çözmeye çalışan, bir taraftan da kendi araştırmasından, derslerinden kopmamaya çalışan kişilerdir akademik yöneticiler. Bu nedenle de kimse bölüm başkanı, müdür, dekan olmak istemez. Eşitler arasında bir görev paylaşımı anlayışı ile seçilen yöneticiler, kimseye patronluk taslamaz, bunun dönüşümlü bir görev olduğunun bilinci ile görevlerini yaparlar.
Rektörlük ise, yaşı kemale ermiş, üniversitenin her biriminde çeşitli görevler üstlenmiş, üniversite kültürünü benimsemiş kişilerin üstlendiği bir görevdir. Şimdiye kadar tüm rektörlerimiz bölüm başkanlığı, dekanlık, rektör yardımcılığı gibi görevler üstlenmiş, üniversitenin işleyişini, kültürünü, sorunlarını çok iyi bilen kişilerdi. Bu kişiler, üniversitede çözülebilecek sorunları, üniversiteyi daha iyiye götüreceğini düşündükleri projeleri anlatarak seçim döneminde öğretim üyelerinin fikirlerini sorarlar. Anlattıkları projeler benimsenir, yönetim tarzları güven verirse oy alırlar, sonra da bu destek ile orkestrayı uyum içinde yönetmeye çalışırlar.
Ankara’dakilerin aklında başka bir üniversite modeli var: “Bizim ekipten bu arkadaş rektör, şu arkadaşın kayınbiraderi genel sekreter olsun. Özgeçmişini gönderdiğim şu kişi, öğretim üyesi alınsın. Bu fakülteler açılsın, şu dersler sunulsun. Dersin içinde de şunlar anlatılsın, bunlar anlatılmasın. Şu şu konularda sanayiye destek olacak araştırmalar yapılsın, öğrenciler şirket kursun, girişimci olsun”. Böyle üniversite vizyonu olmaz. Bu bir vizyon bile değil, üniversite hiç değil.
Ne istiyorsunuz?
Şu anda yapılmaya çalışılan, Boğaziçi Üniversitesini tasfiye etmeye çalışmak: Bir taraftan senatosu, yönetim kurulları, akademik yöneticilik pozisyonlarını yürüten tecrübeli öğretim üyelerini tasfiye etmeye çalışırken bir taraftan hızla yeni birimler kurup buraya üniversitenin akademik personel istihdam kriterlerini sağlamayan, örneğin İngilizce yeterliliği olmayan, endeksli yayınları olmayan ve yasal prosedürlere uymayan şekilde, adrese teslim ilanlarla liyakatsiz kişileri almaya çalışıyorlar. Bu kişilerin siyasilere yakınlığı nedeniyle seçilmiş olduğunu ve hatta bu birimlerin bu seçilmiş kişilerin işe alınabilmesi için açıldığını duyuyoruz. Bütün bu hukuksuz uygulamalar için yasal yollarla itiraz ediyor, davalar açıyoruz ve uzun vadede, hukuksuz adımların iptal edileceğini düşünüyoruz. Ancak bu çok uzun sürebilir. Boğaziçi Üniversitesine çok zarar verilmiş olabilir.
Onun için her şeyden önce, Boğaziçi Üniversitesinin tahrip edilmesinden vazgeçilmesini istiyoruz. Normale dönelim, tek kaygımız öğrencilerimizi daha iyi eğitmek, araştırma ortamımızı canlandırmak olsun.
Orta vadede ise yeni bir Yükseköğretim Kanunu’na yönelik çalışmalara başlanmalı. Üniversitemizde buna yönelik bir çalışma komisyonu var, bir rapor hazırladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi ziyaretimizde bu komisyon raporunun bir özetini Meclis’te temsil edilen partilerle paylaştık. Komisyon raporumuz son halini aldı; kamuoyu ile paylaşılacak. Yeni kanun hazırlıkları için katkı vermeye hazırız.
Prof. Dr. Lale Akarun kimdir?
Ankara Fen Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu. Doktorasını New York Polytechnic Üniversitesinde yaptı. 1993’ten beri Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi. 2002’den beri Bilgisayar Mühendisliği profesörü. Bilgisayarla görme konularında çalışıyor. Araştırmadan sorumlu rektör yardımcısı olarak görev yaptı. Şu anda Teleiletişim ve Enformatik Araştırma Merkezi Müdürü ve Boğaziçi Üniversitesi Endüstri 4.0 Platformu Başkanı.