Şevket Akıncı ile “Öteki Caz” kitabı üzerine söyleşi: “Caz, ilk filizlenmeye başladığından bu yana her zaman özgürlüğü artıran bir müzik türü olmuştur”
Pan Yayıncılık etiketiyle yenice yayımlanan, “Öteki Caz” kitabı üzerine yazarı Şevket Akıncı ile görüştük. Kitabın dip konusu caz elbette, şu soruyla başladım söyleşiye:
“Bu kitap fikri kendinize verdiğiniz bir ödev sonrası mı çıktı?”
Kendime verdiğim bir ödev haline dönüştü zamanla. Yaklaşık 20 yıl önce, çeşitli okullarda caz tarihi dersleri vermeye başladım. Bu kitabın ilk hâli de o derslerde kullandığım notlardan ibaretti. Bu süre içerisinde merak ettim, merak ettikçe de doğal olarak yeni şeyler öğrendim ve caz dediğimiz müzik türünü tekrar ve tekrar tanımlamak zorunda kaldım. Tüm öğretmek istediklerimi bölük pörçük çeşitli kaynaklar halinde dağıtmak yerine tek bir kitap halinde toplamaya çalıştım. Özellikle 20. yüzyılda tüm sanatların, ekonomik ve politik süreçlerin, kültürlerin cazın dönüşümüne etkisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız, cazı da bu bağlamlar içinde ele alma ihtiyacı duydum.
Bir sanat eseri ile karşılaştığınızda (bu sadece müzik değil, resim, mimari, sinema, heykel, dans da olabilir) ilk devreye giren algısal, zihinsel ve akılsal mekanizma, mantığımızdan başka bir şeydir. Çünkü çoğu zaman sanatçının sanatsal kararlarına eşlik eden nedenlerin “çünküsü” yoktur. Seçim önce gelir, neden ise sonra. Sanatı üreten için de; o sanatı gözlemleyen, yaşayan, tecrübe eden kişi için de çoğu zaman bu böyledir. Bir sanat eserini sadece neden-sonuç ilişkisi bağlamında ele aldığımızda eseri mantıksal bir çerçeveye hapsetmiş oluruz ve o eseri “yaşayamayız”, eserden almak istediğimizi alamayız.
Algı, zihin ve akıl devreye girer evet, ama devreye giren şey saf mantık değildir. Sanat mantıksız bir şeydir çünkü. Kartezyen düşünce sistemine endekslenmiş zihinlerin böyle ucu açık durumlara tahammülü yoktur genelde. Örneğin “Bu müziği neden yaptın?” sorusundan ziyade “Bu müziği nasıl yaptın?” sorusu daha önemlidir. Her sanatın, iyi ve kötünün ötesinde bir alanda var olduğunu söylemek mümkündür. Peki öyleyse, iyi ve kötü yoksa, “başarılı” sanatçı diye bir olgudan bahsetmemiz mümkün müdür? Başarının tanımı kişiden kişiye değişse de, “sanatsal başarı” söz konusu olduğunda “kalıcılık”, “özgünlük”, “yenilik” gibi kavramlar; “şöhret”, “zenginlik” vb. gibi kavramlardan daha önemlidir. Sanatçı, içinde soyut olanı somutlaştırabilirse, soyut olanı özgün ve aşkın bir şekle sokabilirse başarılı olur. Bunu tarih kanıtlar çoğu zaman. Sanatçının beğenilmesi, tanınması önemlidir ama bu bir sebep değil bir sonuçtur. Şöhret, zenginlik, bir yarışmada birinci olmak, çekici bir imaja sahip olmak her zaman bir sanat eserinin ve onu yaratan sanatçının başarılı olduğunun göstergesi değildir. Bu tür başarılar çoğu zaman sanattan çok kapitalizm ile ilgilidir. Günümüzde sanat eseri ile, o eseri “tecrübe” eden kişiler arasında sanat ile ilgisi olmayan çok kişi var. Bu kişiler paketleme, imaj çalışması vb. gibi pazarlama teknikleri ile yetinip düşünme işini iktidarlara havale etmeye alışmış belli tipteki insanlara etki edebilir. Ama bu, sanat eserinin gerçek değerini arttırmayabilir ya da azaltmayabilir. O değeri arttıran veya azaltan gösterge zamandır… Picasso’nun bir eseri ile ilk defa karşılaşan kişi “Bunu ben de yaparım” diyebilir ya da “Bunu daha önce kimse yapmadı”, “Bu çok özgün ve başka hiçbir şeye benzemiyor,” diyebilir. Bu tepkiler arasındaki uçurum; kişilerin algısal, zihinsel ve akılsal farklarından doğar. Bu tepkiler “bir bakış açısı”na sahip olup olmamakla ilgilidir. “Daha doğru değerlendirmek” diye bir şey var. Sanatçının çabasına, yaratıcılığına, özgünlüğüne nüfuz etmemiz için o sanatçının bildiği şeylerin bazılarını bilmemizde fayda var. Kişisel zevk dediğimiz şey bir kanaat sahibi olma yönünde gösterdiğimiz çaba ile ilgili. Bu çaba o sanatı algılamakla, özümsemekle, onda bir haz ya da acı bulmakla; neyi çağrıştırdığını, neye işaret ettiğini sosyolojik, felsefî ve hattâ ekonomik bağlarını araştırmakla ilgili. Her şeyden önce nesne (sanat eseri) ve özne (ben) arasındaki durumların ve değişimlerin incelenmesi gerekir. Bir sanat eseri ile karşılaşma anı, öznenin değişmeye başladığı andır ve bu değişimi bir süreçler zincirinde anlamamız gerekir. Kitabı bunları önemseyerek yazmaya çalıştım.
O zaman, “Bu kitap bir arayışın peşinde, sahici bir merakla yazılmış” desek yanılmış olmayız sanırım.
Birçok sanatın tarihi gibi cazın da tarihi diyalektik bir sürecin içinde. Cazın tarihi bozgunculuğun tarihidir, bunu anlatmak istedim. Ve bu diyalektik süreci keşfedince onu anlatmak istedim asıl. Düşün ki cazın ortaya çıkmasındaki en önde gelen etmen “kölelik”. Dönemin Amerikan toplumunda ekonomik hakları dahil, neredeyse her hakkı elinden alınmış olan ve her şeyden mahrum bırakılan Afro-Amerikalı müzisyenler, hayatta kalabilmek için bir yol bularak ve bu yolu yeni şeyler üretmek için düzenleyerek ortaya geniş bir müzik kültürü çıkarıyorlar. Bu sayede, toplumun her kesimine ilham veren eşsiz ve ustaca icra edilen bir müzik yaratıyorlar ve kompozisyonlarını genişletmek için doğaçlamayı kullanıyorlar. Tıpkı hayatta kalmak için günlük yaşamda doğaçladıkları gibi… İcatlar, sentezler ve yorumlar, icra anında ortaya çıkıyor. Zamanla yöntemler değişime uğruyor ve bu yöntemlerin ortaya çıkmasını sağlayan estetik anlayış da değişiyor. Böylece bu sanat türü, dünyanın değişimine yön verecek noktaya gelmiş oldu. Caz müziği günümüzün yeni ve farklı çalışmalarına model olan “kendin yap, yine de sen yap” yaklaşımını ortaya çıkarmıştır. Teknik ustalığı, estetik anlayışı ve sosyal duyarlılığı caz müzisyenleri kadar ince ve farklı olan; kendini yaptığı işe bu kadar adayan müzisyenler bulmak oldukça zor. Kölelik gibi korkunç bir durumdan ortaya çıkan bu müzik hep bir devinim içinde olmuştur. Devam eden evrimi ile küresel bir sanat haline gelmiş, bununla birlikte kendine bambaşka müzik formlarının içinde yer bulmayı başarmıştır. Caz, ilk filizlenmeye başladığından bu yana her zaman özgürlüğü artıran bir müzik türü olmuştur. Örneğin, Louis Armstrong’un çalma biçimi öncekilerden daha özgürdür. Roy Eldridge Louis’den, Dizzy Gillespie Roy Eldridge’den, Don Cherry ise Dizzy Gillespie’den daha özgürdür. Caz, serüveni boyunca, kölelikten kalan özgürlük özleminin aynası olmuştur. Bu özlem cazın değişik dönemlerinde kendini daha çok hissettirmiş ve böylece pek çok insana ilham vermeyi başarmıştır. Kimileri caz çevresine katılmış; kimileri ise bu çevreden etkilenerek cazın temsil ettiği değerlerle paralel olan, hiyerarşik kültürden bağımsız, kendi özgün akımlarını başlatmıştır. Bu akımlar geliştikçe yeni teknikler ve yeni estetik yaklaşımlar ortaya çıkmış, bu yenilikler de başka yenilikleri getirmiş ve çarpıcı bir devinim oluşmuştur. Sanatçılar ırksal, sosyal ve kültürel ayrımları aşmış olsa da müziği etiketlendirme beklentileri bazılarının önüne engeller koymuştur. Bazı sanatçılar yaptıkları çalışmaları isimlendirmek için çeşitli terimler kullanırken, bazıları da hiç oralı olmamış, çoğunluğu çalışmaları için “müzik” teriminden başka bir şey kullanmamayı tercih etmiştir. Barok günlerinden 20. yüzyıla kadar Batı müziğinde doğaçlamaya, caz müziğinde olduğu kadar önem verilmemiştir. Caz, Amerika’nın sınırlarını aşmış, bugün her ülkede çalınan evrensel bir müzik türü haline gelmiştir. Bunun sebeplerinden biri cazın doğaçlama yapmak isteyen müzisyenlere farklı müzikal ifade seviyelerine ulaşabilme imkânı vermesidir. Bu durum, doğaçlamayı temel unsur haline getirmiş müzisyenler için itici güç olmuştur. Ayrıca, icra ve “yaratma” sürecinin, klasik Batı müziğinde olduğu gibi birbirinden mutlak olarak ayrılmış etkinlikler olması gerekmediğini göstermiştir. Dünyaya geleneksel olandan farklı, daha özgür müzik yapma ihtimali olduğunu kanıtlamıştır. Caz, kendine geleni alan ve dönüştüren bir müzik türüdür. Yüz elli yılı bulmayan geçmişi incelendiğinde, yaşadığı sayısız değişimin belki de en önemli sebebinin, içinde barındırdığı bu açık uçluluk, yani değişime ve ilerlemeye izin veren özü olduğunu söyleyebiliriz. İlk zamanlarında tohumları yeni atılmış Amerikan kültürüne paralel bir sanat formu olan caz, 1960’lara gelindiğinde dünyanın farklı kesimlerinde, farklı tarzlar içerisinde, yaşama şansı “caz” isminin kökenlerine dair başka teoriler de vardır. Princeton Üniversitesinden Profesör Harold S. Bender, caz sözcüğünün Batı Afrika sahilinden Amerika’ya yerlilerle birlikte geldiğini ve “hızlandırmak”, “heyecanlandırmak” anlamında kullanıldığını söyler. Glasgow Üniversitesi profesörlerinden Henry George Farmer tarafından ileri sürülen başka bir teoriye göre ise caz, Arabistan’dan Sudan aracılığıyla Afrika’ya gelen “cazib/cezbe” gibi Arapça sözcüklerden türetilmiştir. Yazar Irving Schwerke ise kelimenin Fransızca gevezelik etmek manasına gelen “jaser” sözcüğünden geldiğini söylemektedir. “Avrupa cazı”, caz-rock, jazz manouche, no wave, “dünya cazı” gibi melez türleri oluşmuştur. Belki de cazın en temel geleneği sürekli devam eden dönüşümüdür. Bu melezleşmelere karşın 1940’ların ve 1950’lerin cazı “standart” ya da mainstream (ana akım) olarak kabul edilmiştir. Gelgelelim bir müzik dükkânına girdiğinizde, özgür doğaçlamanın “sonik teröristi” Peter Brötzmann ile 1950’lerde geleneksel cazın önde gelen trompetçisi Clifford Brown’u aynı raflarda görebilirsiniz. Bu etiketleme müzik endüstrisinin pazarlama tekniklerinin bir uzantısıdır. İlginçtir ki geleneksel ve ana akım caz ile alakası kalmamasına rağmen AMM gibi bir özgür doğaçlama grubunun ya da Keiji Haino gibi bir noise’cunun albümünü bulacağınız yer caz raflarıdır.
Bu yüzden de cazın tanımının bugün çok genişlediğini düşünenlerdenim ve bu yüzden derslerde ana akım cazın dışında olan birçok müzik de dinletirim. Derslerde ne zaman Derek Bailey, Sun Ra, John Zorn ya da Keiji Haino dinletsem karışık tepkilerle karşılaşırım, nefret eden de olur, çok seven de ve anlamadığını belirten bir çoğunluk da… Ama “kayıtsız” kalan yoktur asla. Çok çok küçük bir azınlık “nasıl” diye sorarken çoğunluk “neden” sorusunu sorar. Bu kitap bu iki soruya cevap arar nitelikte.
Bu bir ders kitabı mı? Kime hitaben yazıldı? Caza ilgisi olmayan bir kişiyi de çekebilir mi anlatılanlar?
Öğrencilere dağıttığım ders kitabı bu kitabın iki katı! İsteyen derslerinde faydalanabilir, ama elimden geldiğince müzisyen olmayanların da ilgisini kaybettirmeyecek şekilde yazmaya uğraştım. Bazı teknik terimler için, kitabın arkasında ufak bir sözlük de var.
Kitabı hazırlamak ne kadar sürdü?
12 yılımı aldı. Bunun birinci sebebi merak ettikçe arayışlarımın ve cevapların artması, değişmesi, güncellenmesi ve öğrendikçe soruların artması idi. İkinci sebep ise, uzun aralıkların olduğu dönemlerde hiçbir şey yazmamam. Yaşamı, kendisini üstün hissedebileceği durumlarla sınırlayan, yeni deneyimlere ve değişik yaşantılara kapalı birtakım otoritelerin kültürü de tanımlamaya kalktığı bir dünyada, bu uğraş için gerekli motivasyonu sağlamak zorlaşıyordu ve birçok kere “havlu attım” ve bu işten vazgeçtiğim ve yazmadığım uzun süreler oldu. Ancak ne zaman vazgeçsem öğrencilerimin yüreklendirmesiyle tekrar başladım, çoğu zaman en baştan yazmaya başladım ve devam ettim. Üçüncü sebep de müzik gibi “akıl dışı” bir eylemi “akıl” yoluyla anlatmanın zorluğuyla mücadele etmem. Müzik sadece müzik diliyle anlatılır diye düşünenlerdenim, yoksa müzik yapılmazdı. Hâlâ aynı düşüncedeyim.
Peki, neden bu uğraş?
Özgür caz, özgür doğaçlama, postmodern caz, noise vs… gibi konuları ele alan Türkçe kaynakların sayısı çok çok az. Birbirine bağlı olduğunu düşündüğüm bu akımları toplayan bir rehber yapmak zamanımı aldı. Bu uğraşın bir diğer sebebi de bir müzik eserini anlamak için o eseri üreten kişinin bildiği bazı şeyleri bilmenin faydalı olduğunu düşünmem.
Bu bilgileri de ancak herkesin anlatacağı bir şekilde anlatabilirdim, yani dili kullanarak her ne kadar müziği anlamak ve anlatmak için dilin hâlâ sınırlı olduğunu düşünsem de…
Sözle de bir dünya kurabiliyor insan. Bu kitapla müziğe bir teklifte bulundunuz belki.
Sözle bir dünya da kurabiliyor insan evet ama yine sözle yok edebiliyor. John Zerzan adında anarşist bir kuramcı var “Gelecekteki İlkel” adlı kitabında medeniyetin sonunu sözün ve rakamların getirdiğini savunuyor. Bilimkurgu yazarı Olaf Stapledon ilk evrenin müzikal olduğunu yazmış, gezegenlerin müzikle iletişim kurduğunu yazmış. Biz insanlar da öyle mi iletişim kursaydık, keşke… Müzikle… Sözü manipüle ederek gerçeğimizi yaratıyoruz ve keşfettiğimiz gerçeği yıkabiliyoruz.
Kitabın kapak fotoğrafını nasıl seçtiniz? Bu fotoğrafın özel bir nedeni var mı?
Kapaktaki fotoğrafı arkadaşım Volkan Terzioğlu çekti. Özgür doğaçlamaya ve özgür caz’a ait birçok şeyi Volkan Terzioğlu’ndan öğrendim ve hala öğreniyorum. Volkan hem Islak Köpek’ten grup arkadaşım hem de 12 yıldır birlikte Açık Radyo’da program yaptığımız bir “mentor”um desem abartmış olmam. Benden çok çok önce başladı özgür doğaçlama ve özgür caz dinlemeye. Bu müziğin teorik ve politik altyapısını çok iyi bilir. Tüm bu sebeplerden, onun çektiği bir fotoğrafı koymam, benim için önemliydi. Fotoğraftaki müzisyen ise Avrupa Özgür Cazı duayenlerinden Hollandalı davulcu Han Bennink. Hollandalılar’a özgü tüm sempatikliği ve alçak gönüllülüğü ile fotoğrafını koymama hiç tereddüt etmeden izin verdi.
Kitapta 20. ve 21. yüzyıla odaklanmanızın özel bir nedeni var mı?
Caz tarihine ve genel olarak müzik tarihine bakıldığında bu çağdaş klasik müzik de olabilir, popüler müzik de hem yatay (yani dönemler arası) hem dikey (yani kültürler ve yaklaşımlar arası) birçok etkileşim görülür. Özellikle 20. yüzyılda ve günümüzde teknoloji alanındaki gelişmelerin, kültürler ve çağlar arasındaki etkileşimlerin yoğunlaşarak artmasına zemin hazırladığı görülmekte.
Bu etkileşim bir caz grubunun bireyleri arasındaki etkileşime benzer. Uluslararası haberleşmenin kolaylaşması ile değişik kültürlerin de bu etkileşim içinde bazen başat, bazen yoğun, bazen de ikinci derecede rol oynadıklarını yadsımak doğru olmaz. Ornette Coleman’ı anlamak için caz tarihine, AMM’i anlamak için çağdaş müziğin tarihine de bakmak lazım; Japon cazını anlamak için fluxus hareketini anlamak, John Zorn’u anlamak için postmodernizmi anlamak lazım. Bu sebeple sadece, çok yüzeysel olarak caz tarihinden, 20. yüzyıl çağdaş Batı müziği tarihinden ve postmodernizm tarihinden bahsettim. Kitapta zaman zaman sistematiğe aykırı da görülse önemli gördüğüm bu etkileşimlere mümkün olduğu ölçüde yer vermeye çalıştım.
Bir önce yaptığımız söyleşide “kültür endüstrisinin vaatleri ve yaşama anlamlı bir açıklama getirebilmek için sunabildikleri azaldıkça, yaydığı ideolojinin de içi boşalıyor” demiştiniz. Bu endüstride sizce kitapların yeri neresi?
Çok sayıda kitap mevcut politik sisteme ve o sistemin devamından faydalanan azınlık bir sınıfın refahına hizmet ediyor. Birçoğu televizyonda yayınlanan Türk dizilerinden farksız. Popülizm hükümetin işine yarıyor ve o kitapların reklamlarını metro istasyonlarında görüyoruz. Ciddi edebiyat var hala ama kitap okumayan bir toplum yarattıktan sonra, verilenle yetinip düşünme işini iktidarlara bırakan bir nesil yarattıktan sonra bu kitapların yayınlanması sahte bir demokrasi gösterişinden öteye gidemez.
İlk dinlediğiniz caz albümü hangisiydi?
Miles Davis- Kind of Blue.
Çocuklarınıza dinlettiğiniz ilk caz albümü neydi?
Louis Armstrong- Hot Five & Hot Seven.
Çocuklarınız her müziği kendi gerçekliği içinde ciddiye alabiliyorlar mı?
Özellikle oğlum Deniz çok açık fikirli, iki-üç yaşlarında Frank Zappa dinleyerek salonda oradan oraya koşup ortalığı yıkıyordu. Özgür caza da ilgisi var, hatta beş yaşındayken saksofoncu arkadaşım Cihan Gülmez ile davul çaldığı bir video var YouTube’da. Baya iyi çalıyor orada, bir kontrol mekanizması yok çünkü, o yüzden kendini müziğe bırakabilmiş. Şimdi ise 11 yaşında, biraz eleştirerek yaklaşıyor. Ben de çalması için zorlamıyorum, istediği zaman çalar. Ki doğrusu da bu. Kızım Ece ise dans ile çok ilgili, dans ettirecek müzikleri tercih ediyor. Louis Armstrong’un bir lafı var: “Any music that makes you tap your foot is good music”. Kızım da aynen öyle düşünüyor. Resime ve el işlerine daha çok ilgisi var.
“Pandemik Sessizlik”te müzikle olan ilk ilişkinizi çok güzel anlatmıştınız. Paylaştığınız rüya da acayipti. Rüyanın devamı olsa nasıl ilerlerdi konu acaba?
A 101’i ateşe verip, yangının sesini dinlerdim.
Son soru: Türkiye’de durumlar malum, sahnelerin açılması üzerine çokça sanatçı akıl-fikir alış verişinde mi?
Kesinlikle dayanışma ruhu arttı. Herkes aç kaldı çalmaya, paylaşmaya. Müzisyenlere ve eğlence sektörüne dayatılan sınırlar daha da alevlendirdi ortalığı. Herkes daha iyi müzik mi yapıyor ne, ya da bana mı öyle geliyor. Bu arada Redd grubunun yaptığı eylem çok cesurcaydı ve yayılması için bizim de cesaretimizi toplamamız gerek.