Problem sistem, ona sataşmalı

bilim_hirsizi

A. Murat Eren’in ‘İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları’ başlığı ile kaleme aldığı yazı ses getirdi. 
New Orleans Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri alanında doktora yapan A. Murat Eren, 2010 yılı Eylül ayında, ‘Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları’ isimli bir yazı yayımlamış; bu yazıda WASET isimli bir organizasyondan yola çıkarak akademinin tespiti zor sorunlarına değinmişti.

Sayesinde Türkiye’den akademisyenlerin de faydalandığı, tam olarak hırsızlık ya da uydurma olmayan yayınlarla gerçekleştirilen bir akademik ahlâksızlık metodunu tanımış, en basit hali ile bu metodun, vasıfsız akademisyenlerin çeşitli şebekeler yardımı ile başka hiçbir yerde yayımlayamayacakları makalelerini ‘yayımlanmış’ gibi göstererek akademik puan toplamalarına olanak verdiğini öğrenmiştik. Konu ulusal basının ilgisini çekmiş ve daha geniş bir çerçevede yeniden irdelenmişti.

O makalenin devamı niteliğinde kaleme aldığı ‘İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları’ başlıklı yazısında ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde (ÇOMÜ), 27-29 Nisan 2011 tarihlerinde düzenlenecek olan “Uluslararası Bilişim Konferansı”nı irdeledi. İsmini andığı insanların herbirinin kendilerince doğru olanı yapmaya çalıştıklarına şüphesi olmadığını, fakat yöntemlerini tasvip etmediğini, doğru bildikleri şeylerin yanlış olduğunu belirtti. Türkiye’nin bilim arenasındaki gelişimine zarar verdiklerini ve daha fazla zarar vermemeleri için yaptıklarının açıkça tartışılması gerektiğini yazdı. Yazdıklarını okuduktan sonra Türkiye’nin bir üniversitesinin neden bunlara alet olduğunu siz de merak edeceksiniz.

Bu yazı sonrası, Çanakkale Kent Konseyi Web Vizyon Çalışma Grubu, A. Murat Eren hakkında suç duyurusunda bulunduklarını bildirdi: www.comu.tv 

Bu ‘suç duyurusu’ o yazının neden önemli olduğunu gösterdi aslında.

Bu olan bitenler sonrası A. Murat Eren’e ulaştığımda bakın ne dedi: “Söz konusu ‘suç duyurusunu’ kaleme alan kişi Türkiye üniversitelerinde yardımcı doçentlik, hatta bölüm başkanlığı yapmış birisi. Bunda muhakkak hepimizin utanacağı bir şeyler var.
Naif bir insan değilim. Problemlerimizin bir günde çözülemeyeceğinin farkındayım. Fakat bu konulardaki toplumsal bilinç ne yazık ki olası bir değişime vesile olmaktan çok uzak.
İnsanların yapması gereken bir saatlerini ayırıp yazılmış olan yazıları okumak, anlamak. Özet geçmediğim için sitem edenler oluyor. İnsanları bu uzun ve sıkıcı yazılarla muhatap ettiğim için ben de üzgünüm. Fakat bu olaylara üstün körü göz atmak tüm bu problemleri birkaç isim ile bağdaştırmaya, bu sistemin eseri olan bireyleri boş yere cezalandırmaya çalışmaya neden oluyor; halbuki ihtiyacımız olan uzun soluklu ve sakin bir aydınlanma. Zira akademik problemlerimizin kökleri bireylerin ve tüzel kişiliklerin de ötesinde bir kültürel yozlaşmaya uzanıyor.
Çözmek ikinci adım, önce neler döndüğünü anlamalıyız. Neler döndüğünü yeterince fazla sayıda insan anladığında çözüm zaten kendiliğinden ortaya çıkacak.”

Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Profesör Dr. Lale Akarun’dan, A.Murat Eren’in referans verdiği, 2005’te Kahire’de düzenlenen GVIP 05 konferansında yayınlanan “An Efficient Iris Recognition for Security Purposes” adlı bildiriyi değerlendirmesini rica ettim.

Prof. Dr. Akarun, ilk izleniminin bu bildiriyi kimsenin okumamış, değerlendirmemiş olduğunu söyledi ve nedenini şöyle açıkladı: “Bildirinin özetçesinde, “artificial neural network model in the form of Multi-Lever Perception using Back Propagation Algorithm and Generalized Delta Rule” kullanıldığı yazıyor. Hiç kuşkusuz kastedilen, yapay sinir ağı adlı, bu camiada çok iyi bilinen bir algoritmanın kullanıldığı. Yapay sinir ağları, beyindeki sinir ağlarından esinlenen, yaklaşık 30-40 yıldır çalışılan, çok iyi bilinen algoritmalardır: En iyi bilinen tiplerinden biri, Multi-layer perceptron (MLP) (çok katmanlı sinir ağı) tipidir.Bu algoritmanın bilgisayar bilimleri alanında kullanılan pek çok yazılım kütüphanesinde, uygulamaları bulunur. Makalede bu algoritmayı kullanarak basit bir sınıflandırma yapmaya teşebbüs etmişler. Ancak, adını bile bilmeden kullanmışlar: Multi-layer perceptron (çok katmanlı sinir ağı) yerine multi-lever perception (çok kaldıraçlı algılama) yazmışlar! Üstelik de, bildirinin en başında, özetçesinde yapılan bu vahim hatayı kimse farketmemiş! Bu nedenle, bu bildiriyi, kimse okumamış diyorum.”

Hatta bildiriyi yazarları da mı okumadı acaba? 

Aynı şeyi ben de düşünmekten kendimi alamıyorum. Bildiri Türkçe yazılıp googletranslate gibi bir çevirici ile İngilizceye çevrilmiş olabilir. Hani şöyle e-mailler alıyoruz ya: “ani ver para banka hesap gösterilen yoksa ölüm”; bildirinin dili bu lezzette. Gerçi artık bilimsel makalelerde bu çok sık rastlanan bir durum oldu.
Tabii bildirinin geri kalan kısmı da, iris sınıflandırma, imge sınıflandırma, biyometri, vs. konularında hiç bir özgün değer taşımadığı gibi, yazımı, metodolojisi, literatür taraması, vs. açısından hiç bir tutar tarafı yok; bir öğrenci ödevi olarak geçer not alabilecek kalitede değil. Böyle bir bildiri bir hakemin önüne gelse, fazla zaman harcamadan red kararı verdiği gibi, bunun bir şaka olduğunu da düşünebilir. Ben de hala “acaba öyle mi?”diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Türkiye’nin durumu?

Söyleyecek çok şey var ama kısaca, şu denebilir: Hızla yeni üniversiteler kurulması nedeniyle çok büyük bir öğretim üyesi ihtiyacı var; bu büyük bir baskı yaratıyor. Yeni üniversitelerde açılan doktora programlarının kalitesi denetlenemiyor; konulan yayın kriterleri ise bu sayıları tutturmak için içerik değil sayının öne çıkmasına neden oluyor. Atıf önemli tabii ama bu tür sahte yayın yapılıyorsa “sen bana atıf ver ben sana” şeklinde sahte atıf da yapılabilir; dolayısıyla kalite kontrolü yine “peer review” dediğimiz meslektaşlarca değerlendirme mekanizmasıyla sağlanmak zorunda. Türkiye’de merkezi doçentlik sınavları, bir tür “peer review” mekanizması; ancak onların da kalite kontrolünü sağlamada yetersiz kaldığı görülüyor.

Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olan Dr. Ceyhun Burak Akgül de sözkonusu makalenin kalitesiz bir yayın, Elektrik ya da Bilgisayar Mühendisliği 4. sınıf öğrencisi için bile vasat bir çalışma olduğunu söyledi ve ekledi: “ Bu tür durumlarda en iyi ölçüt makalenin yayınlandığı dergi ya da konferansın saygınlığı ve kalitesi olmalı. Bu tür yayınlar kendi alanlarının saygın uluslararası yayın alanlarında asla yer bulamaz. Bulamadığından da zaten ciddiye alınmaz.
A. Murat Eren’in yazısında dikkat çekilen sorun yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil, her yerde karşılaşılıyor böyle şeylerle. Her meslekte olduğu gibi bilimde de iyiler, kötüler ve çirkinler bulunuyor zamandan ve coğrafyadan bağımsız olarak. Bu söylediklerim pek özgün şeyler değil, akıl, izan sahibi herkes bu yargılara gözlem ve muhakeme yoluyla ulaşabilir. Belki şunun altını çizmekte fayda var: “Bir insanın seçtiği meslek, mevcut konumuzda örneğin biliminsanlığı, tek başına o insanın kalitesini ve değerlerini azaltmaya ya da yüceltmeye yetmez, önemli olan neyi nasıl yaptığınızdır.”

ABD’de Ulusal Matematik ve Biyoloji Sentezi Enstitüsü’nde (National Institute for Mathematical and Biological Synthesis) bağımsız doktora sonrası araştırmacı olarak bulunan Dr. Erol Akçay da, A. Murat Eren’in bu konuda sarfettiği çabaları takdir eden isimlerden: “Eren, Türkiye’deki akademik hayatın önemli çarpıklıklarını detaylı bir şekilde göz önüne seriyor. Kendisine verilen tepkiler de tam da bu çarpıklıklardan beklenilecek cinsten. Eskiden Türkiye’de bilimsel araştırma yapılmıyor, yayın yapılmıyor diye hayıflanılırdı. Kaynak eksikliğinden şikayet edilip durulurdu. Şimdi ise kaynaklar var, özellikle de yayın yapmak için uzunca süredir sunulan teşvikler var. Ancak maalesef tekil bir yayın yapma baskısının sonu iyi yerlere varmıyor. Yapılan yayının kalitesini göz önüne alacak, değerlendirecek, kendisine ve mesleğine saygısını sadece ünvanlara değil de yapılan işin içeriğine endekslemiş bir bilim camiası olmadıkça da ne yapsanız sonu iyiye çıkmaz.”

Amerika’da, Avrupa’da da yayın baskısı hayli yüksek değil mi, aradaki fark ne? 

Burada sapla samanı birbirinden ayırabilecek bir camia var. Amerika’da da çok kimsenin okumadığı ve özen göstermediği, o yüzden kalitesi şüpheli makaleleri basabileceğiniz dergiler, bildirilerinizi sunabileceğiniz konferanslar var. Ama en nihayetinde bu gibi yerlere tennezzül eden birisinin Amerika’da ya da Avrupa’da yükselmesi mümkün değil. Bizde ise bu tip insanlar akademik olarak yükselmek (doçent, profesör olmak) bir yana, rektör, dekan gibi pozisyonlara geliyorlar. Bu yüzden üniversite ve bilim yönetiminde kendileri değme doktora öğrencisi kadar bilim yapmadıkları halde söz sahibi olan birçok kişi var.

Sizce çözüm nedir? 

Bana kalırsa akademik ortamı açmak, Türk akademik camiasının, standardları yüksek akademik camialarla daha çok karışmasını sağlamak. Bu açıdan internet bulunmaz nimet; A. Murat Eren’in çabaları da internetin bu yönde nasıl bir fark yaratabileceğine örnek. Google sayesinde biraz merak eden bir insan kimin ne yaptığını, dünya çapında kimin hatırı sayılır olup olmadığını anlayabiliyor. Türkiye’de de benim gördüğüm bir grup akademisyen dünyada olan biteni takip ediyor, kendilerini o seviyede işler yapmak için zorluyorlar. Bu iyiye işaret. Ama bir yandan da Eren’in bahsettiği adamların “minion”ları, pardon, öğrencileri intihal ürünü ya da sahte yayınlarla kadroları kapıp duruyorlar. O yüzden Türk akademik camiasının geleceği şu anda ses çıkarmamıza bağlı, özellikle de öğrencilerin gözünün açılmasına.” 

Son olarak vurguladıkları da dikkate değer: “Bu sadece akademisyenlerin sorunu değil (biz toplumun küçük bir bölümünü oluşturuyoruz sonuçta). Üniversiteler bütün halka ait ve toplumun tamamına değer katması gereken yerler. Bu gibi akademik yolsuzluklar, üniversiteye girmek için onca çaba sarfeden öğrencilere, onların ailelerine, üniversitelerden fikir önderliği, birikim ve teknoloji bekleyen toplumun tamamına karşı yapılıyor. Bu insanların sahte yayınlar sayesinde yedikleri paralar vergi mükelleflerinin cebinden çıkıyor, karar makamlarında attıkları imzaların bedelini hepimiz ödüyoruz.” 

Öğretim üyelerinin sisteme güveni yok!

İsminin bu haberde geçmesini istemeyen birçok başka akademisyen ile de görüşme şansım oldu, herkesin fikri aynı: “Nitelikten çok nicelik önemli olduğu sürece daha da beterlerini göreceğiz.” 

Öğrenciler bilimden soğutuluyor… 

Bilimle haşır neşir olan birçok kişi Tübitak gibi bilimsel fon başvurularının anonim hakemlere yollandığını biliyor tabii ki. Bu hakemler başarısız insanlarsa, başarılı insanlar ya da projeler bu kişileri gölgede bırakmasın diye, yapılacak iyi şeyleri durdurmaktan çekinmeyebiliyorlarmış.

Altyapısı zayıf olan bir çok profesörün, kendine güvensiz olduğu için açığı ortaya çıkmasın diye sert hoca imajı çizip, korku ortamı ile hocalık yaptığına şahit olmuşsunuzdur. Görüştüğüm akademisyenler, aşağılık duygusundan, çok akıllı ve önü açık gençleri harcayan, başarılı gençleri kıskanıp, önlerini kesebilen onlarca hocadan bahsettiler. Size bir örnek, belki bu kadarından haberiniz yoktur: Bir üniversitede, bir hocanın doktora öğrencisine, kendisi için araba aldırması. Hoca araba alıyor, araba borcuna kefil olarak öğrencisini koyuyor ve sonra taksitleri ödemiyor. Tabii taksitleri mecburen öğrenci ödüyor. Hatta işin içine iktidara yakın kişilerin daha kolay yükseldiği ile ilgili spekülasyonlar da girince öğrenciler nasıl bu işten soğumasın.

Profesörünüzün h-endeksi ne?

Makale sayısının bir önemi olmadığını söyledi Harvard Üniversite’li bir akademisyen. “Önemli olan atıf. Atıf, yaptığınız bilimin etkisini ölçüyor” dedi. Bunu ölçen Essential Science Indicators, ülkeleri de rank ediyormuş. Gittim baktım, Plant and Animal Science’da Türkiye makale sayısında 104 ülke arasında 24. görünüyor. Ama makale başına düşen atıf sayısında, 104’de 104. Yani beş para etmez bol bol makale yayınladığımızı, bilim dünyası ile başarılı isimlerle ropörtaj yapma dışında haşır neşir olmayan ben bile anladım. Ne de olsa devlet, makale başına bir de para veriyor yazarlara! Yani bu dalda Türkiye’den çıkan makaleler, ortalama olarak dünyanın en değersiz makaleleri demek yanlış değil. Tabii neden olduğu ortada. Ve bu dalda Türkiye’de yayınlanan ortalama makaleye 10 yılda 2 atıf gelmiş.

Edindiğim bilgileri UCSD’de görevli başka bir akademisyene söyledim: “Sayıya değil atıfa önem vermek kritik, çünkü bu bilim dünyasının senin bilimine verdiği değeri gösteriyor” diyerek beni doğruladı.

Bilim insanının bilimsel etkisini ölçmek için 2005’de çıkan h-index metodunu kullanarak kimin ne yaptığını ve makalelerinin ne kadar etkili olduğunu görebiliyorsunuz.

Tabii en demokratik sistem: scholar.google.com ‘u da unutmayalım…

Hemen, Türkiye’de bilimin başı olan TUBİTAK Başkanı Prof. Dr. Nüket Yetiş’in bilimsel makale arşivini merak ettim. Prof. Dr. Yetiş’in, belli kriterleri karşılayan düzgün dergileri kapsayan ISI Web of Science’da, 1981’deki ilk yayınından bu yana geçen son 30 yılda sadece 4 yayını ve 5 atıfı var. Aldığım bu sonuç, Prof. Dr. Yetiş’in Tübitak Başkanı seçildiğinde, Nature’ın yaptığı haberi anımsattı. Nature, Yetiş’in atamasının politik olduğunu yazmıştı: www.nature.com 

En saygın bilim dergilerinden olan Nature’da yayımlanan mektuplar da bilimsel yayın sayıldığı için, Prof. Dr. Yetiş’in bu mektuba cevaben yazdığı haber de onun Web of Science yayınlarından sayılıyor. Yani Türkiye’de bilimin başındaki kişi, esasında son 30 yılda Web of Science’a girebilecek sadece 3 bilimsel makale yazmış ve bunların hiçbirinde ilk yazar değil. Türkiye’de doçentlik ön şartı olarak “Web of Science’da yer alan, “en az biri adayın birinci isim olduğu özgün araştırma makalesi niteliğinde olmak koşuluyla, doktora tezinden üretilmemiş en az 3 makale” şartı arandığından, bu yayınlarla Türkiye’de doçent bile olmak imkansız: www.uak.gov.tr 

Kadro sıkıntısı

Üniversitelerde sıkıntı bitmiyor. Ciddi kadro sıkıntısı olduğunu ve sadece yeni kurulan üniversitelere kadro verildiğini öğrendim. Üniversiteler arasında doçentlik dışında tüm atamalarında belirli bir standartın olmadığından yakındı çoğu kişi. Doçentlik için var olan standart ise sadece nicel ve puan usulüymüş. Ancak bu kez de jürilerin bazılarının kabul ettiği çalışmaları bazılarının kabul etmemesi tartışma konusu. Son on yıl içinde sistem, çalışmalara karşılık gelen puanlar ve başvuru koşulları o kadar çok değişmiş ki, kimse seneye nasıl bir başvuru koşulu olacak, var olan koşullar ne kadar daha sürekliliğini koruyacak emin olamıyor. Akademik derecelendirmeler ve kadroların askeriyeden farkının olmaması konusuna da değindiler. Başka ülkelerde görülmeyen bir as üs ilişkisi olduğu aşikar.

Bu bağlamda A. Murat Eren’in tavsiyelerini yeniden paylaşıyorum:

“• Üniversite Öğrencileri: Hocalarınızın CV’lerini açın, makalelerini okuyun. Hangi konferanslarda yayınlandıklarına, hangi dergilerde basıldıklarına bakın. Bir bilimsel yayını anlamak size hiçbir hocanın veremeyeceği geniş bir vizyon kazandıracak. Özgeçmişler web sayfalarının süsü olmasın. İnsanlar oraya yazdıkları şeylerin okunduğunu bilsinler. Sizler bilimsel değerlendirme katmanlarının en kalabalığı ve en etkini olan bir sonraki nesilsiniz, kendinizi hiçe saymayın.

• Araştırma Görevlileri, Yüksek Lisans Öğrencileri, Doktora Öğrencileri: Lütfen yayın yaptığınız dergi ve konferanslara dikkat edin. Sırf özgeçmişiniz kalabalık görünsün diye emin olmadığınız organizasyonlara üye olmayın. Yayınlarınızı onları hak eden dergilerde ve konferanslarda yapın, size aksini yaptırmaya çalışan hocalar ile çalışmayın. Sesinizi çıkarın.

• Öğretim Üyeleri: Lütfen arada bir konfor bölgenizi terk edin ve bölümünüzdeki, diğer üniversitelerin benzer bölümlerindeki insanları gözden geçirin. İster anonim ister aleni kimliklerinizle blog’lar açın, başka yayınları kritik edin. Türkiye’de peer-review sürecini dergi ve konferans komitelerinin üzerinde bir anlayış haline gelmesine ön ayak olun.

• Geriye Kalan Herkes: Biliyorum, artık ne ile uğraşacağınızı siz de şaşırdınız. Fakat bu ülkedeki bir sorununun herhangi bir diğer sorun ile tamamen ilgisiz olduğunu iddia etmek yanlış olurdu. Bilim dünyası içerisinde bu konulara dair nicedir rahatsız olan bir çok isim var. Diliyorum ilerleyen aylarda, yıllarda daha gür sesler duyacağız. Siz bu sırada bu olanları çevrenize anlatın. Gerekiyorsa yöneticilerden hesap sorun. Bizleri yalnız bırakmayın. Sizin desteğiniz gerçekten önemli. Zira sizin olmadığınız durumda, bunların hiçbir anlamı yok.”

Sonuç: Ezber bozan bilim insanlarına ihtiyacımız var.

İnsan düşünmeden edemiyor: Yükseköğretim Kurulu’nun “meslek etiği” adına bazı ilkeler üzerinde çalışması gerekmiyor mu acaba?

Akademi ile ilgili yolsuzlukları takip edip yayımlayan plagiarism gibi girişimlerin artması ümidi ile.

Çizim: Necdet Yılmaz

 

(Turkish Journal) 

Become a patron at Patreon!