Ece Temelkuran: Dilimiz ülkedeki zorla ilkelleştirmenin en ağır yaralı kurbanı oldu

Ece Temelkuran, bir süredir kendini İngilizce olarak ifade ediyor. Temelkuran, bunun nedenini BBC’deki daha önce Türkiye’den Orhan Pamuk’un da yer aldığı Kültür Cephesi programında, dil ve anadilinden ayrı kalmak üzerine yazdığı makalesiyle açıkladı. Temelkuran, Türkçe ifade yollarının politik nedenlerle daraldığına ve Türkçe’nin ağır saldırı altında olduğuna dair yorumda bulundu.

İngilizce yazarken Türkçe’yi korumaya yönelik mücadelesini anlattı. Yazarın dil sürgünlerinin anadildeki temel kelimeleri unutma sürecinden söz ettiği programda paylaştığı görüşün nihai vurgusu şöyleydi: “Dilimiz ülkedeki zorla ilkelleştirmenin en ağır yaralı kurbanı oldu.”

Konu üzerine, Temelkuran ile yaptığımız kısa söyleşi şöyle:

Bu duyguya bir başlık koymanız gerekseydi ne derdiniz?

Öğretici.

Neden?

Stefan Zweig, Hitler döneminde ülkesini ve diktatör tarafından yağmalanmış dilini terk etmek zorunda kaldığında, bir insanın ancak sürgünü tecrübe ettiğinde dünya gerçekliğini derinliğine anlayabileceğini söylemişti. Ben de şu anda bütün dünya mağdurlarının İngilizce egzersiz yapma zorunluluğuna, derdini illa ki bu dilde anlatma mecburiyetine biraz içeriden bakıyorum. Başka bir dile sürgün değil bu elbette. Biraz dolaşıp geleceğim gibi bir hafifliği var. İnsanlar Türkçe konuşma ve yazmayı hızla unutuyor. Sokak, Türkçe konuşmasına rağmen birbirini anlayamayan, çünkü cümle kuramayan insanlarla dolu. Bu dili 1980’den başlayarak şizofrenik hale getirdiler ki günün birinde bir diktatör gelirse ne derse desin alkışlayacak alıklar yetişsin diye. Bir diktatör sırf bağırıyor diye önemli bir şey söylüyor sanan insanlar imal edilebilsin diye dili öyle bozdular ki şimdi düzgün Türkçe konuşan birini gördüğünde birçok genç insan, şiir okunuyor sanıyor.

 Söyledikleriniz mağdurlukla dil arasındaki ilişki üzerine tartışmaya imkan tanıyor sanki…

Mağdur, sürgün, mağlup… İnsan bu sözcüklerle muhabbetini ne kadar sınırlarsa o kadar iyi. Hayat tek kerelik ve dev bir macera. Onu bu sözcüklerle dar biçmenin alemi yok. Ama şunu epeydir söylüyorum. Pek yakında Türkiye’yi, başımıza neler geldiğini başka dillerde anlatmak, Türkiye’yi tercüme etmek zorunda kalacağız. Eğer bu mağduriyet ise hepimiz aynı mağduriyeti paylaşacağız.

Sizce, sınırlar kapatılmayla mı yoksa korumayla mı ilgili şeyler?

Sınırların birilerine korunuyormuş gibi hissettirdiği kesin. Berlin Edebiyat Festivali için mültecilerle ilgili bir proje kapsamında bir fotoğraf sanatçısıyla çalıştım, Davor Konjikusic Macaristan sınırında termal kamerayla karda yürüyen mültecileri çekmiş. Sınırlar birilerini koruyor gibi görünürken insanı gövdeye dönüştürüyor. Havalanında her güvenlik kontrolünden geçtiğimde işini fazla ciddiye alan güvenlik görevlilerine Napoleon’dan bahsedesim geliyor. Pasaport ilk icat edildiği zaman şöyle demiş: “Namuslu yolcuların zamanından çalmaktan başka bir şeye yaramayacak!” Sınırlar şimdi de insanlardan insanlığını çalmaktan başka bir işe yaramıyor.

Sahi, dünya ne zaman evimiz olur?

Benim evim, yazı. Ben hep evimdeyim. Dünyada eviniz olması için sizin içinizde bir ev olması lazım galiba. Ev dışarıda bir yerde değil. Bunu eviniz elinizden alındığında düşünmeye başlıyorsunuz. Ev kimsenin sizden alamayacağı bir yerde durmalı. Benim içimde duruyor.

Yaşadığınız bu zamana hangi duygu durumlarını yakıştırırdınız?

Duygu her zaman iyi bir şey olmadığı gibi, sanıldığı kadar her an gerekli bir şey de değil. Bugünler de duygular ile değil, berrak bir akılla anlamlandırmamız gereken zamanlar. Sanırım kendimi de korumaya çalışıyorum. Çünkü ülke ile duygumdan söz etmeye başlarsam toparlanamayacak kadar dağılacağım gibi geliyor biraz. O sebepten aklımızı kullanmanın zamanı.

Nasıl geçiyor günler?

Bu yıl Düğümlere Üfleyen Kadınlar İtalya ve İngiltere’de, Devir Almanya, Danimarka ve Amerika’da, Türkiye: Çılgın ve Hüzünlü Fransa’da yayımlanacak. Dolayısıyla günler uçaklarda geçiyor, öyle de geçecek.

Dünyanın hakikatinin sert şeylerden ibaret olmadığını unutmamak için mi bu çaba?

Edebiyat, yazı bir kaçış yeri değil. Kitap, instagram için sevimli odalarda, huzurlu fonlarla fotoğrafını çektiğimiz bir şey değil. Yazmak zaten belalı mesele. Bunların hepsi sert şeyler aslında. Ama sanırım bunlara gerçekten dokunmayanlar sert olduğunu bilmiyorlar. Ne dersin?

Ne diyeyim, 140’dan fazla gazetecinin tutuklu ve hükümlü olduğu, akademisyenlerini KHK ile ihraç eden bir Türkiye söz konusu. En son ne zaman bir şeye sevindiniz?

Tam gününü söyleyeyim. 7 Haziran 2015.

Malum, referandum yaklaşıyor, neler söylerdiniz?

Hayır’lı olsun, çok hayırlı olsun, en hayırlı olsun, her yer hayır dolsun, demekten başka çare mi var!

Become a patron at Patreon!