Pandemi tarihçisi Dr. Nükhet Varlık: “Koronavirüs salgınının tarihini beraber yazmakta olduğumuzu hatırlayalım ve bunu sorumluluk duygusuyla yapalım”
Uzun yıllardır, vebanın Osmanlı tarihinde ve sonrasında da cumhuriyetin ilk dönemlerindeki 600 yıllık serüvenini, dünya tarihi bağlamında inceleyen Dr. Nükhet Varlık, koronavirüs pandemisinden ders almamız gerektiğini söylüyor.
Varlık, son yirmi yılını pandemi tarihini okuyarak, yazarak ve öğreterek geçiren bir isim. Şimdi, ilk defa, bir salgının ortasında yaşıyor. Konu üzerine söyleşi yapmak üzere bir hafta önce sözleşmiştik ama halsiz hissettiği için beklettik.
Varlık, iki haftadır evden dışarı adım atmadığını, son birkaç günden beri yattığını, hafif ateş, kuru öksürük, aşırı halsizlik, gece titreme, terleme ile uğraştığını söyledi: “Çok kötü değilim ama yine de sevimsiz bir hastalık. Bugün koku duyusu tamamen kayboldu. Test yaptırmadım henüz ama bütün belirtiler var. Gerçi daha ağır vakalarla uğraştıklarından hastaneye gitsem de büyük ihtimalle ‘Evde kal’ diyecekler. Bir an önce iyileşip çalışmak istiyorum. Bunun bir pandemi olduğunu Dünya Sağlık Örgütü’nden çok daha önce açıklamıştım öğrencilerime. Bu sefer bana da bulaşmış olabilecek (ki bulaştığını düşünüyorum) ailem, arkadaşlarım, meslektaşlarım, öğrencilerim ve diğerlerini de etkileyebilecek bir salgına şahit olmak, vebayı araştıran bir tarihçi olarak bir deja-vu hissine yol açtı bende.”
Kovid-19’u vebaya benzetebilir miyiz?
Tarihte hayvan çıkışlı birçok pandemi görüyoruz. Yaban hayvanlarından insanlara sıçrayan hastalıklar sıkça karşımıza çıkıyor. Bunlardan birçoğu ufak ölçekte kalıp dünya çapında salgınlara yol açmıyor, hatta kayıtlara bile geçmiyor. “Kara Ölüm” diye bilinen, 14. yüzyılda Asya, Afrika ve Avrupa nüfusunun en az yüzde 30’unu, bazı tahminlere göre yarısını öldüren, hayatta kalanları da dehşete düşüren veba salgını ise geniş kitleleri, coğrafyaları etkilemiş salgınlardan en bilineni. Bu noktada, özellikle geçmişte insanlığın mücadele etmek zorunda kaldığı birçok salgının agresiflik ve öldürücülük açısından çok altında kalan Kovid-19’u Kara Ölüm’e benzetmediğimi vurgulamak isterim ama hızlı yayılmakta ve insanlığın bağışıklık geliştirmemiş olduğu her yeni patojen gibi bizi hazırlıksız yakalamış durumda. Yayılımı haritalamak, enfeksiyon vakalarını takip etmek, gereken izolasyonları yapmak, topluma seyahat yasağı ve karantina uygulamaları dayatabilmek gibi geçmişe kıyasla avantajlara sahip olduğumuz doğru. Yine de virüsün yayılması ile ilgili bilgimiz virüsün gerçek yayılımının gerisinde kalıyor. Yani şu anda gördüğümüz rakamlar büyük ihtimalle virüsün birkaç hafta önceki yayılmasını gösteriyor bize. Alacağımız tedbirler de doğal olarak gecikmiş oluyor böylelikle.
Salgına karşı toplumun ve bireylerin tepkileri geçmişle benzerlikler gösteriyor mu?
Hem de çok. Bunlar arasında reddetmekten, kaçışa, uydurma tıbbi çözümler yaymaktan hızlı tedavi vaadinde bulunan sahte doktor ve şarlatanlara; birbirine omuz verip, kol kanat germekten hasta insanları bir başlarına ölüme bırakmaya; günah keçisi aramaktan empati kurmaya kadar çeşitli eğilimleri görmekteyiz. Bunların farklı örneklerine hem bu salgında hem de geçmiş salgınlarda şahitlik ettik. Bu salgına özel olduğunu söyleyebileceğimiz (özellikle ABD’de) tuvalet kağıdı ve silah stoklama davranışını da buraya ekleyebiliriz.
Toplumsal davranışlar açısından baktığımızda bu salgında gözlemlediğimiz davranışlar tabii ki istisna değil. Burada öncülü olmayan durum bizim virüsün yayılışını anbean takip edebiliyor oluşumuz. Bu en azından teorik olarak, daha etkili ve çabuk önlemler almamızı mümkün kılacak bir durum. Yakın geçmişte SARS, Kuş gribi (H5N1), Domuz gribi (H1N1), MERS, Ebola gibi benzer tehditlere şahit olmuş olsak da koronavirüsün farklılığı toplum ve birey olarak atacağımız adımlarla salgının seyrini değiştirme fırsatını elimizde bulundurmamız. Her bir bireyin davranışı salgının yavaşlamasına katkıda bulunabilir. Mümkün olduğunca evde kalarak sadece kendimizi ve ailemizi korumuş olmuyoruz, aynı zamanda virüsün başkalarına bulaşmasını da yavaşlatıyoruz. Burada her bir bireyin davranışı önem taşıyor ve bu toplumsal bir sorumluluk.
Peki, bir veba tarihçisinin araştırmaları, bildikleri şu an yaşadığımız salgının gelecekteki muhtemel seyri hakkında bir fikir verebilir mi?
Veba üzerine çalışırken cevap aradığım en önemli soru, veba hastalığının Osmanlı topraklarında bu kadar uzun bir süre devam ettikten sonra neden yok olduğu ile ilgili. Bugüne kadar tarihçiler bu sorunun cevabını hep karantina uygulamalarında ya da tıbbi müdahalelerde aradılar. Ben bu soruya yanıt arayışımı insan-merkezli girişimlerle sınırlandırmıyor, daha geniş ölçekli doğal süreçlerin etkisini anlamak için konunun ekolojik bir çerçevede ele alınması gerektiğini öne sürüyorum. Bu yüzden de genel olarak iklim ve çevredeki değişiklikleri incelemeye ve bunların vebanın ortadan kalkmasında oynadıkları rolü araştırmaya yönleniyorum. Esasen üzerinde çalıştığım sorun, veba basilini (Yersinia pestis) taşıyan vahşi kemirgenlerin ve diğer küçük memeli hayvanların, hastalığın yavaş yavaş etkisinin azalmaya başladığı 18. yüzyıldan itibaren ne gibi değişimlere uğradığı hakkında. Bunun cevabını bulabilirsem, öyle sanıyorum ki hem Osmanlı hem de dünya tarihinde, çok uzun zamandır yanlış anlaşılmış bu meseleyi açıklığa kavuşturmak mümkün olacak. Bu türden uzun soluklu ve geniş bir coğrafya içinde hastalıkların yayılımını izleyen çalışmalar, bugün yaşadığımız salgında kendini gösteren kırılma noktalarını, önemli değişimleri yakalamak ve bunların nedenini açıklamak için bize yardımcı olabilir.
Daha önceki söyleşimizde de bahsetmiştim, veba salgını döneminde Osmanlı Devleti çok önemli dönüşümlere sahne olmuş. Örneğin; salgın hastalık dönemlerinde, özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde ölenler surların dışında gömülmeye başlanıyor. Hatta İstanbul’daki ilk umumi mezarlıkların ortaya çıkışı büyük veba salgınları ile eşzamanlı. Ölüler şehir surlarının dışına çıkarılırken her gün kaç kişinin öldüğü, kimin vebadan ya da başka sebepten öldüğü teker teker kaydediliyor ve bunlar her gün saraya bildiriliyor. Burada karşımıza çıkan tablo, modern epidemiyoloji biliminin ve istatistik yönteminin ortaya çıkmasından yüzyıllar önce bir devletin salgının gidişatı hakkında bilgi toplama çabası. Bu bilgiler de alınan tedbirleri ve yasal düzenlemeleri şekillendirmiş. Osmanlılar’ın salgın karşısındaki endişelerini, bu türden krizler karşısında geliştirdikleri yöntemleri incelemek bize o toplum hakkında çok önemli ipuçları sunuyor. Halk sağlığı alanında karşılaştığı sorunları göğüslemek ve aşmak için dönemine göre son derece yaratıcı yöntemler denemiş, yenilikçi ve ilerici bir bakış açısı görüyoruz burada. Kalıplaşmış düşünce biçimlerinden kurtulursak, bu yenilikçi ruhu daha iyi kavrayabiliriz.
Şu an salgının ilk günlerine göre çok farklı bir noktadayız. Vuhan’daki ilk günlerden itibaren dünya bir yandan yere yığılan insanların videoları, boş sokaklardan ibaret hayalet şehirlerin, maskeli sağlık görevlilerinin taşıdığı hastaların görüntüleriyle dehşete düşerken diğer yandan hayat kurtarmak için savaşan doktor ve hemşireleri, ait oldukları toplulukların moralini yükseltmek için balkonlarında şarkı söyleyen, dans eden insanları gördükçe morallendi. Aynı zamanda söylentiler, yanlış bilginin yayılması, ırkçılık, antisemitizm, Çin’i ve son dönemde bu tür söylemlerden payını almaya başlayan İtalya’yı suçlayan bir yabancı düşmanlığına da şahit olduk bu süreçte. Ancak bütün bu olan bitenler, virüsün doğrudan tehdit etmediği evimizin konforlu ortamından takip ettiğimiz sürece başkalarının problemleri olarak kaldılar zihnimizde. Ancak bu durum değişti. Özellikle son iki haftadır rakamlarda çok hızlı bir tırmanış gözlemliyoruz. Şu an Çin dışındaki enfekte olan birey sayısı Çin’deki vakaların dört katından daha fazla. Küresel olarak neredeyse yarım milyondan fazla pozitif vaka mevcut. Salgının kısa tarihinde yeni bir aşamaya geçmiş durumdayız. Türkiye’deki son durum hala kontrol altında tutulabilir bir düzeyde. Çin ve Güney Kore örneklerinde gördüğümüz gibi amansız bir mücadele ile Kovid-19’un yayılmasını yavaşlatmak ve durdurmak mümkün. Burada görev sadece devlet ve sağlık görevlilerine değil toplumun tümüne düşüyor.
Bundan bir kaç hafta önce Kovid-19 için “yabancı virüs” tanımını kullanmanın nasıl bir yabancı düşmanı söyleme kapı aralayacağını ve bunun nasıl tehlikeler barındırdığını anlatmıştım öğrencilerime. Peki bu yeni aşamada nasıl bir dil geliştirmeli, düşünmeli ve hissetmeliyiz? Gerçek şu ki büyük bir kısmımız eğer davranışlarımızı değiştirmez isek er ya da geç enfekte olacağız. Epidemiyologlar sosyal mesafe koyma ve diğer yöntemleri kullanarak bunu mümkün olduğunca geciktirmenin önemine vurgu yapıyorlar. Aksi halde vaka sayısındaki ani artış yerel sağlık altyapısının çökmesine yol açabilir. Virüsün bulaşma hızını azaltmak ve yayılmasını başa çıkılabilir bir oranda tutmak şu ana kadar verilen tüm mesajların (#EvdeKal, #Flattenthecurve) ana çıkış noktası. Şu an ne yaptığımız salgının nasıl ilerleyeceğini belirleyecek. Eğer salgın öncesi hayatımıza aynen devam edersek gelecekte bizi yenileri bekleyecek. Bu salgın veya gelecekte karşımıza çıkabilecek yenileri bizim için sürpriz olmamalılar. Bu hastalıkların insana geçişlerinin arkasında iklim değişimleri, biyoçeşitliliğin kaybı ve vahşi yaşam alanlarının yok oluşu gibi çevresel faktörler olduğunu biliyoruz.
İklim değişikliği ve kitlesel yok oluş konularında daha gerçekçi bir yaklaşım edinmemizin zamanı geldi ve geçiyor bile. Modern global kültürün merkezindeki böyle bir konuda politik çabaların tek başına yeterli olmayacağı ortada. Daha az tüketmek ve seyahat etmek, kısacası tempoyu biraz düşürmemiz gerekiyor. Şu an içinde bulunduğumuz zoraki karantinayı, hayatlarımız ve işlerimizi nasıl yeniden şekillendirebileceğimize kafa patlatarak harcayabiliriz. Bu hepimizi ilgilendiren, hep beraber şekillendireceğimiz bir süreç. Koronavirüs salgınının tarihini beraber yazmakta olduğumuzu hatırlayalım ve bunu sorumluluk duygusuyla yapalım.
Nükhet Varlık kimdir?
1997 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarih ve psikoloji (çift anadal) bölümlerinden mezun oldu. 2000 yılında, aynı üniversitede tarih anabilim dalı yüksek lisans programından master derecesini aldı. 2008 yılında Chicago Üniversitesi’nde doktora derecesine ulaştı. Varlık, Rutgers Üniversitesi’nde doçent olarak akademisyenliğine devam ediyor. Osmanlı tarihinde veba salgınları konusunda birçok makalesinin yanı sıra, dört ödül kazanan kitabı Plague and Empire in the Early Modern Mediterranean World: The Ottoman Experience, 1347–1600 (Cambridge Üniversitesi Yayınevi, 2015; Türkçe çevirisi: Akdeniz Dünyası’nda ve Osmanlılarda Veba, 1347-1600 (Kitap Yayınevi, 2017) ve yayıma hazırladığı Plague and Contagion in the Islamic Mediterranean (Arc Humanities Yayınevi, 2017) adlı bir derleme çalışması var. Varlık, Journal of the Ottoman and Turkish Studies Association (JOTSA) dergisinin editörüdür.