Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Lale Akarun: “Makineli tüfeklerini bize doğrultmuş polislerin karşısında, çoğu 50’sini geçmiş beyaz saçlı öğretim üyeleri ve 20’li yaşlarda rengarenk giyimli dans eden öğrenciler var”
Yıllardır Türkiye’de akademinin özgür olmadığını biliyoruz. Siyasi otoritenin “kadrolaşma” eğilimleri de yeni değil ama 4 Ocak’tan beri süren Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin direnişi yeni. Öğretim üyeleri üniversitelerine Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasına karşı çıkıyor. Her gün rektörlüğün önünde, binaya sırtlarını dönerek yarım saat hareketsiz duruyor; üniversitelerine dışarıdan yapılmış bu müdahaleyi kabul etmediklerini söylüyorlar. Bir yanda bu yaşananlar, bir yanda da uzun süredir itibardan düşmüş olan bilimsel aklın yeniden itibar kazanacağı, akademinin özgür olacağı beklentisi. Peki ne olur sonu?
Geçen günlerde, Twitter’da, “Bu öğlen buluşmaları çok verimli oldu” yazdı Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünden Prof. Dr. Lale Akarun, “Bir interdisipliner proje önerisi ve bir interdisipliner yeni ders ortaya çıktı. Üniversite demek, bir araya gelmek, tartışmak ve yeni fikirler ortaya çıkarmak demek. Boğaziçi Üniversitesi hocaları ve öğrencileri ile güzel” dedi.
Medyascope için kendisiyle görüştüğümüzde soru silsilesi ile yordum kendisini, sağ olsun zaman ayırdı.
İlk olarak, Boğaziçi Üniversitesi’nin misyonunun ne olduğunu ondan duymak istedim. Şöyle özetledi:
“Öğrencilerinin yaratıcı ve eleştirel düşünen, özgür ve özgürlükçü, etik değerleri önemseyen, doğa ve çevre bilinci gelişmiş, yerele kök salmış-evrensele açık, bilimsel, sosyal ve kültürel formasyonu ve özgüveni ile üstleneceği mesleki ve sosyal sorumlulukları başarıyla yerine getirecek bireyler olarak yetiştirmek; evrensel boyutta düşünce, bilim ve teknoloji üreterek insanlığın hizmetine sunmak ve bilim, sanat ve kültürün toplumda yer bulmasında ve yaygınlık kazanmasında yardımcı ve öncü olmak1. Ne kadar büyük bir misyon değil mi? Bir üniversite bütün bunları yapabilir mi? Yaratıcı ve eleştirel, özgür ve özgürlükçü. Bunlar ilişkili şeyler. Özgür olmazsanız zaten eleştirel düşünemezsiniz. Eleştirel düşünmez, her söyleneni kabul ederseniz yaratıcı olamazsınız. Özgürlükçü olmazsanız, başkalarını dinlemez, başkalarının fikirlerinden yararlanamazsınız. Dolayısıyla ne yaratıcı olabilirsiniz ne de yenilikçi. Dolayısı ile bir üniversitenin yeni düşünce, bilimsel bilgi üretmesi için yaratıcı ve eleştirel, özgür ve özgürlükçü olmayı teşvik etmesi gerekiyor. Etik değerleri önemseyen, doğa ve çevre bilinci gelişmiş, yerele kök salmış ama evrensele açık: Bunlar da ilişkili şeyler. Evrensel olmak için etik değerleri içselleştirmek, insan haklarına önem vermek, doğa ve çevre bilincine sahip olmak gerekiyor. Öğrencilerimizin bu değerleri içselleştirmesini istiyoruz.”
Öğretim üyesi olarak Boğaziçi Üniversitesinde çalışmaya ne zaman başladınız?
Lisans derecemi Boğaziçi Üniversitesinden aldım; Elektrik Mühendisliği bölümünden 1984 yılında mezun olup 1984-1986 yılları arasında yüksek lisans öğrencisiyken araştırma görevlisi olarak Boğaziçi Üniversitesinde akademik hayata başladım. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi alımında kendi mezunlarının başvurusunu ancak dışarıda bir kurumda doktora yaptıktan ya da başka bir üniversitede öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra kabul eder. Kendi içine kapanık olmamak için bu çok önemli bir prensiptir. Ben de doktoramı 1987-1992 yılları arasında, şu anda New York Üniversitesinin parçası olan Polytechnic Üniversitesinde yaptım. Doktoramı tamamlayıp Boğaziçi Üniversitesine geri döndüğüm 1992 yılı, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin rektörlük seçimi yaptığı ve bu usulün yasalaşıp seçilen Prof. Dr. Üstün Ergüder’in rektör atandığı seneydi.
Nasıl bir ortamdı?
Boğaziçi Üniversitesi herkesin fikirlerini özgürce söyleyerek yönetime katıldığı bir ortamdı. Öğrenciler rektörün kuklasını orta sahaya dikip, her gün etrafında protestolar yapardı. Rektör buna hiç karışmazdı. Ben de yeni bir öğretim üyesi olarak, her konuda fikirlerimi söyler; çekinmeden itiraz ederdim. Boğaziçi Üniversitesi, kendi içinde bir demokratik yönetim örneği. Her birimin tüm öğretim üyelerinin eşit oy hakkına sahip olduğu kurulları var. Bu kurullar ve birimler arası komisyonlarda kararlar, tartışılarak, ilgili tüm tarafların fikirleri dinlenerek alınıyor. Alt birimlerde alınan kararlara bir üst aşamada saygı gösteriliyor ve üniversite tabandan yukarıya, yönetim kurullarına doğru kararları taşıyıp kesinleştiriyor. Üniversitenin yasama organı, senatosu. Mühendislik Fakültesi öğretim üyelerinin tümünün oy kullandığı bir seçimde aday olup, senatör seçildim; dokuz sene senatoda Mühendislik Fakültesi Senatörü olarak yer aldım. Üniversitede ben öğretim üyesiyiken altı kez rektör seçimi yapıldı, tüm seçilmiş rektörlerle birlikte çalıştım. Hepsinin üniversiteye aynı bağlılıkla ve aynı demokratik ilkelere uyarak hizmet ettiğini gördüm.
2012-2016 arası, rektör yardımcısı olarak, araştırmadan sorumlu olarak çalıştım. Rektörümüz Prof. Gülay Barbarosoğlu çok takdir edilen bir rektördü ve ikinci döneminde yapılan rektörlük seçimlerinde yüzde 86 oy alarak seçildi. 15 Temmuz sonrası rektör seçimleri KHK ile kaldırıldı ve rektörümüz atanmadı. Bu ara dönemde, aynı ekipte rektör yardımcılığı yapan Prof. Dr. Mehmet Özkan, rektörlüğe aday olmasa da rektör olarak atandı. Üniversite, o zaman seçilmiş rektörünün atanmamasını kuvvetle protesto etti. Ancak Prof. Özkan, üniversitenin ilkelerinden ayrılmayacağını, tabandan yukarıya doğru demokratik karar alma süreçlerine bağlı kalacağını söyleyince, güven oyu aldı. Şimdi geriye doğru bakınca, aynı ekibin devam etmesi, olumlu oldu ve üniversite, başarılı bir yönetim dönemi geçirdi.
1 Ocak 2021 gecesi Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasına neden karşı çıkılıyor?
Akademik bir görüş alınmadan dışarıdan bir kişinin rektör olarak atanmasının, yeni fakülteler açılıp onlara dekan atanmasının üniversitenin öğretim üyelerinin, öğrencilerinin ve mezunlarının protestosu ile karşılanması doğal. Bakın, ben senelerce bu üniversitenin Senatosunda görev yaptım; saatlerce, günlerce tartışırdık en ufak bir konuyu; bir dersin ayrıntılarını; yeni akademik programları, yeni bir bölümün kurulmasını. Bir anlık bir kararla, üniversitenin haberi bile olmadan iki fakültenin kurulması, akıl alır gibi değil. 2015 yılında bir stratejik plan çalışması yaptık1; bu planı yapmak, bir yıldan çok zamanımızı aldı; değişik başlıkları, pek çok kişinin görev aldığı konuyla ilgili komisyonlar defalarca toplanıp düşündü; tartıştı. Stratejik planımızın amaçlarından birisi şöyle: Özerk, özgürlükçü, demokratik, katılımcı ve şeffaf üniversite yönetişim modelini uygulamak, geliştirmek ve savunmak. Bu bizim tartıştığımız, üstünde uzun uzadıya düşünüp benimsediğimiz, bir amaç. Öncesinde, üniversite senatomuz, 2012 yılında, üniversitenin yönetimine esas olacak temel ilkeler kabul etmişti2. Bu ilkelerin üç tanesi, itirazımıza temel oluşturuyor:
1. Üniversitelerin herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki veya baskısına maruz kalmaması ve siyaset aracı olarak kullanılmaması, bilimsel ve toplumsal gelişim açısından vazgeçilmezdir.
2. Üniversitelerde karar alma yetkisinin demokratik yöntemlerle seçilmiş kurullarda ve akademik yöneticilerde olması özerklik için şarttır. Rektör, dekan, enstitü müdürü, yüksekokul müdür, bölüm başkanı gibi akademik yöneticiler atamayla değil seçimle belirlenmelidir.
3. Üniversitelerin, özerk anayasal kurumlar olarak, akademik programlarını ve araştırma politikalarını öğretim elemanlarınca ve/veya üniversite kurullarınca kararlaştırılarak belirlemesi, bilimsel özgürlüğün ve yaratıcılığın şartlarındandır.
Üniversitenin temelini, özgür düşünce oluşturur. Bilimsel araştırma, her fikirden kuşku duyma; fikirleri sınamak için nesnel deneyler tasarlayıp doğruyu aramaya dayalıdır. Üniversitenin bu işlevlerini yerine getirebilmesi için özerk olması, kaynaklarının siyasi baskılardan bağımsız olması ve tabandan yönetim ilkelerini benimsemiş, liderlik yapabilecek akademik vasıflara sahip akademisyenlerce yönetilmesi gereklidir. Dünyanın hemen her yerinde saygın akademik kurumlar, akademisyenlerin söz sahibi olduğu mekanizmalarca akademik yöneticilerini seçerler. Ülkemizde de, üniversitelerimizin bilimsel bilgi ve düşünce üretme işlevlerini yerine getirebilmeleri için, ilgili mevzuat, bu doğrultuda mecliste ele alınmalı ve güncellenmelidir.
Ocak ayından beri okulda bir gününüz nasıl geçiyor?
Bu müdahale, öğretim üyeleri olarak bizi birbirimize çok bağladı. Birbirimizin, kurumumuzun değerini daha çok anladık. İlk günden kendi aramızda tartışıp, bu durumu kabullenmediğimizi, ve ilkelerimize aykırı olduğunu ifade eden bir açıklama yaptık. Daha sonra, barışçıl ve sürdürülebilir bir sembolik itiraz türü olarak, her gün, cübbelerimizle sırtımızı rektörlüğe dönerek, bu durumu kabullenmediğimizi ve vazgeçmeyeceğimizi göstermeye karar verdik. Sabahları derslerimizi veriyor işlerimizi yapıyor, sonra her öğlen, bu ritüeli gerçekleştiriyoruz. Kampüste bu şekilde buluşup birbirimizi görmek çok iyi geliyor. Pandeminin başından beri öğrencilerimizden, kampüsümüzden uzak kaldık. Şimdi birbirimizi görmek, akademik konular konuşmak, bazen yeni projeler, yeni dersler planlamak çok iyi geliyor. Akademik hayatımızı hiç aksatmıyoruz, projeler, makaleler, uluslararası toplantılar.
Öte yandan, üniversitenin etrafında inanılmaz bir polis mevcudiyeti var. Bazı günler, okul etrafında ondan çok zırhlı araç, yüzlerce kalkanlı polis, makineli tüfeklerini bize doğrultmuş özel giyimli polisler, çatılarda keskin nişancılar görüyoruz. Karşılarında ise bizlerden başka kimse yok. Çoğu 50’sini, 60’ını geçmiş, beyaz saçlı öğretim üyeleri, 18-20 yaşlarında rengarenk giyimli, şarkılarla, danslarla, hepsi son derece barışçı protestolar yapan öğrenciler. Bunu anlamakta çok zorlanıyorum. Biz orta sahada dikilirken tepemizde 7-8 polis helikopteri dolaşıyor. Her gün çok endişe duydum, yanlışlıkla birisine bir şey olacak diye. İlk günler öğrencilerimize çok büyük şiddet uyguladılar. Öğrencilerimiz çok sağduyulu davrandı, barışçı protestolardan vazgeçmediler. Öğrencilerimizin bazıları hala tutuklu, bazıları ev hapsinde. Hepsinin serbest kalmasını diliyorum. Bu öğrenciler, ülkenin en büyük hazinesi, gözümüzden sakındığımız, üstüne titrediğimiz çocuklarımız, geleceğimiz.
Sizi tanıyanlar, sıkça söz ettiğiniz bir konunun “akademik etik” olduğunu bilir. Başkasına parayla yazdırılan tezler, bu yolla doktora alan yetersiz akademisyenler, sahte araştırma sonuçları, yağmacı dergi ve konferanslar. Prof. Dr. Melih Bulu’nun da doktora tezinde intihal yaptığı tespit edildi. Buna benzer sorunlarla baş etmenin bir yolu var mı sizce?
Çok iç kapatıcı konular. Geçenlerde Çin’in benzer sorunlarla nasıl baş ettiğinden bahsetmiştim*. Sizinle de paylaşayım: 1966-76 yılları arasında Çin,”Kkültür Devrimi” adı verilen büyük yıkımı yaşamış.
“Dış etkilerden ülkeyi arındırmak için” tüm üniversiteleri kapatmışlar. Öyle ki 1973 yılında, endeksler tarafından taranan dergilerde sadece bir Çin kaynaklı yayın varmış. Ardından gelen reform ve açılma süreci ile Çin, tarımsal bir ekonomiden, sanayi ve bilgi tabanlı bir ekonomiye dönüştü. Üniversiteleri dünyanın en iyileri arasına girerken, Çin dünyada en çok yayın yapan ülke haline geldi. Tabii ki bu hızlı büyüme, beraberinde etik ihlal skandallarını da getirmiş. Bu konu, 2000’lerde gündeme girerken, 2017’de Tumor Biology dergisinde yayımlanmış olan Çin kaynaklı 107 yayının sahte oldukları ve gerçek bir hakemlik sürecinden geçmedikleri için geri çekilmeleri büyük bir skandala neden olmuş. Çin Bilim Bakanlığı, akademik etiğe aykırı davranan akademisyenlere ceza verme tehdidinde bulunurken, “makale fabrikası” adı verilen, sahte makaleler yazmayı ve yayınlamayı kolaylaştıran şirketlere karşı yaptırımlar getirmiş. Ancak bu şirketlerin hala servislerinin ilanını açıktan yapmaya devam ettiklerine dikkat çekiliyor. Anlaşılacağı üzere, Çin’in daha gidecek yolu var. Ancak onlara verilen ve bazıları uygulamaya konulan tavsiyeler, faydalı olabilir.
1. Akademik etik eğitimi verin: ABD’de NSF ve NIH’ten araştırma fonları alanların “sorumlu araştırma” eğitiminden geçmeleri zorunluymuş. Türkiye’de de YÖK, üniversitelerden bu konuya yer vermelerini istiyor. Etik kurullarımız var. Ancak bu eğitim kuru bir zorunluluk olmamalı; bir seferberlik haline getirilmesi lazım.
2. Yayın baskısı dengeli olsun: Doktora için, akademisyenliğe kabul için, yükselme için yayın şartları, makale başına yayın ödülleri, hızlı ve çok sayıda yayın baskısı yaratıyor. Evet, yayın yapmak lazım; ama niceliği değil etik ve yüksek kaliteli yayını teşvik edin.
3. Çıkar çatışmaları: Çin’de hakemlikte, işe alımlarda, fon kaynaklarına başvurularda tanıdıklık, aile bağları gibi kişisel ilişkilerin çok önde olduğuna ve bunun sakıncalarına dikkat çekiliyor.
4. Misillemeyi önleyin: Etik ihlaller, etik komisyonlarca değerlendirilir. Ceza alan kişilerin komisyon üyelerine misilleme yapmasını engelleyin. Bizde çok görülen bir durum maalesef. İlk defa jüri üyesi olarak doçentlik dosyasında kopya yayın görüp etik ihlal vardır kutucuğunu işaretlediğimde, bir üst komisyonun “bizdendir” diye adayı aklayıp bana ceza verdiğini duyunca dehşete kapılmıştım. Etik kurulların iyi işlememesinin ana sebeplerinden birisi budur.
5. Dış denetim: Uzmanlaşmış denetim şirketlerince yapılan dış denetimin ufak hataları bulup düzeltmek için olduğu gibi, büyük sahtecilikleri ortaya çıkarmak için de faydalı olduğu, ama pahalı olduğuna dikkat çekiliyor.
6. Açık iletişim: Bu konuları araştırın, raporlar hazırlayın, akademik camiada tartışılsın.
7. Şeffaf devlet: Tüm tezler açık olmalı. Araştırmalar ve bilimsel üretim açık ve şeffaf olduğu gibi, etik ihlaller de ibret için açıklanmalı. Yazdıkları sahte makalelerle ülkemizi dünyaya rezil edenler mahkeme kararları ile korunmayı hak etmiyorlar.
Bu konularda yapılacak çok şey var, umarım bir kısmını biz de yapabiliriz.
Son zamanlarda Akademik Ahlak Twitter hesabının yayınlarından öğrendiğimize göre, Türkiye’de 500’ün üstünde parayla tez ve makale yazım hizmeti veren danışmanlık şirketi varmış. Bu şirketler uzman akademisyenler çalıştırdıklarını söylüyorlarmış. “Kültürel hırsızlık” eğilimine doğru uzatsam konuyu yanlış mı yapmış olurum?
Bu konuyu daha önce Herkese Bilim Teknoloji dergisindeki köşemde ele aldım*. Bu ticari tez yazım şirketlerinin faaliyetleri ve ilanlarında verdikleri detaylar, dudak uçuklatıcı. Örneğin bir tanesi, kadrosunda 2831 doçent ve 3758 yardımcı doçent çalıştırdığını söylemiş. Bu sayılara güvenirsek, YÖK istatistiklerine göre Türkiye’deki doçentlerin yüzde 12’sini, yardımcı doçentlerin yüzde 9’unu tek bir şirket çalıştırıyor! Üstelik bu şirketlerden 520 tane var! Bu sayılara inanalım ya da inanmayalım, on binlerce öğrenci bu şekilde başkasına tez yazdırıyor. Daha da kötüsü, bu tezlerle akademisyen oluyorlar. Kendileri araştırmanın ne olduğunu bilmedikleri için, başkasına da öğretemiyorlar. Aynı etik dışı yöntemlerle yayın yapıp doçent ve profesör oluyorlar. Jüri üyesi olarak girdiğim bir doçentlik sınavında, Bayes ağları ile sınıflandırma konusunda tek yazarlı makalesi olan bir adayın “Bayes kanunu nedir” sorusunu cevaplayamayınca “O kısmını ben yapmadım” dediğini ve bu nedenle sınavdan kaldığını hatırlıyorum. Eskiden doçentlik sınavları, bu tür kendi yayınlarından bihaber kişileri durdurmak için bir set görevi üstleniyordu. Doçentlik sözlü sınavları kaldırılınca bu seli durduracak hiç bir güç kalmadı.
Araştırma ve yayın etiği ihlalleri yaygınlaştı. Buna pek çok neden düşünebiliyorum: Çok sayıda yeni üniversite açılması, çok sayıda akademisyene ihtiyaç duyulması, belki bu nedenle yükselme kriterlerin kolaylaştırılması, bu sistemin kalitesizliği, etik dışı davranışları takip etmekte yetersiz kalması ve beslemesi. Peki hırsızın hiç mi suçu yok? Suç tanımlı olmazsa, parayla tez yazım, makale yazım ve doçentlik dosyası hazırlama hizmetleri vermenin bir cezası olmazsa, tamamen kişilerin vicdani sorumlulukları ile etik standartlar yükseltilebilir mi?
Öğrenciler fazla zahmete girmeden diploma almak istiyorlar. Paraları da var, bedelini vererek, bir hizmet satın alıyorlar. Bunu kendi işleri olarak sunup diploma almaları disiplin suçu; ama bu hizmetin yaygınlığına bakılırsa kimse yakalanmıyor. Peki niye yakalanmıyorlar? Demek ki tez danışmanları onlarla yakın çalışmıyor, ne yapılacağını, nasıl yapılacağını tartışmıyor, planlamıyor; yapılan işin üstünden defalarca geçmiyor. Hiç şaşırmam, çünkü bu zahmetli, maddi bir karşılığı olmayan, zor bir iş. Hiç emek harcamadan bir tez yaptırmış olmak kolay geliyor. Jüri de öğrenciye sahici sorular sormuyor. Niye sormuyor? Çünkü soru sormak için tezi okumuş olmak gerek. Suç ortaya çıkarsa, öğrenciye ait. Oysa öncelikle akademik danışman, tüm jüri üyeleri bu kopya olayına müdahaleden sorumlu. Utanç verici bir durum ama, akademide ahlaki standartlar çok düşük. Düzmece araştırmalar, düzmece dergiler, intihal yayınlar o kadar yaygın ki sıra buna gelmiyor. Gönderildikten sonra bir hafta içinde, okunmadan kabul edilen makaleler, her yollananı yayınlayan düzmece konferanslar, dergiler o kadar çok ki! Daha geçenlerde “doçentlik için gerekli kitap bölümünüz doçentlik başvuru tarihine kadar yayınlanır” diye bir mesaj gördüm; bir ayda kitap basıyorlar. Tezini parayla yazdıran yayınını da böyle yapıyor, doçentliğinde de benzer yöntemleri kullanıyor.
Akademide kopya olduğu gibi, sahtecilikleri, kopya olaylarını gönüllü olarak ortaya çıkaran uluslararası organizasyonlar da var. Elisabeth Bik adındaki araştırmacı, kendini sahtecilikleri ortaya çıkarmaya adamış. Makalelerdeki görüntülerin düzmece ya da kopya olup olmadığını inceliyor; tespit ettiği sorunlu makaleleri dergilere yazıp bildiriyor. Maalesef ülkemizde ortaya çıkardığı vakalar da var. Sahtecilik yapan Türk akademisyenler, sadece kendi üniversitelerine değil, ülkemizin tüm akademik kurumlarına zarar veriyorlar. Ülkemizde bu işin ilk gönüllü savaşçısı, İTÜ’den meslektaşım ve Herkese Bilim Teknoloji dergisi çizeri Prof. Dr. Tayfun Akgül. Son zamanlarda Akademik Etik adlı twitter hesabı gibi gönüllü olarak akademide sahteciliklerle savaşan başka mecraların da ortaya çıkmış olması, memnuniyet verici. Üniversitelerimizin saygınlığını geri kazanmak için bu çabaların artması gerek.
Peki, akademik etik öğretilebilir bir şey mi?
Evet, bu konuda bilinç yükseltmek lazım. Aslında bir süredir bu yapılıyor; YÖK’ün de bu doğrultuda çabaları var. Tezlerin, ödevlerin kopyaları bulan yazılımlardan geçirilmesi, öğrencilerin bu konuda daha dikkatli olmasını sağlıyor. Öğrenciler bunun için intihale çok duyarlı çünkü onlardan çok dikkatli olmalarını istiyoruz. Ben her dönem bir akademik etik semineri veriyorum, akademik sahtecilik konularına dikkat çekiyorum. O kadar çok sahtecilik türü var ki. Sahte konferanslar, sahte dergiler, düzmece yayınlar… Bunlardan örnekler verince öğrencilerin çok ilgisini çekiyor.
Geçenlerde bir yazınızda*, “Üniversitenin görevi, öğrencilerini mutlu etmektir” demiştiniz, bunu anlatmanızı da isterim.
Bu konu, üniversitenin ne olduğu ile yakından ilişkili. Pek çok kişi üniversitenin görevinin kişileri meslek sahibi yapmak olduğunu düşünür. Evet doğru; tıp fakültesi doktor, mühendislik fakültesi mühendis, eğitim fakültesi öğretmen yetiştirir. Ancak, üniversitenin görevi sadece bu değildir, öyle olsaydı meslek kursları ile bu meslekler öğrenilebilirdi. Üniversite her şeyden önce, bilginin aktarıldığı değil, üretildiği yer. Sorgulamak, araştırmak, yeni bilgiler üretmek için meslek kursundan farklı bir kurum gerek.
Biraz önce stratejik planımızdan bahsetmiştim. Planın amaçlarından birisi de kampüs yaşamında öğrenci memnuniyetini artırmak. Demek ki üniversitenin görevi, öğrencilerini mutlu etmek. Sadece öğrenciyken değil, yaşamları boyunca daha mutlu, kültürel ve sosyal olarak zengin, barışçıl ve uygar yaşamaları için onlara yol göstermek.
Bilimsel, sosyal ve kültürel formasyonu ve özgüveni ile üstleneceği mesleki ve sosyal sorumlulukları başarıyla yerine getirecek bireyler olarak yetiştirmek. Burası üniversite eğitiminin bir meslek kursundan ayrıldığı yer: Üniversite sadece mesleki formasyon değil, bilimsel, sosyal ve kültürel formasyon vermeli. Bunlarla gelen özgüven başarıyı getirecektir. Üniversitenin diğer görevleri, insanlığın faydası için evrensel boyutta düşünce, bilim ve teknoloji üretmek , bilim, sanat ve kültürün toplumda yer bulmasını sağlamak. Bu misyon ifadesini Boğaziçi Üniversitesinin stratejik planından aldım. Çok büyük hedefler koymuşuz kendimize. Ancak hedef koymak önemli.
Hedeflerimiz çok büyük olsa da, öğrencilerimize, değerlerimizi nasıl savunduklarına baktıkça, misyonumuzu yerine getirdiğimizi görüyorum. Yaratıcı ve eleştirel düşünen, özgür ve özgürlükçü, etik değerleri önemseyen, doğa ve çevre bilinci gelişmiş, dünyaya açık bireyler olarak yetiştirmişiz onları. Eminim bilimsel, sosyal ve kültürel formasyonu ve özgüvenleri ile mesleklerinde de çok başarılı olacaklar.
Son soru: Ne derece ve nelerden kaygılanıyorsunuz?
Ben kamusal, herkesin erişebildiği kaliteli yüksek eğitime inanıyorum. Boğaziçi Üniversitesi de bu misyonu üstlenen bir kurum. Yüksek kaliteli bir eğitimi, ülkenin her yanından gelen, parlak, çalışkan öğrencilere eşit ve parasız olarak sunuyor. Bu kaliteli eğitim, Türkiye’de bireylerin ilerlemesini sağlayan çok önemli bir faktör. Tabii ki aynı zamanda toplumu da dönüştürüyor. Biliyorsunuz ABD’de böyle bir şey yok: Kaliteli eğitime ulaşmak çok pahalı ve bazı kesimlerin eğitime ulaşması imkansız. Bunun yol açtığı sorunlar, son yıllarda çok görünür oldu. Oysa Türkiye’de üniversiteye giriş, sınav başarısına dayalı ve kamu üniversitelerinde eğitim ücretsiz. Türkiye’de çok kaliteli köklü kamu üniversiteleri var bunlara “Araştırma Üniversiteleri” adı veriliyor. Ancak son 15-20 yılda bütçeden daha fazla pay ayrılmadan her ile bir üniversite sloganı ile 200’den çok üniversite açılması, bu üniversitelere düşen payı azalttı aynı pastadan gittikçe daha küçük dilimler alır oldular. Öte yandan, üniversitelerin tek tipleştirilmesi ve politik amaçlarla ve merkezi olarak yönetilmesi ısrarı, kaliteli kamusal yükseköğretimi öldürürse, kaliteli eğitime erişimi engelleyecek; bu da çok büyük bir kayıp olacak. Boğaziçi Üniversitesi Robert Kolej adıyla 1863’te kurulmuş, 1912’den beri Mühendislik Eğitimi veren, köklü bir kuruluş; 50 yıldır ise bir devlet üniversitesi, ülkenin dünyaya açılan pencerelerinden birisi. Alanlarında son derece kaliteli araştırmalar yapıyor; tüm dünyada tanınan, bilinen bir kurum. Bu kurumun yaşaması, gelişmesi ülke için önemli. Şu anda yapılanlar, dışarıya açılan pencerelerin kapatılmasının amaçlandığını düşündürüyor. Bu ülkemiz için çok vahim olur. Türkiye’de dünya çapında kaliteli eğitim veren araştırma üniversiteleri bir araya gelip, siyasetin girmediği, liyakate dayalı, özerk, demokratik, şeffaf ve hesap verebilir bir üniversite yönetim sistemi talebini dile getirmeli, bu sistemi kurmalı.
* Bu söyleşide ele alınan konular, Prof. Akarun’un daha önce Herkese Bilim Teknoloji dergisinde yazdığı yazılarda daha geniş olarak ele alınmıştır.
1. Boğaziçi Üniversitesi Stratejik Planı, 2015-2019,
2. Boğaziçi Üniversitesi Senato tutanağı: 2012-9; Ek 18.
Prof. Dr. Lale Akarun kimdir?
Ankara Fen Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu. Doktorasını New York Polytechnic Üniversitesinde yaptı. 1993’ten beri Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi. 2002’den beri Bilgisayar Mühendisliği profesörü. Bilgisayarla görme konularında çalışıyor. Araştırmadan sorumlu rektör yardımcısı olarak görev yaptı. Şu anda Teleiletişim ve Enformatik Araştırma Merkezi Müdürü ve Boğaziçi Üniversitesi Endüstri 4.0 Platformu Başkanı.