Viyana’da “The Other is Oneself” konferansı: Ötekinin içindeki ötekiyi anlamak
Avusturya’nın Viyana kentinde, Işın Önol tarafından kavramsallaştırılan ve yönetilen zorunlu göç, misafirperverlik ve karşılılık konularının incelendiği “The Other is Oneself” başlıklı bir konferans düzenlendi.
Önol, bu konferansta ben ve ötekinin hangi yelpazede işlendiğini şöyle aktardı:
“Çok temel olarak Avrupa’ya yakın dönem savaş sonrası Suriye ve Irak’tan Avusturya’ya ve genel olarak Avrupa’ya gerçekleşen zorunlu göçten yola çıkıyor konferans. Yerleşik olan ve yeni gelen arasındaki bir ben ve ötekinden bahsederek yola çıkıyor, ama sonra işler karışıyor, çünkü, ötekinin içindeki ötekiden bahsediyoruz. Örnegin eşcinsel olan Afgan veya Iraklı mültecinin mülteci kampları içinde yaşadıkları problemler, kadınların, Yezidilerin, Kürtlerin, Ermenilerin, yani büyük gruplar içindeki küçük grupların, bireylerin problemleri giriyor devreye. Biz panellerden birini Yezidi ve Kürt göçüne ayırdık örneğin ve bir sunumumuz mülteciler içindeki LGBTQ bireylerin meselesi üzerine, buraya mülteci olarak geldikten sonra tezini yazmış Suriyeli bir Kürt olan Midia Amir’in sunumu.”
Zorunlu göç size ne çağrıştırıyor?
Yerinden edilmeyi, ne koptuğun, ne gittiğin yere ait olamamayı, kendini ve geliş sebebini hep açıklamak, savunmak durumunda olmayı, istenmemeyi, buna rağmen varolmaya çalışmayı, iyi, “faydalı” insan olduğunu hep ispatlamak durumunda olmayı…
Zorunlu göç ve yarattığı sorunlar tartışılırken sivil toplum kuruluşlarının konumuna da değinilecek mi?
Evet, üç ayrı sivil toplum kuruluşu katılıyor konferansa. Hem devlet, hem de sivil toplum kuruluşlarının süreçteki çalışmalarına ve tutumlarına eleştirel bir bakış açısı da getirebilmek arzusundayız.
Türkiye’den zorunlu göç eden çoğu insan bir muhalif grup olarak, nasıl bir dinamik oluşturuyorlar sizce?
Çok önemli bir dinamik oluşturuyorlar. Avusturya’ya bakıldığında, ekonomik göç sebebi ile gelen insanlar ile, politik sebeplerle veya savaş sebebiyle evlerini terketmek durumunda kalmış olan insanlar arasında politik açıdan aktif olma ve muhaliflik bakımından çok ciddi farklılıklar var.
Sanatın toplumsal belleği oluşturma ve dönüştürme etkisine de değinmek ister misiniz?
Bugün çok fazla sanatçı, toplumsal belleği oluşturma ve dönüştürme çabalarına aktif bir şekilde müdahil oluyorlar. Sözlü tarih çalışmalarını araştırmalarının odağına alıp onları sanat paylaşım alanı içinde erişilebilir ve yorumlanabilir kılıyorlar. Bu sadece bilginin işlenmesine, dönüşmesine, yaşamasına değil, mevcut kalıplar dışına çıkarılarak üzerinde konuşulabilir olmasını sağlıyor. Böylesi bir konferansta, sosyal bilimciler, sivil toplum kuruluşları ve siyasetçilerin yanı sıra, sanat, felsefe ve edebiyat alanında çalışan Samar Yazbek, Nil Yalter, Lewis Johnson, Khaled Barakeh gibi isimlerin katılımı da oldukça önemli diye düşünüyorum.
“Ne Oralı Ne Buralı” için görüştüğümüzde, tarihiyle, kendisiyle yüzleşmeyen, varlığını tamamen inkâr üzerine inşa etmiş bir ülkeden geldiğimizin altını çizmiş, başka bir yerlere gitsek bile tam olarak oralarda yaşayamadığımızı, zihnimizin memleket problemleriyle dolu olduğunu söylemiştiniz. Genel bir çerçevede zorunlu göçün yol açtığı, açabileceği sosyopolitik sorunlar daha derin olacaktır. Nedir görüşünüz?
Zor bir soru bu. Bugün havalimanından kalacağım yere Uber ile gittim. Çok iyi Türkçe konuşan bir Suriyeli’ydi şoför, yarım saatlik yolculuğumuz boyunca bolca sohbet ettik. İneceğim adrese geldiğimizde, bir köşeye çekti arabayı sohbeti bitirmeyelim diye. Türkiye’de yaşayamamış. Eşiyle birlikte sokağa bile çıkmak istememişler, sürekli Suriyeli oldukları için aşağılanmış, hor görülmüşler. Öte yandan kendisi bir çanta ve ayakkabı üretim ustası, Suriye’de ne öğrendiyse Ermeni ustalarından öğrenmiş. Türkçe’yi de onlardan öğrenmiş. Ermeni ve Kürt kelimelerini kullanmadan önce bile bana çekinerek sordu, “politik görüşünüzü bilmiyorum, bu terimleri kullanmamdan rahatsız oluyor musunuz, siz Türkiye’de herkese Türk demek istiyorsunuz”, dedi. Burada da Yahudi müşterileri olması ve onlarla ahbaplık etmesi sebebiyle Suriyeli ve Türkiyeli Müslüman arkadaşları tarafından dışlanıyormuş. Sanki birçok sosyo-politik sorunu aynı anda dile getiren bir sohbetti bu. Aptallığımız, ırkçılığımız da bizimle göç ediyor çünkü. Üzerine bir de yerleşik halkın ırkçılığı eklenince…
Tanıl Bora bir yazısında, “kültürel” ve “psikolojik” olanı, politik olanla birlikte düşünmediğiniz zaman, eksik kalıyor demişti. Katılır mısınız?
Katılmamak mümkün mü? Az önce bahsettiğim sohbet tam da bunu özetliyor sanki. Ah, ama bir de aynı güzel adam, birlikte göçtükleri kadınların bilinçlenince devletten güç alarak kendilerine baş kaldırdıklarını, normalde alışık oldukları şiddete artık burada müsade etmediklerini de anlattı. Bu da göç içinde kimsenin dillendirmeye yeltenemediği başka bir hassas mesele maalesef. Yerleşik halk, göçmenleri istemeyenler ile onlara kucak açanlar olmak üzere ikiye bölünmüş durumda. Tüm eleştiri, göçmenleri istemeyen, aşırı sağcı kesimlerden geldiğinden, onları kabul etmekle yükümlü olduğuna, bunun insani bir sorumluluk olduğuna inanan kesim, kaygılarını kolayca dile getiremiyor. Oysa kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri, göç sonrası burada da epeyce artmış durumda. Burada yine “kültürel” ve “psikolojik” olanın politik olanla birlikte düşünülmesi gereken çok önemli bir konu var. Umarım kısmen de olsa bu konular konferans içerisinde masaya yatırılacak.
Işın Önol kimdir?
1977, Türkiye doğumlu. New York ve Viyana’da yaşıyor, yazarlık ve bağımsız küratörlüğün yanı sıra, Montclair Eyalet Üniversitesinde lisans ve yüksek lisans bölümlerinde okutman olarak çalışıyor. Eş zamanlı olarak, Columbia Üniversitesi, Sosyal Farklılıklar Araştırma Merkezinde araştırma çalışmalarını yürütüyor. 2013 yılından bu yana Nesin Sanat Köyünün eğitim programlarını organize eden Önol, 2018-2021 dönemi Roberto Cimetta Fund’un yönetim kuruluna seçilmiştir.
Fotoğraf: Aykut Saka