Şahsına münhasır müzik adamı: Şevket Akıncı
O, “Her şeyin bir fiyatı vardır” zihniyetine, “Satılık değiliz, bunu böyle biliniz” diye meydan okuyan bir müzisyen.
1972’de İzmir’de doğmuş ama babası, halen Moskova Büyükelçimiz olan Halil Akıncı’nın işi nedeniyle, 1994’te Türkiye’ye kesin dönüş yapana kadar hemen hemen hiç Türkiye’de yaşamamış. Okul bittikten sonra iki sene Ankara’da yaşamış. İlk albümü “Uçurumda Açan” o dönemden. 1997’de İstanbul’a taşınmış. İstanbul’a taşınma sebebini şöyle anlatıyor: “Ciddi para sıkıntısı çekiyordum, caz müzisyenlerinin çoğu İstanbul’a taşınıyordu ve Ankara’da çalacak yer kalmamıştı.” Bilgi Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’nde 3 sene öğretmenlik yaptıktan sonra “Lifeline” adında bir caz-rock grubu kurmuş.
Hikayenin sonrasını kendisinden öğrenelim: “Bu grupla 5 sene boyunca konser verdik ve iki albüm yayınladık. 2005’te Lifeline’a ara vermek istedim ve daha deneysel müziklere yöneldim. William Burroughs’un “Naked Lunch” kitabından bölümlerin “spoken word” olarak okunduğu ve çalarken arkada canlı görsellerin olduğu, Korhan Erel ile ortaklaşa yaptığımız “Mugwump” adlı projeyle yaklaşık bir sene uğraştım. Daha sonra 2005’te “Özgür Doğaçlama” grubu olarak “Islak Köpek”in albümünü yayınladık. Halen, Islak Köpek’in yanısıra özgür caz davulcusu Şenol Küçükyıldırım’ın kurduğu “Ways” ve Türk sanat müziğini avant-garde ile harmanlayan “Elektronik Kumpanya”nın üyesiyim. Bunların yanısıra öğretmenliğe devam ediyorum; özel derslerle birlikte Yıldız Teknik Üniversitesi Caz Bölümü’ndeki öğretim görevliliğimi sürdürüyorum. Tüm bunların yanında geçen sene “Hezeyan Sözlüğü” adındaki şiir kitabım yayınlandı.”
Şahsına münhasır bu müzik adamı ile Amerika macerasından, caza, müzik endüstrisine birçok konuda konuştuk…
Her diplomat çocuğu gibi o da hem yurtdışında, hem de Türkiye’de yabancılık sendromu yaşamış. “Yurtdışında yaşamak, birçok kültürü tanımak, değerlerin ülkeden ülkeye nasıl değiştiğini ve hiçbir ahlakın mutlak olmadığını anlamamı sağladı” diyor.
Amerika macerası nasıl başladı?
Aslında liseden mezun olduktan sonra Amerika’ya gitme niyetim yoktu. Son anda karar verdim. Brüksel’de kalıp bir şekilde müzik işine girmeyi düşünüyordum. Fakat ailem beni bunun pek akıllıca olmayacağı konusunda ikna etti. Lise son sınıfta cazla ilgilenmeye başlamıştım. Berklee’ye başvurularımı çoktan yollamış ve kazanmıştım. Son anda, ailemin desteğiyle bana Boston yolları göründu. Ve böylece Berklee’deki degree programı süresi boyunca, yani 4 sene Boston’da yaşadım.
Amerika’daki müzik eğitimi ve Türkiye’dekini kıyaslamanızı istesem cevabınız ne olurdu?
Ben Türkiye’de hiç okumadım. Ama öğrencilerimin çoğu Türk olduğu için Türkiye’de nasıl bir eğitim sistemi olduğunu tahmin ediyorum. Türkiye’de “verilenle yetinip düşünme işini otoritelere bırakmaya yönelik” ezbere dayalı çok kötü bir eğitim sistemi var. Bu da normal, her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de eğitim sistemi devletin çıkarlarına hizmet ediyor. Öğrencilere bana “hocam” demelerini yasaklıyorum çünkü onları meslektaşım olarak görüyorum. Amerika’da öğretmenlerime isimleriyle hitap ederdim. Türkiye’de eğitim sistemi ya efendi ya köle olmayı öğretmeye çalıştığı için hiyerarşiye önem veriyor. Dolayısıyla öğrenciler “hocam” demeyi yasaklamama rağmen yine o şekilde hitap etmeye devam ediyor. Amerika’daki eğitim daha özgürlükçü olmasına rağmen yine de Avrupa’ya göre “içine kapanık” bir eğitim sistemi. Çoğu Amerikalı bu yüzden Türkiye’nin nerede olduğunu ve nasıl bir ülke olduğunu bilmez. Fakat şu da var ; Amerika bir konuda uzmanlaşmak istiyenlerin dünyadaki en iyi eğitimi bulabileceği yer. Dolayısıyla örneğin Amerika’da okumuş bir Türkolog, Türkiye’de ulaşabileceğinden daha fazla bilgiye ulaşabilir ve bu yüzden daha iyi bir Türkolog olma şansını yakalar.
Amerika’da bulunmanın (kültürel algınızın değişimini de göze alarak) çağdaş bir sanatçı olarak size sağladığı kolaylıklar neler?
Amerika’da bir kişinin bireyselleşebilmesi ve hayatına kendi iradesiyle yön vermesi çok önemsenen şeylerdir. Amerika’da işinde iyi olan hakkını daha kolay elde edebiliyor. Türkiye’de ise işini iyi yapan her zaman hakettiği yerde olamayabiliyor. Hakettiğin yere ulaşmak için işini iyi yapman yetmiyor, hala bugün bile anlamadığım başka beceriler gerekiyor. Bireyselleşip hayatına bir anlam vermiş biri Türkiye’de pekala değersiz hissedebilir kendini.
Çalışma metodunuz hakkında bilgi verebilir misiniz?
Ne üzerinde çalışırsam çalışayım, bana Fransız eğitim sisteminden miras kalan karteziyen düşünce sistemine göre hareket ediyorum. Çalıştığım şeyde bir problem varsa, onu tespit ettikte sonra izole edip, giderilene kadar o problemin üstüne gitmeyi öğrendim. Fakat sanatla uğraştığım için yaratıcı bir süreçteysem, bilincimi mümkün olduğu kadar değişik olasılıklara açık bırakıyorum. O süreçte, kararlarıma eşlik eden nedenlerin çünküsü yok. Seçim önce geliyor, neden sonra. Karteziyen düşünce sistemine odaklanmış insanların böyle ucu açık fikirlere tahammülleri yoktur. Herşeye bir neden ararlar. Bu yüzden de herşeyi mantıksal bir çerçeveye sıkıştırırlar. Bundan dolayı yaratma esnasında karteziyen düşünce sistemini bir kenara bırakıyorum, çünkü sanat iyi ve kötünün, doğru ve yanlısın ötesinde bir şey olmalı.
Kaç çeşit enstrüman çalabiliyorsunuz?
Öncelikle gitar çalıyorum. Eskiden şarkı söylerdim, şimdi ise daha az söylüyorum. Piyanoda iyi bir tekniğim yok, piyanist değilim ama piyanoyu beste yaparken kullanıyorum. Armonik fikirlerimi dışa vuracak kadar çalabiliyorum piyanoyu o kadar.
“Ben samimi ve özgün olabilme konusunda epey yol katettim”
Başarısının sırrını merak ediyorum…
“Hımm, başarılı mıyım ki?” diyerek gülüyor… “Bence başarıdan ne anladığınıza bağlı” diyor ve sanatta başarıyı söyle tanımlıyor: “İçinde soyut olanı somutlaştırabilmek, özgün olmak, samimi olmak. Bunlar da ölçülebilen şeyler değil. Özgün olsun ya da olmasın, kaç albüm sattığın, kaç para kazandığın bunlar müzikle alakası olmayan şeyler. Sadece maddi başarıyı hedefleyerek yapılan her müzik bir süre sonra unutulmaya mahkumdur; çünkü o müzik samimi değildir. Samimi olan ise er ya da geç anlaşılır ve değeri bilinir. Samimi ve özgün olduktan sonra maddi başarı da gelebilir, ama bunun da çok önemi yoktur.”
Dinlediğimiz müzikte, bu işte “Şevket Akıncı” imzası var diyebileceğimiz detaylara dair bilgi verebilir misiniz?
Çok zor bir soru. Kendim cevaplayamayacağım bir soru bu. Bence bu detayları ancak dinleyici verebilir.
Etkilendiğinizi düşündüğünüz veya onu takip etmek beni geliştirdi dediğiniz biri var mı?
O kadar çok ki, sayabilir miyim bilmiyorum. Şu anki kahramanlarım yönetmen “Carl Dreyer” ve saksafoncu “Albert Ayler”. Şiirde de “Turgut Uyar”ı okuyorum. Sonuçta tecrübe ettiğim herşey beni geliştiriyor. Önemli olan kimden neyi öğrendiğini tespit edebilmek.
Müziğinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayırması zor belki ama işte bu benim favorim dediğiniz çalışmanız hangisi?
Yaptığım herhangi bir şeyden hiçbir zaman yüzde yüz tatmin olmadığım için bilemiyorum. Beğendiğim bir şeyi yıllar sonra beğenmeyebiliyorum, tam tersi de oluyor. Amerikalılar herşeye bir birinci arıyorlar. Ben bu zihniyetten hep kaçtım, sevdiğim şeyleri aralarında yarıştırmıyorum.
“Keşke bu projede ben de olsaydım…” dediğiniz bir çalışma var mı?
New York’un avant-garde caz ortamını çok seviyorum. John Zorn, Marc Ribot, Fred Frith, Arto Lindsay gibi adamlarla çalmak isterdim.
Caz dalında ilerlemek isteyen gençlere önerileriniz var mı?
Cazı öğrenmenin en kolay yolu, çok sevdiğiniz bir müzisyenin sololarını kulaktan çıkartıp çalmaktır. O süreç içerisinde bir şekilde kendi tarzınızı da keşfediyorsunuz, bundan iyi bir metod yok. Bunun yanında caz için sağlam bir armoni bilgisi lazım.
Öğrenme aşamasındayken yapılanları inceleyip benzerlerini yapmaya çalışmak iyi bir yöntem mi yani?
Daha etkili bir yöntem yok bence.
Müzik yeteneğini geliştirmenin yolları nelerdir?
Herkes birbirine aşağı yukarı benzer. Fakat herkesin içinde kimsede olmayan küçücük bir şey vardır. O küçücük şeyi de somutlaştırabildikten sonra özgün bir sanatçı olmamak elde değil. Bir içgörü gerektiriyor. İrade ve mantık gerektiriyor.
“Caz kendine geleni alan bir şey!”
Cazın geldiği son noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Wynton Marsalis gibi cazın 1950’lerden sonra olduğunu ve en iyi cazın o dönemde üretildiğini düşünenler var. Onlar o dönem müziğini iyi icra etmekten başka birşey yapmıyorlar. Oysa benim için caz çok daha tehlikeli ve zevkli birşey. Caz 1950’lere kadar dört-beş defa evrimleşti, sonra da evrimleşmeye devam etti. Cazın geldiği tek bir nokta yok, bir sürü nokta var. Bir müzik dükkanına girdiğinizde caz bölümü kadar çeşitlilik arz eden başka bir bölüm olmadığını fark edersiniz. Bill Frisell’i de bulursunuz orada, Duke Ellington’u da. Aralarında tek bir ortak nokta yoktur ama hepsi bence caz. Ben bu çeşitliliği seviyorum. Wynton Marsalis gibi tutuculardan hep uzak durdum. Onlar cazın tüm heyecanını kaçırıyorlar.
Caz konusunda Türkiye’deki son gelişmeler neler?
Onbeş sene öncesine gidersek, müzik dükkanlarında hiç Türk caz müzisyenlerinin albümlerine rastlayamazdınız. İlk Türk caz albümünü Önder Foçan çıkarttı, sonra Kerem Görsev ve sonrası çorap söküğü gibi geldi. Şimdi yaklaşık 100 tane albüm var. Kerem Görsev gibi daha popüler bir caz tarzını da bulabilirsiniz, Oğuz Büyükberber gibi çok daha deneysel bir caz tarzını da bulabilirsiniz. Geniş bir yelpaze var. Ama şunu söylemeliyim ki bu başta plak şirketleri sayesinde olmadı, plak şirketlerine rağmen oldu. Türkiye’de çıkan caz albümlerin yüzde 90’ı müzisyenin kendi cebinden verdiği paralarla kaydedildi. Ancak son yıllarda AK Müzik gibi cengaver plak şirketleri çıktı ortaya. Ama onlar da fakir oldukları için çok da büyük bir maddi destek de bulamıyorlar, ama risk alıyorlar. Onun dışında caz albümlerinin, caz bölümlerinin, radyo programlarının çoğalmasıyla caz konusunda farkındalık arttı. Caz müzisyeni sayısında da ciddi bir artış var. Gelgelelim koca İstanbul’da, sözüm ona dünyanın en büyük kozmopolit şehirlerinden biri olan İstanbul’da sadece Nardis var. (Önder ve Zuhal Focan çiftinin açtığı caz klübü) Naima gibi caz klüpleri müşterisizlikten kepenk kapattı. Ya da Jazz Cafe gibi klüpler caz müzisyenlerine para vermeye vermeye caz müzisyenlerini küstürdü.
Türkiye’de müzik endüstrisi
Akıncı, “Müzik endüstrisi müzisyenle dinleyici arasına giren bir sürü insandan ibaret. Türkiye’de müzik endüstrisi, yapımcısından tutun perakendecisine kadar, toptanıcısından tutun müzik dükkanı sahibine kadar müzikten zerre kadar anlamayan insanlarla dolu” diyor ve de 6-7 sene önce yaşadığı bir olayı anlatıyor: “Grubum “Lifeline”ın birinci albümü çıkacaktı. Çıkış tarihi bir sene gecikti; çünkü plak şirketi albümün masterını kaybetmişti! Neyse, güç bela bir master daha çıkarttık. Albüm nihayet piyasaya sürüldüğünde ise raflarda bulamadık” Şahit olduğu başka bir olayı da şöyle aktarıyor: “Bir müzik dükkanındaydım, dağıtımcı elinde cd kolileriyle müzik mağazasının sahibiyle konuşuyordu. Sunduğu cdler arasında 250 adet Tarkan vardı, 300 adet İbrahim Tatlıses ve 1 adet bizim cdden. Ve dükkan sahibi kiloyla cd alır gibi, 250 adet Tarkan’ı, 300 adet İbrahim Tatlıses’i hemen aldı ve bizim albümün yüzüne bile bakmadı, ne olduğunu bile sormadı. Ben de gittim adama sordum, “O cdyi neden almadınız?” diye. Adamın cevabı, “Bir tane vardı, almadım, nasıl olsa satmaz” oldu. Ben de sordum, “O albümü soran oldu mu?” diye (soran olduğundan eminim, bu konuda ileti atanlar bile vardı)“Ne bileyim?” dedi adam…
“Artık herşey internette!”
New York’daki devasa Virgin’in kapanmasına, Tower Records’un küçülmesine değinen Ekinci: “ Herkes mp3 indirdiği için kimse cd almıyor. Cd satışlarında ciddi bir düşüş var. Artık herşey internette. Bu aslında çok kötü birşey değil, çünkü myspace gibi siteler sayesinde bir fırsat eşitliği söz konusu. Ve myspace, facebook gibi siteler sayesinde tanıtım çok kolaylaştı. Bir parça mı yaptınız, istediğiniz müziği mi kaydettiniz, koyun facebook’a ve Last fm’e, gün içerisinde 150 kişiye rahatça ulaşabilirsiniz, sizinle dinleyici arasında cahil bir dükkan sahibi ya da sahtekar bir yapımcı olmadan…” diyor ama yine de her dükkan sahibinin öyle olmadığının altını çiziyor. Lale Plak’ın sahibi Hakan Atalay, AK müzik, Kalan Müzik gibi Don Kişotlar olduğundan bahsediyor, zararına cazı desteklemeye devam eden…
Güzel gelişmeler yok mu?
Türk popu ciddi bir çöküş yaşamakta, Mor ve Ötesi, Nekropsi, Replikas, Redd, Pinhani gibi iyi rock grupları çıktı ortaya ve insanlar bağrına bastı bu grupları. Bu çok sevindiriyor beni, çünkü formüllerle yapılan müzikleri dinlemek istemiyor artık insanlar. Tanıtımı ne kadar görgüsüzce olursa olsun, örneğin bir Hande Yener’i yutmuyor artık millet.
Kısa süre önce çıkan şiir kitabınız hakkında bilgi vermek ister misiniz?
“Hezeyan Sözlüğü”nü 4 sene önce yazmaya başladım. Manik bir dönemdeydim ve hiç uyumuyordum, her gece sadece 1 saat kadar uyuyordum ve bir süre sonra uyumaya uyumaya halüsinasyonlar görmeye başladım. 16 yaşından beri şiir yazıyorum ve okuyorum. İçimdeki zehiri dışarı atabileceğim en iyi yer şiirdi. Hezeyan Sözlüğü’nde o psikoz döneminden ve ardından gelen nekahat döneminden bahsediyorum.
Son olarak; “Şevket Akıncı kimdir?” sorusunun cevabını sizden alabilir miyiz?
Bir insani faaliyetleri tanımlar, buna inanıyorum. Dolayısıyla ne söylediklerime ne de kendimi nasıl tanıttığıma bakmayın. Ne yaptığıma bakın.
Şevket Akıncı hakkında daha detaylı bilgiye sevketakinci.com internet adresinden ulaşabilirsiniz…
Fotoğraflar: Özlem Karacaoğlu Erel
(Turkish Journal)