“İnsanlar öldürülürken susulmaz!”
“Babalarının ellerini erken bırakmak zorunda kalmış çocuklar”, faili meçhul kavramında simgeleşmiş isimlerin aileleri, ilki geçen yıl yapılan “Benim Babam Bir Kahramandı” adlı anma etkinliğinde biraraya gelecek. Seyirci kalmayın…
Etkinliğin amacı Türkiye’nin yaşanılası bir geleceğe sahip olması için kahramanca ölümün üstüne yürüyen bu onurlu insanları yeni kuşaklara güçlü ve doğru bir şekilde anımsatmak. Sadece nasıl değil aynı zamanda neden öldürüldüklerini bir kez daha düşündürmek. Bu etkinliği düzenleyenToplumsal Bellek Platformu , yitirdiğimiz aydınlarımızın isimlerini gelecek kuşaklara doğru taşımayı hedefleyip, toplumsal belleğimizi diri tutma adına birlikte neler yapılabileceğinin örneğini veriyorlar. Bu cinayetlerin ardındaki karanlık ve örgütlü güçlerin açığa çıkarılması için 6 Eylül 2009 tarihinden bu yana eylemleri, adalet arayışları sürüyor.
İlk olarak, Ağca’nın salıverilmesine ilişkin bir basın açıklaması ile dikkatleri üzerlerine çektiler. Katil-kahraman ayrımını ortaya koymuşlardı. 9 Şubat 2010 tarihli Hrant Dink duruşmasına katıldılar ve açıklamayı 1948’de öldürülen Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali okumuştu: “Biz, yıllardır, ‘mevcut yasalar ölülerimizi savunma yetkisini bize vermedi’ demek zorunda bırakıldık. Oysa yurttaşını bu kadar savunmasız bırakabilen kurumların, kendi suçlarını örtbas etmek için ne kadar çok çaba harcayabildiklerini defalarca gördük. Suçluların korunup kollanmasında ne kadar çok resmî sıfatlı kişinin seferber olduğunu gördük. Bu görüntüler nedeniyle bizim gözümüzde devlet defalarca aşağılanmış oldu. Bundan daha büyük bir aşağılamanın, daha ağır bir hakarete uğramanın olabileceğini düşünmüyoruz. Hangi kurum, hangi kurumun içindeki hangi saygın kişi incinecekse incinsin, zedelenecekse zedelensin, itibar kaybına uğrayacaksa uğrasın. Bunun asla bir canın kaybı kadar ağır olmayacağını anlamak, anlatmak zorundayız.”
İnsan İnsan – Fazıl Say (Işıl Öz-Turkish Journal)
11 Şubat 2010 tarihinde TBMM’ye faili meçhullerin gündeme alınmasını talep eden bir komisyon kurulması için bir dilekçe verdiler, Ümit Kaftancıoğlu ’nun gelini Canan Kaftancıoğlu o süreci şöyle anlattı: “MHP dışındaki tüm parti yetkililerinin olumlu ve duygulu reaksiyonları bu komisyonun çabucak kurulacağına dair bizleri de umutlandırdı. Ancak dilekçemiz TBMM genel kuruluna sunulduğunda AKP’nin oyları ile tüzük değişikliği yapılmaksızın bu komisyonun kurulmasının verimli olmayacağı ifade edilerek reddedildi. Halbuki bu tüzük değişiklikleri ve komisyon kurulmasını başaracak Meclis çoğunluğu AKP’de mevcuttu”
Bu karar sonrası, , “Ölülerimizi savunma yetkisini vermeyen irade kimin iradesidir?” diye sormuştu.
10 Mayıs 2010 tarihli Hrant Dink duruşmasında yine oradaydılar…
Babalarına dair…
Babası 17 Haziran 1980 günü katledildiğinde henüz iki yaşında olan Aylin Tekiner, “Babamı çok farklı mevki ve hatta farklı siyasi görüşteki insanlardan dinledim. İyi bir hukuk adamı ve siyasetçi olmasının ötesinde tam bir halk adamı olması ve her siyasi görüşten insanın Mehmet Zeki Tekiner ’in gani gönüllü bir insan olmasında birleşmeleri, babamı tanımamış olmamın eksikliğini her geçen gün artırdı” dedi ve bu soyadı taşımaktan ve onun ailesi olmaktan büyük bir onur duyduklarının altını çizdi.
“Beraber bir fotoğrafımız bile yok!”
Alaz Erdost altı aylıkmış babası İlhan Erdost ’u kaybettiğinde, babasına dair hiçbir şey anımsamadığını söyledi ve ekledi: “Küçükken çoğu zaman içerledim babamla bir fotoğrafımın bile olmamasına. Ama babam o kadar özel birisiymiş ki, herkes onunla ilgili bir şey anlatıyor bana. Tanıyan herkes. Duyduklarım, okuduklarım onu çok iyi tanıttı bana. Çok özel olduğunu biliyorum, yaşamış gibi. Örneğin, ben doğduğumda ablam beni kıskanmasın diye hastaneden elinden bir kese kağıdı çikolata ile eve gelmiş ve ablama “Bu çikolataları kardeşin sana gönderdi” demiş. Ablamla benim dünyaya geldiğim günden beri bir kere ayrılmadık, ayrı kalamadık. Hiç kırgınlığımız olmadı. Bunu sağlayanın da annemin ve babamın derin sevgisi olduğunu biliyorum.
Ablam da babamla ilgili soru sorulduğunda, gittiğinde 2,5 yaşında olduğunu, bir şey anımsamadığını ama anlatılanları yaşamış gibi olduğunu söylüyor. Babamızı anlatılanlardan tanıdığını söylüyor. O’ndan bahsederken hep şunu diyor: “Bizim babamız diğer çocukların babalarından farklı olarak hep 36 yaşında ve hep kalın kara bıyıklı!”
Erdost, babasına olan özlemini şöyle dile getirdi: “Bizim özlemimiz diğer özlemlerden biraz farklı olmalı. Birlikte yaşarken kaybettiğimiz birisi değildi babamız. Bizim için zaten hiç olmayan birisiydi. Biz babamızdan çok baba sevgisine özlem duymuş olabiliriz. Babamızı anlatılanlardan ve yazılanlardan tanıdığımızda da “keşke”lerimiz olmuş olabilir. Keşke onu biz tanıyabilseydik demiş olabiliriz. Keşke böyle bir babayla yaşama şansımız olabilseydi veya da. Ancak bu özlemin yaşamımızda bu kadar hissedilmemesindeki en önemli etken, bizi çevreleyen kocaman ailemizin kocaman sevgisidir. Kocaman ve hep bizimle olan…”
Bengi Heval Öz, “Tek bir cümle hep kafamı kurcalıyor” dedi, “Nedir?” diye sorduğumda… “Eğer babam Doğan Öz hayatta olsaydı Türkiye şu anda nasıl bir ülke, nasıl bir millet ve nasıl bir hukuk sistemi içinde olurdu? Pekçok tahminde bulunabiliriz tabii ki, ama ne yazık ki yaşatmadılar ve hiçbir vakit aslını öğrenemeyeceğiz…” diye yanıtladı.
Özge Mumcu’ya babasını ilk hatırladığı anı sorduğumda, “Salonda ilk adımlarımı attığım zaman beni bir adım daha geri giderek yürümeye teşvik etmesi. İnsan 0-6 yaş arasını hatırlamazmış ama nedense bu görüntü çok berrak” dedi.
Uğur Mumcu ’nun kendisi için kaleme aldığı bir yazı olup olmadığını merak ettim…
“1980 sonrası yazılarından derlediği “Terörsüz Özgürlük” kitabını “Kızım Özge’ye…” diyerek bana ithaf edilmiştir; kaderin de bir cilvesidir. Hem terörle çok küçük yaşta yüzleştim hem de özgürlüğümü görece kaybettim.
Kitabın ilk yazısında da şunu söyler: “Terörün olduğu yerde, Anayasadan, hukuk devletinden, bağımsız yargıdan söz etmenin olanağı yoktur… Terörün hüküm sürdüğü ülkelerde, parlamentolar, taş yığınlarından başka işe yaramaz. Yaramadığı ülkemizde acı deneyle görüldü.
Şimdi hepimizin tek bir amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmalarında kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak ve sivil yönetimi, sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak.” 15 Eylül 1980.
Dolayısıyla, bu yazıyı benim için değil de ülkemizin geleceğine dair bir yazı olarak görüyorum.
Ama, özel olarak yazısı, o dönem tuttuğum günlüğümde var; orası da bana kalsın…” şeklinde yanıtladı. “Tam da eski dosyalar tekrar açılıyor, diller çözülecek derken Meclis’ten gelen karar mahkemelerin derinleşmesini istemeyenlerin ekmeğine yağ sürdü, ne dersiniz?” diye sordum…
Aylin Tekiner’in yanıtı netti: “Uzun yıllardır süren hukuk dışı uygulamalara bir yeni halkanın daha eklendiği kanaatindeyim; ancak bu bizi elbette çok şaşırtmadı. Toplumsal belleğimize derin bir çizgiyle kazınan “Sivas Katliamı”nın avukatlığına soyunanların ve bu zihniyetin halefi konumundaki bir partinin siyaset arenasındaki baskın konumu ya da özellikle 1978’den itibaren başlayan aydın kıyımını gerçekleştiren faillerin ve bu faillerle bir şekilde dirsek temasında olan kişilerin bugün TBMM çatısı altında olması bu hukuk dışılığın devamını mümkün kılıyor. Devlet sırrı kavramı ve zamanaşımı nedeniyle bu zihniyetin ekmeğine yıllardır yağ sürülüyor zaten.”
Alaz Erdost, “Bu bizim için çok da beklenmedik değildi aslında. Biz Meclis’te derin ailemizin o kadar “samimi” bir görüntüde karşılanmasından daha çok etkilenmiştik, buna daha çok şaşırmıştık. O kadar “ilgi” ile karşılanmak daha beklenmedik birşeydi bizim için. Küçük umutlar ve yürek kıpırtıları olmadı desek yalan söylemiş olmayız. Ama zaten her zaman, yaşadıklarımıza ve yaşadığımız sürece olan öfkemiz bütün herşeyin üstünde, önünde, en belirleyici duygu. Bu kararları da, bugüne kadarki adaletten olmayan tavırlarını pekiştirdi. Kararı verenlerle failleri bir kere daha bir araya getirdi, ortaklaştırdı. Çünkü eğer doğruların ortaya çıkmasına engel oluyorsanız ve hatta eğer suskun kalıyorsanız, yanlışa ortak oluyorsunuz demektir bizim gözümüzde” dedi.
Özge Mumcu: “Türkiye’de sistemin temel özelliği özensiz olmasıdır. Soruşturma süreçleri özensiz, mahkeme süreçleri özensiz. Ama bu göstermece özensizliğin içinde ciddi bir kasıt ve art niyet söz konusu. Açıkçası, dillerin çözüleceğine, katl emri verenlerin gönüllerinin açılacağına inanmıyorum. Meclis’ten gelen karar, siyasi iradenin, elini taşın altına koyamadığını ve meclisin üzerinde bir “derin” iradenin varlığına inandıklarının en net yanıtıdır. Platform olarak yola çıkış amacımızda şunu vurguladık: “Gerçekler aydınlansın, kim incinirse incinsin”. Meclisin red kararı, “biz bu ince örümcek ağını çözemeyeceğiz; bunu aklınıza iyice sokun” anlamına gelmektedir. Herkese kaplan kesilen bir siyasi iktidar, kendi hükümranlığı süresince işlenen siyasal cinayetlerin de hesabını henüz vermemiştir; bunu da aklımızdan çıkarmayalım” diyerek, 2002’de Hablemitoğlu’nun öldürülmesinin, ardından 2007’de Hrant Dink cinayetinin de bu iktidar süresince olduğunu hatırlattı. Rahip cinayetlerini de bir kenara koymadan bunları söylediğinin altını çizdi.
Canan Kaftancıoğlu ekledi: “Her ne kadar bu ret kararı bizi kuşkuya düşürse de, birebir konuştuğumuz AKP milletvekilleri bu konunun halen önceliğini koruduğunu ve en kısa zamanda geniş yetkilerle donanmış bir komisyon kurulmasını sağlayacaklarını ifade ediyorlar. Biz de TBMM’nin kurumsal kimliğinden dolayı inanmak istiyoruz. Ancak bu işin peşini bırakmamaya kararlıyız. Bu komisyonun ortaya çıkarabileceği ilişkilerden korkanlar bir süre daha nefeslenme fırsatı bulsa da takibimizin er geç (umarım çok geç olmaz) sonuç getireceğine inanıyoruz. Hepimiz onurlu bir mirası devraldık ve gereğini başaracak donanım, inanç, kararlılık ve sosyal desteğe sahibiz.”
“Karanlık Tek”
“TBMM, Kurtuluş Savaşı sürerken bile, en hassas konuları, olanca açıklığıyla tartışabilmişken, neden bugün kamuoyunu yakından ilgilendiren konularda üzerine düşeni yapmıyor?” diye sorduğumda…
Alaz Erdost, “Doğrulardan, gerçeklerden korkuluyor; çünkü bu kendileri ile hesaplaşmalarını gerektirecek. Bir şeyin yanlış olduğunu kabullenmek, bunu dillendirmek, o şeyi değiştirme sorumluluğunu yükler insana. Bu sorumluluk altında ezilmekten korktukları için yapmıyorlar belki de. Bütün bunların babası-anası 12 Eylül. Darbelerin Anadolu toprakları ve insanları üzerindeki darbesi çok büyük. Sandığımızdan da fazla. Hem etki gücü olarak hem de etkilediği süreç olarak.” diye yanıtladı.
Canan Kaftancıoğlu: “ TBMM artık cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki kadar beyaz bir kağıt değil kanımca. Burjuva demokratik devrimi ve kapitalizmin doğal dinamiklerini yaşamamış olan bir devlette beklendiği gibi baştan beri de demokratik kurumlar ve tutumlar yeterli olgunluğa ulaşamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti 87 yıllık geçmişi boyunca iyisi kötüsüyle çok daha kompleks bir geçmişe sahip. Uluslararası ilişkiler, emperyalizm ve uluslararası sermayenin TBMM ve diğer devlet kurumlarına, sivil toplum örgütlerine çok daha nüfuz etmiş olabilmesi, manipule edebilmesi, gizli anlaşmalar yapılmış olması ihtimali üzücü ise de şaşırtıcı olmaz. Kaldı ki günümüzde yaşanan enformasyon akışı içinde gizli şeylerin açığa çıkması ve kurumların eleştiriden muaf kalması çok da olası değil. Dolayısıyla TBMM ve iktidar partisi de doğrudan karşı duruş almak yerine utangaç bir oyalamacaya mahkum kalıyor şimdilik. Türkiye’de her gün ortaya çıkan yeni skandallar da bu oyalamacaya zemin hazırlıyor. Bu istemlerin öne alınması ve gerçekleştirilmesi için kamuoyu baskısı ve halkın sorunlarını ne derece sahiplendiği günümüzde çok önemli. Biz de toplumda bu duyarlık ve sahiplenmeyi provoke etmeye çabalıyoruz.” dedi.
Aylin Tekiner ekledi: “Mücadelemiz devam edecek, bu derdi taşıyan bir kamuoyuyla yol alınabileceği ve TBMM’den talebimiz toplumsal bir talebe dönüşebildiği ölçüde bu sürecin zorlayıcı olacağı kanaatindeyim.”
Özge Mumcu ise TBMM’de daha önce de faili meçhul komisyonlarının oluşturulduğunu; ancak yapılan araştırma raporu genel kurula inemeden seçimlerin yapıldığını ve bu raporun kadük kaldığını hatırlattı ve bir öneride bulundu: “Faili meçhul cinayetler bir Türkiye gerçeği olduğuna göre, İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı bir sabit alt komisyon kurulmalıdır. Meclis ziyaretlerimizde aramızdan birinin dile getirdiği gibi “Karanlık Tek”. Ama bu karanlık her neyse; bağlantıları nereye çıkıyorsa, siyasi iradenin de güçsüzlüğünü de koruyor. Derin olan devlet evet ama siyasilerde daha derin olan derin devletin korkusu!”
“Herkes suçu birbirinin üstüne atıyor, oluşturduğunuz platform ile sanki birileri panikledi” yorumum sonrası, Canan Kaftancıoğlu, bunun daha çok bir desenformasyon olduğunu düşündüğünü belirtti ve ekledi: “Zaten şimdiye kadar suçu sabit görülen tetikçiler de dahil olmak üzere, mağdurların dışında kimse ciddi bir kayba uğramadı. Hatta Susurluk olayında katillerin nasıl devlet eli ile kullanılıp kollandığını açıkça gördük (Ne utanç ülkemiz adına). Halen yargının ele geçirilmesi konusunda politik hesaplar ve oyunlar oynanmakta. Emniyet politik ve feodal bağlantılarla manipule edilmekte. Bu süreçte siyasi cinayetleri organize eden ve üzerlerini örtmeye çalışan unsurların da rol alacağı her mantıklı insan öngörebilir. Bağımsızlık ve sosyal demokrasiden yana olanlarla emperyalizmin maşaları ve fundamental nasyonalizm ve islamiyet yanlıları arasında bir satranç oyunu bu. Biraz panik ve stres olsa da katillere “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye haykırılabilen bir ülkede perde arkasındaki güç odakları halen çok sıkışmış vaziyette değiller. Yapacak çok işimiz var yani. Bunu arkamızdaki kayıplarımıza ve önümüzdeki çocuklarımıza karşı bir görev olarak kabul ediyoruz.”
Aylin Tekiner: “Biz Toplumsal Bellek Platformu olarak, “devletin bekası” düsturunun arkasına sığınarak bu toplumsal yaranın gün geçtikçe derinleştirilmesi ve Türkiye toplumunun hafıza sorununa güvenerek bu sorunun çözümsüz bırakılması nedeniyle bir mücadele içine girdik.” dedi ve nedenini şöyle açıkladı: “Hepimiz gerek dava sürecinde, gerek cenaze törenlerimizde fazlasıyla incitildik. Artık kimsenin devlet tarafından incitilmesini ve gözlerimizin içine bakarak ya da zımni bir biçimde dalga geçilmesini istemiyoruz. Mücadelemizde çok kararlıyız ve bu kararlılığın birilerini tedirgin etmesini de doğal karşılıyorum.”
Alaz Erdost: “Bu insanlar ne kadar panikleseler de çirkinliklerin içinden dünyanın en güzeli olarak çıkma yeteneğine sahipler. Zeka ve yeteneklerini de hep bu yönde kullanıyorlar. Çok paniklediklerini düşünmüyorum ama panikleseler de paniklerini yatıştırmanın yollarını gayet soğukkanlılıkla ve kendilerinden emin bir biçimde bulurlar diye düşünüyorum” dedi.
Özge Mumcu: “Biz şu anda, Sabahattin Ali’sinden Sivas Olayı’na, Umut Davası’ndan Hrant Dink davasına kadar, birbirinden farklı siyasi amaçları olduğu düşünülen cinayetlerin bir anlamda “temsilcileri” olarak yer alan bir platformuz. Ne etnik, ne dini, ne mezhep ayrımı yapmadan sadece ve saf bir adalet duygusuyla hareket ediyoruz.” dedi ve bu adalet duygusunun tanımını babasının sözlerinden aldığını söyledi:“İnsanlar öldürülürken susulmaz!” Biz cinayetlerinde susulmayan babaların, annelerin, kardeşlerin taşıyıcılarıyız; o yüzden adalet arayışımızı her zeminde dile getireceğiz. Kim incinecekse incinsin; bu yalın ve net toplumsal adalet duygusunu vurgulamaya da devam edeceğiz. Bizler mağdur muyuz? Evet, bu devletin, kontrgerilla içinde birleşen bir şekilde “uyandırılan” uluslararası terör yumağının birer mağduruyuz. Onlar mağdur mu? Evet, haklı olanın karşısından “mağdur”lar; hem tetikçisi hem emir vereni çünkü cinayet net ve kesin bir durumdur. Buradan da, sürekli ağlayan ve kendini mağdur göstermeye çalışan bir imaj çizdiğimiz de düşünülmesin; davamızdan emin olan bizleriz; gözlerimizde oluşan yaşlar kaybımızın derinliğinden; içimizde oluşan adalet vurgusu “öldürülmenin” haksızlığından. Ayrıca, panikleyenler ve platforma çamur atmaya çalışanlar zaten kendi bulundukları karanlığı da gösteriyor; çok net bir biçimde.”
“Zaman aşımı Türkiye’de suistimal ediliyor!”
Geçen yıllar içinde yapılmayan ve yapılamayanları sıralamanızı istesem, yanıtınız ne olurdu?
Aylin Tekiner: “Araştırmalar hep yüzeyde kaldı. Örneğin Susurluk Araştırma Komisyonu bir kapıyı aralamaya kalktığında devlet sırrı engeliyle karşılaşıldı, davaların derinlemesine araştırılması engellendi ve pek çok şey sümenaltı edildi. Ve elbette bir diğer önemli engel de zamanaşımı sorunuydu. Bu sorun hala devam etmekte. Bu aymazlıkları ve görmezden gelmeleri Hrant Dink duruşmasında bir kez daha bütün açıklığıyla görmek çok üzüntü verici.”
Alaz Erdost: “Bizim “Toplumsal Bellek Platformu” olarak birinci amacımız birbirimize destek olarak, birbirimizi yalnız bırakmadan, adaletin yerine geldiğini görmemiz ve direkt canı yanmayanların da buna seyirci kalmaması. Amcamız Muzaffer Erdost, bir yazısında şöyle diyor: “Cenazelerini bir kere daha kaldırmayacağımız güne değin onlar, içten içe uğuldayan bir ırmak gibi akacaklar yaşamımızın ortasından.” Bizler de failler bulunana ve yargılanana kadar kaybettiklerimizin cenazelerini hergün yeniden kaldıracağız.”
Özge Mumcu: “Devletin her aygıtının ayrı ayrı ihmalkarlığı… Emniyet müdüründen, olay yeri incelemeye, İçişleri Bakanı’ndan, Başbakana, Cumnhurbaşkanı’na, savcısına…”Akıllarına koymasınlar, Kennedi’yi bile vururlar” diyebilen, şimdinin “akil” eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel… Toplumsal bir baskının ötesinde, ailemizin dirayeti bu olayı bu noktaya getirdi. Ama bulunduğumuz nokta nedir? Biz bulunduğumuz noktayı sorgulamaya devam ediyoruz. Bombayı yerleştiren “Oğuz Demir” hala bulunamadı… Umut Davası bugünlerde karar için yeniden incelemeye alınacak.
Siyasi cinayetlerde zaman aşımının kaldırılması gerekiyor; suç suçtur. Katil katildir. Zaman aşımı Türkiye’de suistimal edilen ve bilerek suistimal ettirilen bir kavramdır.
Derin bir gücün varlığına inanıyor muyum; elbette. Ama derinliğin biz kafamızda büyüttükçe derin olduğunu biliyorum; yoksa her bir ip bir diğerine bağlanacak kadar açık ve net.”
Son olarak, “Uğur Mumcu’nun düşlediği gibi bir ülkede yaşamak gerçek olacak mı bir gün?” diye sordum…
Özge Mumcu yanıtladı: “Babamın 1981’de yazdığı “Kır Çiçekleri” adında bir yazısı vardır; içinden ağabeyim Özgür de geçer. Şunları söyler:
“Ne yazayım bugün?
Çevrenize şöyle bir bakın. Bir bakın akıp geçen olaylara, bir bakın tanık olduğunuz ya da duyduğunuz olaylara, bakın. Kimi zaman, onur çiçekleri ile, inanç çiçekleri ile bezenmiş insanlarla karşılaşırız. Kimi zaman da bin bir yalanın belini bükmüş, yolsuzlukların saçaklarına tutunup, sirk cambazları gibi sıçrayıp durmuş insan müsveddeleri ile….
Ve hep onlar kazanmış; hep onlar günlerini gün etmiş. Para mı? Onlarda. Pul mu? Onlarda. Hep bir elleri balda, bir elleri yağda, öyle yaşamışlar. Kaplumbağa gibi, bin bir yalanın sığdığı başlarını, gerekince kalın kabuklarının içine çekerek, yılan gibi kıvrılarak, bukalemun gibi kondukları, yerleştikleri yere uyarak yaşamışlardır.
Ne yazsam bugün?
Eski dosyaları mı çıkarsam? Hayır çıkarmayacağım! Geçmiş olaylardan vicdan muhasebelerine sayfalar mı açsam? Hayır, açmayacağım! Düne, önceki güne, daha öncesine mi uzansam? Hayır uzanmayacağım!
Ne yazsam bugün?
Canım bir dağ başında kır çiçekleri toplamak istiyor. Kıbrıs’tan kopup gelen ılık güney rüzgârları ile, Ege’nin güneşli sabahlarından kaçamak gelen ışıklarla, ülkemin dört bir yanından toplayacağım kır çiçeklerini bir vazoya yerleştirip “İşte” desem, işte yıllarca yazmak isteyip de yazamadığım bunlar, işte bunlar…
Çiçekler yan yana, çiçekler aynı topraktan gelme ve aynı suyun içinde; biri “İnanç” biri “Erdem”, biri “Onur…””
Bu cümleler üzerine diyebileceğim tek şey; “işte öyle bir şey…” Bir gün olur mu? Bunun için uğraşmaktan başka çıkar yolumuz yok; bireysel değil toplumsal olanı ön plana almayı yeniden başarabilirsek eğer”
(Turkish Journal)