Mutluluk öğrenilebilen bir şey mi?

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

ABD’de Wisconsin-Madison Üniversitesi bünyesindeki Sağlıklı Zihinler Enstitüsünde (Center for Healthy Minds) mutluluk ve erdemler üzerine çalışan Dr. Pelin Kesebir  ile görüştük.

Kesebir’in mutluluk çerçevesinde sorduğum sorulara yanıtları şöyle oldu:

Mutluluğun Teorisi’yle ilgilendiğinizi biliyoruz. “Nasıl daha mutlu olabiliriz?” yanıtı verilebilinir bir soru mu? 

Evet, kesinlikle. Bu zaten yazarların, filozofların, din adamlarının dünya var olalı beri cevaplamaya çalıştığı bir soru. Hayatın belki en büyük, en önemli sorusu. Psikoloji bilimi de özellikle geçtiğimiz 15-20 yıldır iyice mutluluk konusuna yöneldi. O yüzden “nasıl daha mutlu olabiliriz” sorusunun cevabı her geçen gün biraz daha aydınlığa kavuşuyor. Bilimin bize verdiği cevaplar aslında pek çok dini ve manevi geleneğin, kadim bilgeliğin söyledikleriyle örtüşüyor. Ama modern çağda biz bu bilgilerin biraz uzağına düşmüşüz, o yüzden de mutluluğu sıklıkla yanlış yerlerde arıyoruz. Bazen de doğru cevapları bilsek bile bu cevapları pratiğe dökmek, hayatımıza geçirmek kolay olmuyor. Mutluluğu önce doğru anlamak, sonra da bu anlayışı uygulamaya çevirmek gerekiyor. Bu kolay bir şey değil, ama şundan emin olabiliriz ki, mutluluk öğrenilebilen bir şey.

Mutluluk nedir? Mutluluğun değişik yapı taşları nelerdir?

Mutluluk, duygularımız ve düşüncelerimiz üzerinden tanımladığımız bir şey. Mutlu insanlar ağırlıklı olarak olumlu duygular yaşıyor; bunun yanı sıra hayatları hakkında genel olarak olumlu şeyler düşünüyor, olumlu yargılarda bulunuyorlar.

“Mutluluğun yapı taşları nedir?” diye soracak olursak, bu konuda saatlerce konuşabiliriz, ama belki şöyle özetleyebilirim: Mutlu insan kendi içiyle, başkalarıyla ve genel olarak gerçeklikle sağlıklı bir ilişki içinde olan insan demek. “Kendi içiyle sağlıklı bir ilişkide olmak”, kendimize karşı olumlu, şefkatli, yapıcı tutumlara sahip olmak demek. Eğer acımasız bir iç sesimiz varsa, kendimizle sıklıkla iç savaşlara giriyorsak, mutluluk şu an bize uzak bir ihtimal. “Başkalarıyla sağlıklı bir ilişkide olmak,” insanlara sevgi ve saygıyla yaklaşmakta zorlanmamak, ayrıca hayatımızda sıcak, yakın ve güvenilir ilişkilerin olması demek. Mesela “bir derdiniz, ihtiyacınız olduğunda ne zaman olursa olsun yardımınıza koşacağına güvendiğiniz bir akrabanız ya da arkadaşınız var mı”? sorusuna evet diyenlerle hayır diyenler arasında ciddi mutluluk farkları çıkıyor. Son olarak, “gerçeklikle sağlıklı bir ilişkide olmak,” kendimizi, başkalarını ve hayatı çarpıtmadan algılayabilmek demek. Bu, hayatın doğası hakkında gerçekçi ve kabullenici tutumlara sahip olmayı da içeriyor. Örneğin dünyanın zor bir yer olduğu, başımıza her an her şey gelebileceği yahut her birimizin ölümlü olduğu gibi bir takım hayat kanunlarını olgunlukla ve zarafetle karşılayarak yaşamak mutluluğun önemli bir parçası.

Kime sorsak hayatından memnun değil, bir şeyler değişsin istiyorlar ama nasıl değişeceği hakkında ise pek fikirleri yok sanki. Bu belirsizliğe dair neler derdiniz? 

Benim burada vurgulamak istediğim şu olurdu: Neredeyse hepimizin doğal eğilimi, mutsuzluklarımızdan hayatımızdaki bir takım dışsal faktörleri değiştirerek kurtulacağımıza inanmak. Hayat şartlarımız objektif olarak kötüyse, örneğin temel ihtiyaçlarımızı karşılamakta zorlanıyorsak, bu elbette doğru bir yaklaşım. O kadar kötü bir durumda olmasak bile, hayat şartlarımızın iyileşmesi yine de mutluluğumuza katkıda bulunacaktır, bunu yadsımıyorum. Fakat bu, sınırlı ve muhtemelen geçici bir etki olacaktır. Mutluluğumuza katkısı çok daha fazla olacak olan şey, içimizi daha mutlu bir insan olmamıza izin verecek şekilde dönüştürmek. Çünkü mutluluk, kaynağını her şeyden çok içimizden alan bir şey. Araştırmalar bize çevresel koşulların insanlar arası mutluluk farklarının yalnızca yüzde 10-15’ini açıkladığını söylüyor, oysa kişilik özelliklerimiz bu farkların yüzde 60-65’ini açıklıyor! Bu sebepten, daha mutlu bir insan olmak için her şeyden evvel zihnimiz ve karakterimiz üzerinde çalışmamız gerekiyor. Daha iyi, daha iyimser, kendine ve etrafına daha olumlu ve yapıcı gözlerle bakan bir insan olmayı öğrenmekten daha etkili bir mutluluk stratejisi yok.

Peki, zihnimizin içindeki bir takım sesleri terbiye etmek ne kadar mümkün?

Zihnimizin içindeki ses gerçekten de mutluluğumuzun en temel belirleyicilerinden. Onunla aramızda sağlıklı bir ilişki kurmadan mutlu olmamız imkansız. Sağlıklı bir ilişki kurmanın ilk aşaması da, içimizdeki o sesin farkına varmak. Kimilerimiz bu sesle o kadar bütünleşmiş ki, onu belli bir mesafeden gözlemek, bir başkasının sesiymişçesine kulak vermek aklımıza bile gelmiyor. Kimilerimiz ise bu sesten kaçmak uğrunda elinden geleni ardına koymuyor. Oysa zihnimizin içinde neler dönüp bittiğine dair bir farkındalık, duygu ve davranışlarımızı bize en faydası olacak şekilde yönetmemize izin verecek olan şey.

Bu farkındalığı geliştirirken bunu bir merak ve “her şey kabulümdür” yaklaşımı içinde yapmak çok önemli. İç sesimize “sen nasıl böyle bir şey dersin?” diye kızmak, düşüncelerimize direnmek, kendi zihnimizle kavgaya tutuşmak, beyhudenin de ötesinde ters tepen tavırlar. Örneğin bir başarısızlığa uğradığımızda içimizdeki bozuk plak “sen zaten hayatında neyi doğru becerdin ki, senden başka ne beklenir ki, bir gün de bir şeyi doğru yap” gibi nakaratlar çalabilir. Ama bizim bu düşünceleri ciddiye almamıza, duygu ve davranışlarımızı olumsuz şekilde etkilemesine izin vermemize gerek yok. Onun yerine bu sesi aslında bizim iyiliğimizi isteyen ama psikolojiden hiç anlamayan, insanı iyiye sevketme yöntemleri nereden tutulsa elde kalan bir yakınımızın sesine benzetebiliriz. Onun söylediklerini ilgiyle, bölmeden dinleyip, “Eyvallah, seni de anlıyorum, sen de benim iyiliğimi istediğinden diyorsun bunları, ama sana katılmıyorum. Söylediklerinde haklılık zerrecikleri olabilecek olsa bile, bu şekilde düşünmenin benim yararıma olduğunu düşünmüyorum. Daha yapıcı düşüncelere yönelmek, örneğin bir dahaki sefere nasıl daha başarılı olabileceğim konusuna eğilmek istiyorum ben” diyebilirsiniz.

Özetleyecek olursam, iç sesimizi terbiye etmenin yolu önce onun farkına varmaktan, sonra da bize söyledikleri karşısında mümkün olan en yapıcı tavrı takınmaktan geçiyor.

Mutluluğun değişik kültürlerdeki yansımaları ne şekilde oluyor? 

Bu konuda pek çok çalışmalar var ve en ilginç bulgulardan biri şu: Amerikalılar ve genelleyecek olursak Batılı toplumlar, mutluluğu heyecan ve coşku gibi yüksek enerjili duygularla ilişkilendiriyorlar. Oysa Doğu’da mutluluk huzur, sakinlik, dinginlik gibi daha düşük enerjili bir ruh hali şeklinde algılanıyor. Bu, haliyle mutluluğun davranışsal dışavurumlarını da etkiliyor. Örneğin Amerikan çocuk kitaplarıyla Tayvan çocuk kitaplarındaki çizimleri karşılaştıran bir araştırma, Amerikan kitaplarında daha abartılı mutluluk ifadeleri, daha kocaman gülümsemeler olduğunu göstermiş. Buna karşılık, Tayvan kitaplarında daha küçük tebessümler, daha sakin ifadeler var.

Bir diğer önemli kültürel fark da, mutluluğun ne kadar geçici ve kırılgan bir şey olarak algılandığıyla ilgili. Doğu toplumlarının gözünde mutluluk çok daha kolay kırılabilen ve tersine dönebilen bir şey. Hem Asya, hem Ortadoğu ülkelerinde mutlulukları mutsuzlukların takip edeceğini öngören bir “diyalektik” inancı var. Bu inanç bizim kültürümüzde de yaygın, en azından yakın döneme kadar yaygındı—“çok güldük, çok ağlayacağız”, “çok güldük, aman başımıza bir şey gelmesin” gibi deyişlerden aşina olduğumuz üzere. Çıkışları kaçınılmaz olarak inişlerin takip edeceği yönünde bu tarz bir inanış beraberinde bir “mutluluk korkusu” getirebiliyor, ki bu Batı’da rastladığımız bir kavram değil.

Kaygı nedir? Sizin kaygı ile baş etme yollarınız neler? 

Kaygı vücudumuzda hissettiğimiz nahoş bir titreşim ve ortada yanlış, tehdit uyandırıcı, korkutucu bir şeyler olduğu algısıyla beraber geliyor. Kaygı duyabilmek toplamda bize büyük iyilikleri dokunan bir beceri olsa da, çoğumuzun eğilimi gerekenden fazla kaygılanmak ve bunu yaparken kendimizi hırpalamak yönünde. Kaygı hissettiğimde benim kendime ilk sorduğum soru, bu duygumun altında hangi düşüncelerin yattığı ve bunların akla yatkın yahut genel olarak düşünmesi bana faydalı düşünceler olup olmadığı. Kaygılandığım şey kontrolüm altında olmayan bir şeyse, onu hemen teşhis edip dikkatimi üzerinde etkimin olabileceği konulara yöneltmeye çalışıyorum. Ama üzerinde etkim olabilecek bir şeyse, onunla ilgili bir eylemde bulunmak, o olmadı kararlar vermek ya da planlar yapmak işe yarıyor. Genel olarak bize iyi gelecek, geleceğimize dair ümidimizi yenileyecek eylemlerde bulunmak kaygının panzehiri. Mesela uzun süredir yapılacak işler listemde duran bir şeyi halletmek, yahut meyve, sebze gibi sağlıklı bir şeyler yemek bana kendimi anında iyi hissettiren şeyler.

Bunun dışında biliyorum ki, bazı günler kaygı eşiğim kendiliğinden daha düşük oluyor ve başka zaman olsa belki takmayacağım küçük ya da anlamsız şeylerden kaygı üretebiliyorum. Ama bunun farkında olduğum sürece sorun yok; “bu da böyle bir gün olacak demek” deyip geçiyorum elden geldiğince—böyle günler yaşamanın doğal ve bu ruh hallerinin gelip geçici olduğunu iyi bildiğimden. Zaten kaygının bizi hırpalaması sıklıkla ona direnmemizden. Halbuki “bırakınız gelsinler, bırakınız geçsinler” tavrında olunca, kaygıya izin verince, bir anda sevimli bir şeye dönüşmese bile katlanması çok daha kolaylaşıyor. Çünkü bir şeye “izin vermek” tanımı gereği onun üzerinde güç sahibi olmak demek, ki bu da kendimizi kaygı karşısında çaresiz hissetmekten çok daha arzulanası bir hal.

Son olarak da kaygılı anlarımızda duygusal olgunluğu yüksek, doğru yaklaşımlara sahip, huzur verici yakınlarımızla konuşmayı önerebilirim. Kendi içimize çok fazla çekilmek, kaygı bataklıklarında tek başımıza debelenmek yararlı şeyler değil, çünkü durduk yerde yalnızlık, izolasyon, ümitsizlik gibi hislerimizi pekiştiriyor bu tarz davranışlar. Oysa kaygı, korku ve her türlü olumsuz duygu hepimizin yaşadığı, bizi birbirimize bağlayan, insan olmanın olmazsa olmazı şeyler. Bunu hatırlamak her zaman rahatlatıcı.

ABD’de ruh sağlığı için genel olarak haftada 75 dakika sıkı, 150 dakika orta, 2 gün kuvvetli egzersiz öneriliyor. Çoğu zararlı mı? 

Egzersiz ve genel olarak vücudumuza iyi bakmak psikolojik sağlığımız açısından muazzam önemli. Biz vücudumuzla zihnimizi sanki farklı şeylermiş gibi algılıyoruz; ama aslında değiller, ikisi de aynı sistemin parçası. Psikolojik olan her şey aynı zamanda fizyolojik, fizyolojik olan her şey de aynı zamanda psikolojik. Bu demek ki, vücudumuza yaptığımız her iyilik ruh halimize de iyilik olarak dönüyor (ve tam tersi). Eğer psikolojik olarak düşük bir noktadaysanız ve düzenli egzersiz yapmıyorsanız, size vereceğim ilk tavsiye egzersize başlamak olur. Hareketsizlik beyin üzerinde depresif etkisi olan bir şey; buna mukabil egzersizin faydalarıyla ilgili bilimsel bulgular saymakla bitmiyor. Bir tür “mucize ilaç” egzersiz—hiçbir yan etkisi yok, ya da daha doğrusu tüm yan etkileri pozitif.

“Fazlası zarar mı” konusuna gelince, elbet egzersizi de zarar verdiği bir noktaya kadar taşımak mümkün. Abartılı ve obsesif şekilde yapılan egzersiz vücuda (ve dolayısıyla psikolojiye) hasar verebilir. Bunun da ötesinde, bu tarz bir aşırılık psikolojik bazı rahatsızlıkların, örneğin kişinin dışgörünüşüyle sıkıntılı bir ilişkiye sahip olmasının dışavurumu olabilir. Ama yine de benim gözümde, az egzersiz fazla egzersizden çok daha ciddi bir engel mutluluğun önünde yükselen.

Bir soru daha: PSYCH-K (https://psych-k.com) gibi yöntemler ve biyoenerji terapileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu gibi metotlara dair ne dersiniz?

Bu yöntemlerin her biri hakkında etraflı bilgiye sahip olmasam da büyük çoğunluğunun sahte bilim tabir ettiğimiz kategoriye girdiğini ve insanlara plasebo etkisi dışında fazla bir şey veremeyeceklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Nitekim bunları herhangi bir akademik veritabanında aradığınızda ya hiçbir şeye rastlayamazsınız, ya da eleştirel makaleler görürsünüz. Bir yöntem halihazırda bilimsel kanıtlarla desteklenmiyorsa o zaman faydasızdır diye bir şey yok elbet, ama şöyle düşünün: Hayatlarını insanların psikolojilerini iyileştirmeye adamış binlerce bilim insanı içtenlikle insanlara iyi gelmenin peşindeler. Ve işe yarayan yöntemler bulmaları, yahut başkalarının bulduklarını test edip onaylamaları profesyonel açıdan da kendilerine faydası olacak bir şey. Eğer bunu yapmıyorlarsa, misal “evet, şu şu biyoenerji terapisi gerçekten de insanlara iyi geliyor, bunu gösterdik” demiyorlarsa; bu yöntemleri savunanlar ancak bu işten mali çıkarı olanlarsa, burada biraz şüpheci olmak gerekiyor. Bu tarz yöntemlerden medet ummak çok anlaşılır bir şey, ama medeti daha doğru yerlerde aramayı öğrenmemiz lazım. Doğrusu şu ki, kalıcı mutluluğun parayla satın alınabilecek hızlı ve kolay bir yolu yok.

Pelin Kesebir kimdir?

1979 yılında İstanbul’da doğdu. 2002 yılında Koç Üniversitesinden mezun oldu. Sosyal psikoloji ve kişilik psikolojisi alanındaki doktorasını ise 2009 yılında İllinois Üniversitesinden aldı. Şu an, ABD’de Wisconsin-Madison Üniversitesi bünyesindeki Sağlıklı Zihinler Enstitüsünde (Center for Healthy Minds) mutluluk ve erdemler üzerine çalışıyor. Kendisi hakkında detaylı bilgiye şu adresten ulaşabilirsiniz: http://brainimaging.waisman.wisc.edu/~kesebir/
Become a patron at Patreon!