‘Unutulmayacak olanlar kalır… Ya hatırlamayacaklarımız?’
Ece Temelkuran, yeni romanı ‘Devir’i “Türkiye’nin ruhunu anlatmaya dair bir girişim,” olarak nitelendirdi: “Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in, elbette Oğuz Atay’ın, tabiidir ki Sevgi Soysal’ın sonra biraz Barış Bıçakçı’nın, biraz Ayfer Tunç’un, böyle bir dizi biricik kalemin yaza yaza bitiremediği o deryaya benden de bir damla.”
Hayatın kendine benzesin diye yazdığını ifade eden Temelkuran’a göre, bugünkü, o günkü, evvel zamanın içinde bile bu topraklarda yaşamış insanların bir hamur benzerliği var ve bir şey hep devrediyor.
Çocukların kahramanı olmasının nedeni ise kitabın içinde de geçen bir cümle: “Çünkü gerçek, iki çocuk arasındaki en kısa doğrudur.”
Temelkuran, “Bu “çılgın ve hüzünlü” ülkeyi çocuklardan başka hangi göz görebilir, anlatabilir bilmiyorum zaten. Büyüdükçe bizim de gözümüz deli gözü oluyor çünkü, biraz bakar kör oluyor belki,” diyor.
Ece Temelkuran’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Bu kitapta sorduğunuz sorular neler?
Biraz çocuk soruları: Bu ülke niye böyle? İnsanlar niye böyle? Niye hep böyle her şey? Nasıl olup da delirmiyoruz? Böyle nasıl devam edebiliyor bu memleket? Gibi gibi…
“12 Eylül ile yüzleşme” adına bu kitabın yeri ne olacak sizce?
“12 Eylül’le yüzleşme” gibi çiğnenip tükürülmüş meselelerle çok ilgisi yok. Ama eğer bir yüzleşmenin aracı olsa elbette insanla, kendimizle ve en çok korkularımızla, sahtekarlıklarımızla, sınırlarımızla ve hakikatle yüzleşmenin aracı olmasını isterim tabii.
Kitapta, egemenlerin 12 Eylül öncesine ilişkin çizdiği tabloyu da okuyacak mıyız?
Kitapta dönemin atmosferi var tabii. Ama sanırım daha önce anlatılmamış şekilde görecekler insanlar o günleri. Olduğu gibi yani! Geçmişi öyle anlatmaktan korkuyor insanlar galiba, acıların ağırlığını yitireceğini zannediyorlar belki. Ama o günler de tıpkı, ama hakikaten tıpkı bugünler gibi. Aynı çılgınlık. O dönemi anlatmayı değil, okuyanı o döneme götürmek istedim. Bu bir “bilgilendirme” yolculuğu değil elbette ama bir duygu olarak o günde olacaklar diye düşünüyorum. Ama en çok çocukluklarına geri döneceklerini zannediyorum. O gün hiç olmamış çocuklar için sanırım bu böyle olacak. Çünkü ben hatırlamanın bilmekle ilgisi olmadığını düşünüyorum. Yaşamadığımız şeyleri de hatırlarız aslında. Tarih, onu yaşamamış olanların da hafızasına işlenir.
‘Devir’, bugün oyuncusu olduğumuz filmin açılış sahnelerini veriyorsa, son sahne nasıl olurdu?
Hiç bilemeyeceğim bir soru! Sanırım hiçbir romancı gerçek kadar çılgın olamaz. Hele ki bu ülkenin gerçeğinden söz ediyorsak!
Nurdan Gürbilek, ‘Vitrinde Yaşamak’ adlı kitabında Türk toplumunun 12 Eylül sonrasında yaşadığı ferahlama sonrası dehşete işaret etmişti. Siz bu ferahlama halini nasıl yorumluyorsunuz?
Kitabı yazarken çok okuduğum yazarlardan -ve bence düşünürlerden- biri Nurdan Gürbilek. Gürbilek’in en çok özel yaşama ilişkin, özel yaşamın seksenlerde nasıl “keşfedildiğine” ilişkin görüşlerinden çok yararlandım. Jale hanım karakterinde de bunun izleri görülebilir. Standartların yok olmaya başladığı an o, “bu benim zevkim, benim hayatım” denmeye başladığı an. Ortak kodların ortadan kalkmaya başladığı an. Az gelişmiş ülkenin az gelişmiş bireyciliğinin yıkıcılığı muazzam. Çünkü sonunda iş bugünkü, “ben yaptım oldu” noktasına kadar bile gelebiliyor. Çok kabaca anlatıyorum ama sanırım o seller bu çamurları getirdi biraz. O ahlaki bozuşmanın sonucu olarak bugün buralardayız. Şimdi maşallah herkes ferah feza! Karışan görüşen yok. Daha fenası, karışan görüşen olmaması halini özgürlük zanneden yığınlar var!
(T24)