‘İnternet filtresini seçenlerin ücretini herkes ödeyecek’
22 Kasım 2011’de ironik bir biçimde “güvenli internet” olarak sunulan ama aslında devlet eliyle merkezi filtreden başka bir şey olmayan uygulamanın resmen başladığını duyurmuştuk. 22 Şubat 2011’de Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK), “Güvenli İnternet Hizmetine İlişkin Usul ve Esaslar” adlı ilk kararını yayımladığından beri kamuoyu, internet ile ilgili bu filtre uygulamasını konuşuyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bilgi ekonomisi, ağ ekonomisi, enformasyon tasarımı ve yönetimi, iletişim tasarımı, tasarım yönetimi dersleri veren Dr. Özgür Uçkan, internet filtresinin amacını “çocukların ve gençlerin İnternet üzerindeki zararlı içeriklerden korunmaları” olarak savunan BTK’yı “baskıcı düzenlemeleri hukuken yetkisiz bir biçimde ve genellikle ardında daha da baskıcı bir uygulama gizleyerek getiriyorlar” diyerek eleştirdi.
BTK’nın “derin paket sorgulama” yazılımı için ihaleye girdiğini hatırlatan Uçkan, yazılımın kullanıcıların e-postaları dahil her türlü iletişiminin gerçek zamanlı olarak dinlemeyi ve denetlemeyi mümkün kıldığını söyledi.
İnternet filtresinin yurtdışında internet servis sağlayıcıları tarafından yapıldığı için kullanıcılara seçme özgürlüğü getirdiğini belirten Uçkan, “Türkiye’deki uygulama devlet eliyle yapıldığından seçme özgürlüğünü ortadan kaldırıyor ve her durumda sansüre maruz kalmak anlamına geliyor” dedi.
Uçkan ayrıca, internet filtresini seçen kullanıcıların ücretlerini filtre seçmeyen “standart kullanıcıları”ın da ödeyeceğini söyledi.
Uçkan, internet filtresini ve Türkiye’deki ve dünyadaki uygulamalarını T24’e anlattı. İşte o söyleşi:
Filtre uygulamasını isyan ettirmesinin nedeni nedir?
Birçok nedeni olabilir. Belki, su yeterince ısınmış, kurbağa can havliyle çırpınmıştır! Belki DNS değiştirmekle, tünellere girip çıkmakla, Proxy’den Proxy’ye gezinmekle oyalanan Türk internet kullanıcısı sonunda uyanmış ve etrafındaki çemberin daraldığını, artık VPN de dahil olmak üzere teknik önlemlerin internet özgürlüğünü garantiye alamayacağını keşfetmiş olabilir. Belki de sadece bıkmıştır kullanıcı: Girip çıktığı sosyal ağlarda herkes web 3.0’dan, bulutlardan, dijital ekosistemden, açık inovasyondan, semantikten, özgür yazılımdan, ekrandan kurtulmaktan falan bahsederken, kendisini hâlâ sansürle, fişlenmeyle, gözetlenmeyle, baskıyla, olumsuz düzenlemelerle, “örf ve adetler”le, “kutsal”larla, “toplumsal hassasiyetler”le, “vatan-millet-sakarya” ile, nefret, kin ve düşmanlıkla kuşatılmış bulmaktan usanmıştır.
‘Önce internet kesme cezaları sonra blogger tutuklamaları gelebilir’
Türkiye’de internet sansürünün geçmişi nedir?
2000 yılından, yani bu ülkede internet nüfusu artmaya başladığından beri, sansür başta olmak üzere internetle ilgili baskıcı düzenlemeler konusunda çalışıyorum. 2001’deki interneti RTÜK’e bağlama komedisi ve hâlâ ülkenin hukuk sisteminde kara bir leke olarak duran 2007’deki 5651 skandalı da dahil olmak üzere, bu kadar boğucu bir dönem daha hatırlamıyorum. İktidar eline geçen her şeyle durmaksızın saldırıyor internete: 5651 sansür yasası ve Terörle Mücadele Kanunu ile Ceza Kanunu’ndaki ifade özgürlüğüne kast edenmaddeleri internete uygulamak yetmedi, şimdi de yasak sözcükler, devlet filtresi, merkezi denetim-gözetim-dinleme-engelleme sistemi, interneti basın kanununa tabi kılma çabası geldi. Ardından da sosyal medyayı düzenleme çılgınlığı ve internet erişimini kesme cezaları gelecektir muhtemelen. Sonra da belki Tunus’tan, Mısır’dan, Suriye’den, İran’dan, Çin’den ve diğer otokratik rejimlerden aşina olduğumuz blogger, sosyal medya kullanıcısı vb. tutuklamaları.
İnterneti ülke sınırları içerisine kapatıp etrafına bir duvar örüp her adımımızı izleyene ve gönlündeki tek tip ahlak ve muhafazakâr toplum, tek tip çocuk, aile ve tebaa kurgusunu yaratana kadar da durmaya niyeti yok. Ünlü “ateş seddi”yle Çin’in ve ağ polislerinin, “helal internet”iyle İran’ın ve eli kırbaçlı “devrim muhafızları”nın bile yüzde yüz başaramadığı bu denetim saplantısı ne kadar çılgınca görünürse görünsün, teknik olarak ne kadar imkansız olursa olsun, iktidar durmayacak. Çünkü korkuyor. Elbette bu boğucu atmosfer sadece internetle sınırlı değil. İnternet, ülkede hüküm süren ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere tüm demokratik hak ve özgürlüklerin sansür, şiddet ve nefretle saldırıya uğradığı baskı ortamından payını alıyor sadece. İnternet özgürlüğüne bu kadar kast edilmesinin ayrıcalıklı sebepleri vardır belki…
Sadece ana akım medya ile interneti karşılaştırmak bile bu sebepler konusunda fikir verebilir. İktidarın ana akım medyadan korkmasına gerek yok. Endüstriyel medyamız uzun zamandır kurduğu yoz, akçeli ilişkiler sayesinde bir devlet aklama müessesi olarak dezenformasyon görevini yerine getiriyor zaten. İktidarı “yönetmek” hayaliyle kurduğu bu ilişkiler onu iktidar tarafından yönetilir kılıyor. “Bir kısım medya” gönlündeki iktidara oynadı bir süre, ama iktidardaki parti “devlet partisi” haline geldikten sonra, medyayı topyekun bir salona toplayıp haber mantığı dikte etmek mümkün hale geldi…
‘İktidarı rahatsız edecek ne varsa, hepsi internette’
Ama internet öyle mi? İktidarı rahatsız edecek ne varsa orada: Vatandaş haberi medyanın yönetilebilir internet uzantılarından değil, Twitter’dan, Facebook’tan alıyor; yorumları bloglardan okuyor; utanmadan yayıncı / haberci haline gelip haber veriyor, yorum yapıyor; HES direnişlerinden Deniz Feneri davasına, öğrenci eylemlerinden alternatif sendika inisiyatiflerine, ÖSYY skandalından N.Ç. rezaletine, Van depreminden tutuklu gazetecilere tüm tepkisini internet üzerinde örgütleyip demokrasiyi sokağa taşıyor; bir de üstüne dünyayı sarsan Arap Baharı’nı, ABD’deki Öfkeliler (Los Indignados) hareketini, küresel işgal eylemlerini izleyip halkın gücüne uyanıyor; ülkeyi dışarıya dışarıyı içeriye şeffaflaştırıyor. İnternet sayesinde iktidarın keyfini kaçıracak ve geleneksel medyada santim yer bulamayacak ne varsa ortalığa dökülüyor ve sonunda medya bile bunları görmek zorunda kalıyor. Şimdi, iktidar internet bastırmaya çalışmasın da ne yapsın?
Son bir kaç yıldır, “Özellikle WikiLeaks ve Cablegate’ten, hele de Arap Baharı, Öfkeliler hareketi ve dalga dalga küreye yayılan işgal eylemlerinden (OWS) sonra aslında tüm iktidarlar internetten, daha doğrusu halkın internet kullanımından ölesiye korkuyor” yorumlarına dersiniz?
Elektronik Ufuklar Vakfı’nın (EFF) kurucularından ve ağ toplumunun öncü teorisyenlerinden John Perry Barlow, 1996’da “Siber Mekanın Bağımsızlık Bildirgesi”ni yayınladığından beri, internetin bir çatışma alanı olacağı öngörülüyordu: “Endüstriyel dünyanın hükümetleri, siz etten ve çelikten yapılmış yorgun devler, ben Siber Mekan’dan, Zihnin yeni evinden geliyorum. Gelecek adına, geçmişten gelen sizlerden bizi rahat bırakmanızı istiyorum. Aramıza hoş gelmediniz. Bir araya geldiğimiz bu yerde sizin hiç bir egemenliğiniz yok.” Aynı Barlow, 2010 sonunda, WikiLeaks’e karşı ilk saldırı ve savunma hareketleri başladığında Twitter’dan şu mesajı geçmişti: “İlk ciddi enformasyon savaşı başladı. Savaş alanı Wikileaks, sizler de ordularsınız.” Hemen ardından da Arap Baharı başladı.
Tunus ve Mısır devrimlerinde sosyal medyanın özgürleştirici etkisini yere göğe sığdıramayan İngiltere Başbakanı James Cameron, Londra isyanları patlak verdiğinde “sosyal medyayı kontrol etmemiz gerek” deyivermişti! Sonra halktan cevabını alıp susmak zorunda kaldı. Ardından büyük internet servis sağlayıcılarla ne idüğü belirsiz bir filtre planı üzerinde çalışmaya başladı, yasal herhangi bir düzenleme olmadan. Nitekim kokusu çıktı ve “Talk Talk”, abonelerini bilgileri dışında izlemekten şaibe altında kaldı. ABD’de federal hükümet yıllardır benzeri denetimleri deniyor ve güçlü sivil toplum inisiyatifleri karşısında geri adım atmak zorunda kalıyor. Şimdi de Telif Hakkı lobisini öne sürüp, ardında çok daha derin denetim mekanizmalarını saklayan SOPA’yı (Stop Online Piracy Act) yasalaştırmaya çalışıyor. Ama ortalık birbirine girdi bile. Fransa Başkanı Sarkozy, interneti temel insan hakkı olarak tanıyan Avrupa Birliği’nin yasaklamasına rağmen internet erişimini kesme cezası öngören HADOPİ ve terör bahanesiyle mahremiyeti ayaklar altına alacak bir izleme mekanizması kurgulayan LOPPSI’yi yasalaştırdı. Her iki yasa da işlemiyor ve ömürleri de Sarkozy’nin yakında bitecek siyasi ömrü kadar olacak, çünkü muhalefet partisi yasaları iptal edeceğini açıkladı. Sarkozy büyük umutlarla topladığı G8 internet zirvesinde interneti devletler yönetsin diye yırtındı, ama onu Murdoch’dan başka kimse desteklemedi. Murdoch’un başı da şimdilerde yeterince belada zaten. Evet, yine bir internet sızıntısı yüzünden! Almanya derinden gidiyor, kullanıcıları izlemek için bilgisayarlarına virüs bulaştırıyor. Eh, internetin geniş eleğinden bu da sızdı ve hükümet rezil oldu. İtalya Fransa örneğini izleyerek “DDL intercettazioni” (internet dinleme yasası) adı altında mahremiyet hakkını ihlal eden ve sansüre imkan tanıyan berbat bir internet düzenlemesi çıkarmaya soyundu. Berlusconi iktidara “ciao” dedikten sonra yasanın geleceği belirsiz. Avusturya ve Avustralya benzer girişimlerde bulunuyor. Bunlar “demokratik” ülkeler. Otokratik rejimleri saymıştık. Bizimki gibi “iki arada bir derede” ülkeler ligi var bir de. Eh Türkiye de bu grupta internetin baskıcı düzenlenmesi bakımından birinciliği kimselere kaptırmıyor.
Otokratik rejimler PR yapıp insanları baskıya ikna etmekle uğraşmıyorlar. Demokratik ülkelerdeki hükümetler PR’ın dibine vuruyor ama ikna güçleri sıfır, o yüzden derinden gitmeye çalışıp genellikle de yakalanıyorlar. Bizim ligde ise PR, baskı ve hülle el ele gidiyor.
“YouTube” konusu iktidarın canını sıktı mı?
Doğru ve internetin küresel doğası gereği uluslararası ölçekte uygulanamaz olan ve bağlı bulunduğumuz uluslararası hukuk sistemleri tarafından da mahkûm edilmiş bulunan 5651 sayılı yasa işlemediği için, hülle uygulayıp, yani garip bir telif hinliği uydurup kendi yasalarını delerek YouTube’un engelini kaldırdılar. Bu arada vergi cezasından reklam boykotuna, hatta milliyetçi söylemlerle kampanya düzenlemeye kadar erişimm engelleme kararlarıyla hukuki alakası bulunmayan her türlü baskı yöntemini denediler. Ama tutmadı. Ulaştırma (ve İletişim) Bakanı hâlâ “YouTube”u dize getirdiğini ileri sürüyor. Ama kapatmaya konu olan altı videodan sadece biri kaldırıldı. Benzeri yüzlerce video siteye eklendi. Engellemeye ilişkin mahkeme kararları hâlâ ortada duruyor, ama site açık. 5651 sayılı yasa delindiğiyle mkaldı. Facebook hakkında da yüzlerce suç duyurusu var, yasaya uygun “suç” içeriği de… Ama kimse kılını kıpırdatmıyor. Artık yoğurdu üfleyerek yiyorlar.
BTK’yı nasıl yorumlarsınız?
BTK ve her ne kadar özerk olması gerekse de bağlı bulunduğu Ulaştırma (ve İletişim) Bakanlığı kendine özgü bir mehteran taktiği geliştirmiş durumda: Baskıcı bir düzenlemeyi bu son filtre kararında olduğu gibi genellikle hukuken yetkisiz bir biçimde ve genellikle ardında daha da baskıcı bir uygulama gizleyerek getiriyorlar; ses seda yoksa ne ala; ciddi bir tepki ile karşılaşırlarsa bir adım geri atıp, ilk düzenlemeyi biraz yumuşatıp, içinde “fitre” gibi rahatsız edici sözcükleri “liste” gibi nötr sözcüklerle değiştirip, sözde seçim hakkı verip yeniden düzenleyerek bir adım atıyor; sonra da ardına gizledikleri merkezi izleme-denetim-gözetim sistemi gibi teknik uygulamaları hukuksuz bir biçimde uygulayıp bir adım daha atıyorlar… Bir adım geri, iki adım ileri…
22 Kasım’da yürürlüğe giren filtre kararı, eskisine oranla yumuşatılmış görünüyor, ne dersiniz?
İktidarın internet hakkındaki hayallerinin simgesi “yurtiçi” profili kaldırıldı mesela. “Standart paket” gibi herkesi işkillendiren, “madem filtre seçmiyorum beni niye bu işe dahil ediyorsun” dedirten profilin de adı geçmiyor. Böylece bir önceki karardaki kadar ağır bir biçimde sansürlenen “çocuk” ve “aile” filtrelerini seçmeyen kullanıcılar tamamen özgür kalacaklarmış gibi bir yanılsama doğuyor. Hatta BTK bu yanılsamayı “seçmek özgürlüktür” sloganıyla reklam içeriğine de dönüştürdü.
(Bu arada, BTK’nın hukuken yetkisiz olduğu ve kararın anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle uygulamanın iptali için Danıştay’da dava açan Alternatif Bilişim Derneği’nin “bilgiye erişmek özgürlüktür” sloganına da rekabet üretmiş oldu!)
BTK’nın “güvenli internet” iddiası var yalnız…
Bu reklamının ciddi sorunları var. Seçme özgürlüğünüzün olması için gerçek seçeneklerinizin olması gerek. Şimdi diyelim ki bize söyledikleri doğru: gerçekten de sadece iki filtreli profil var ve bunlardan birini seçmezsek internete erişmekte özgür olacağız.
‘Sosyal medyanın tamamı çocuklara yasaklanacak’
“Çocuk paketi”ni seçersek, bizi bekleyen nedir?
BTK’nın hangi uzmanlıkla, hangi bilgi birikimiyle, hangi yetkiyle hazırladığı belli olmayan bir “beyaz liste” dışındaki her türlü içeriği ve elbette zaten kendisi 11 yaşından küçük çocukları engelleyen sosyal medyanın tamamını da çocuğumuza yasaklayacağız.
Kimse, BTK’nın kendi kendini hukuksuz bir biçimde yetkilendirdiği bu filtre içeriği hazırlama işine ortak eder göründüğü “Güvenli İnternet Kurulu”nu “işte uzmanlık” diye öne sürmesin! Kurulun büyük kısmı bürokratlardan oluşuyor. Göstermelik bir iki “sivil” katılımcı öngörülmüş. Ama bu yapı kurulun meselenin gerektirdiği sosyal, psikolojik, teknik bilimsel uzmanlığı kaldırabileceğinin garantisini vermiyor. Haydi BTK’nın böyle bir kurul kurmaya yetkili olmadığını bir kenara bırakalım; kararda kurulun işlevi danışmanlıkla sınırlandırılmış ve sadece liste kriterlerini oluşturmakla görevlendirilmiş. Yani filtre içeriklerini BTK kendisi hazırlayacak ve kamuoyundan gizli tutacak! İnternet servis sağlayıcılara engellenen veya erişilebilen siteler “hash kodu” tabir ettiğimiz kodlar halinde gönderilecek. Evet, çocuğunuzu hangi niyetlerle nasıl hazırlandığı belli olmayan bir beyaz listeye teslim edeceksiniz…
Bu arada çocuklar için içerik üretme özgürlüğü bu listede yer alabilmek için ihlal edilen, oto sansür uygulamak durumunda bırakılan içerik üreticilerinin durumunu da bir kenara bırakalım. Onlar da ya deveyi gütsünler ya da BTK’ya çocuğunu emanet etmeyen ebeveynlerin diyarına gitsinler…
‘Türkiye’deki 40 milyon internet kullanıcısının yüzde 2,5’u filtre istiyor’
“Aile paketi”ni seçersek?
Bu kez “beyaz liste”den kurtuluyor ve anahtar sözcüklerle, imge ve ses tanımlamalarıyla oluşturulduğu anlaşılan bir filter diyarına adım atıyoruz. İşin “teknik” kısmı biraz karışık. BTK bu iş için personel de görevlendirmiş olabilir, akıllı tanıma sistemleri de kullanıyor olabilir. Şifahi “anahtar sözcük yok” açıklamaları duyduk, ama daha ilk günden bu filtreye takılan iç çamaşırı veya mizah sitelerine bakılırsa, böyle bir tanıma sistemi var demektir. Neyse, ister anahtar sözcük ve imgeler isterse el emeği göz nuru olsun, bu iş BTK’nın kendi kendine kimseye sormadan belirlediği parametreler dahilinde yapılıyor. Bu durumda da ailenizi BTK’nın ahlak ve aile anlayışına teslim edip rahatlayacaksınız. Olabilir, bu da bir seçim. Tabii bu “aile reisi”nin seçimi oluyor, ama olsun! Devlet baba’sına biat eden aile reisine de ailesi biat etsin ve el birliğiyle “vatana millete hayırlı evlatlar” yetiştirsinler. Neden olmasın?
(Bu arada BTK Başkanı Sayın Tayfun Acarer’in filtre işini meşrulaştırmak için kullandığı “yılda 200 bin şikâyet var” söylemini hesaba vurduğumuzda, yine kendi söylemiyle yaklaşık 40 milyonu bulan internet nüfusumuzun içinde filtre isteyen bu şikayetçi kesim %2,5’u oluşturuyor. Tabii her muteber vatandaşın sadece yılda bir kez şikayette – yani BTK’nın “ihbarnet”i üzerinden ihbarda- bulunduğunu varsayarsak. Yani bu kadar küçük bir azınlığa hizmet için her şeyin yapılabileceği kadar “ileri” bir demokrasimiz var demektir. Ama öte yandan bu azınlıkta kalan talep, BTK’nın ücretsiz arz ettiği internet filtresi için neden bu kadar reklam yaptığını da bir nebze açıklıyor!)
Ya, “internetime dokunma” diyen, yani filtreli internet hizmeti “seçmeyen” kullanıcılar?
“Standart paket” kalkmıştı, ama bunlar da bir nevi “standart kullanıcı” oluyor haliyle. Şimdi vakti zamanında internet filtresi ücretsiz olarak sunulmadığı ve kullanıcı nüfusunun yüzde 2,5’u çok şikayetçi olduğu için, hizmet aşkıyla yanıp tutuşan otorite (BTK ve uzantısı TİB) tarafından mahkeme kararı olmadan hukuksuz bir biçimde keyfi “ihtiyati tedbir” kararlarıyla erişime engellenmiş bulunan on binlerce sitenin bu standart kullanıcıya açılacağını varsayarsınız değil mi? Hayır! Bu arada kimse, “ama o siteler mahkemeler tarafından engellendiydi”, “o siteler de çocuk pornografisi, hadi bilemedin ağır pornografi olmalı” falan demesin. Onlardan bahsetmiyorum. Çocuk pornografisi öyle internette dolaşırken karşınıza zart diye çıkabilecek bir içerik değildir, uluslararası ölçekte takip edilir, yer altından akar ve TİB’in erişim engellemeleri içerisinde minik bir yüzdeyi oluşturur. “Müstehcen” olduğu gerekçesiyle engellenen siteler de “müstehcenlik” tanımının keyfe keder yorumuna kurban gider. Normalde ancak mahkemelerin kullanabileceği, ama 5651 sayılı yasanın TİB’e anayasayı ihlal ederek verdiği, yurt dışında barındırılan sitelere “ihtiyati tedbir” amacıyla erişim engelleme uygulama yetkisi dahilinde engellenen on binlerce siteden söz ediyorum. Bu tedbir kararlarının kalıcı bir biçimde uygulanmasından ötürü yine hukuk dışı birer cezaya dönüştüğünü eklemeye gerek var mı? Bunlar sanıldığı gibi sadece “müstehcen” siteler de değil. Yasal bir şekilde yayın yapan, içindeki içeriğe ancak hukuki uyarı mekanizmalarıyla erişilebilen erotik sitelerden hiç bir müstehcen içerik barındırmayan LBGT sosyal platformlarına, alternatif medya sitelerinden muhalif yayınlara çok geniş bir perspektiften söz ediyorum. Şimdi dört başı mamur bir merkezi filtre sistemi olduğuna ve seçmek de özgürlük olduğuna göre “standart kullanıcı”ya neden hala çocuk muamelesi yapılıyor? Kaldırsanıza o “tedbir” kararlarınızı? Dünya alem özgürlük görsün!
‘Güvenli internet hizmeti’ denilerek kamuoyu yanıltılıyor’
Bu paketlerden birini seçmeyen kullanıcılar bir istisna haline gelebilir mi?
Gelebilir. Bu da adı konulmamış üçüncü bir paket, yani “standart paket” var demektir. Bu arada BTK uygulamayı “güvenli internet hizmeti” diye sunarak “yanıltıcı reklam” da yapmış oluyor. Durumdan hiç haberi olmayan sıradan bir kullanıcı, “güvenli internet hizmeti ister misiniz” sorusu karşısında ne düşünür? “Güvenli internet” deyince, insan doğal olarak kötü amaçlı yazılım, spam, pishing ve dolandırıcılıktan korunan bir internet anlıyor, oysa bu düpedüz “sansürlü internet”. BTK dezenformasyon kampanyasıyla kamuoyunu yanıltarak seçme özgürlüğüne müdahale ediyor.
‘BTK ‘derin paket sorgulama’ ihalesine girdi, olursa hukuk dışı denetleme yapılabilecek’
İşin “teknik” kısmından söz açarsak, neler dersiniz?
Devlet eliyle merkezi olarak filtre uyguluyorsanız, tüm internet servis sağlayıcılarına genel bir sistem dayatmak zorundasınız: Yani ilgili paketleri ve standart kullanıcıyı birbirlerinden ayırarak internet erişimini denetleyecek bir sistem. İster filtreli internet kullansın ister kullanmasın ülkedeki tüm internet kullanıcıları aynı arayüz ve aynı sistemden geçerek internete erişecek. Bunun neresi “seçme özgürlüğü”? Bana soruyor musunuz merkezi filtre altında çalışan bu sisteme dahil olmak isteyip istemediğimi? Bu sistem, tüm internet kullanımımızı takip edip denetleyebilecek bir sistem olmak zorunda. Başka türlü tüm internet servis sağlayıcıları yoluyla merkezi filtre uygulayamazsınız. Böyle bir sistemle her türlü keyfi engelleme, sansür, dinleme, izleme vb. yapılabilir. Bu durum da mahremiyet hakkı ve iletişim özgürlüğü başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerimize yönelik açık bir tehdit oluşturur. Tunus, Mısır, Libya, İran, Çin gibi ülkelerde kurulu bulunan bu tip sistemlerin nelere kadir olduğunu gördük. Benzeri bir sistem kurulumu için BTK’nın iki yıldır uğraştığını da biliyoruz. Derin paket sorgulama (Deep Packet Inspection – DPI) yazılımları almak için ihaleye girdiğini de. Bu yazılımlarla kullanıcıların e-postaları dahil her türlü iletişimini hukuk dışı bir biçimde gerçek zamanlı olarak dinlemek ve denetlemek mümkün. Terör vb. gerekçelerle bu tip bir sistemin kurulmakta olduğu da medyada yer alan haberlerden duyuyoruz. Ülkemizin hukuksuz dinleme, gözetleme ve izleme konusundaki kabarık sicilini de bu bilgilere katarsanız, neden kaygı duymamız gerektiğini anlarsınız. Nitekim BTK’ya bilgi edinme hakkı çerçevesinde yaptığımız bilgi başvurularının hiç birine tatmin edici bir cevap alamadık. Açıkçası ben bu filtre kararını, ideolojik sansürün yanı sıra, böyle bir denetim–gözetim sistemini hukuk dışı bir şekilde kurmak ve meşrulaştırmak için atılmış bir adım olarak da değerlendiriyorum. İşte “mehteran taktiği”nin ikinci adımı da bu…
‘Filtre seçenlerin ücreti seçmeyenlerden de çıkacak’
O halde, filtre kararı, bu hizmeti seçsin ya da seçmesin tüm internet kullanıcılarını ilgilendiriyor. Hali hazırda herkes için devam eden erişim engellemeleri bundan sonra nasıl yapılacak?
Eğer bu da benzer bir liste ile yapılacaksa ortada adı konmamış başka bir profil daha var demektir zaten. Fakat bu konuda yönetmelikte yeterli bilgi bulunmuyor ve kamuoyu kasıtlı olarak karanlıkta bırakılıyor. Bu uygulamayı sansür haline getiren, filtrenin devlet eliyle, kamuoyuna kapalı bir şekilde oluşturulması ve yine devlet eliyle merkezi bir şekilde dayatılmasıdır. Bir çok ülkede filtre uygulanıyor. Ama bunlar akıllı tanıma sistemleriyle donatılmış yazılımlar ve filtre içerikleri devletin herhangi bir kurumu tarafından oluşturulmuyor. İnternet servis sağlayıcıları tarafından satın alınarak tamamen seçimlik bir şekilde sunuluyor ve içerikleri konuya duyarlı sivil toplum inisiyatifleri tarafından denetlenebiliyor. Devletin oluşturduğu ve dayattığı merkezi filtre ise seçme özgürlüğünü ortadan kaldırarak her durumda sansüre maruz kalmak anlamına geliyor.
Halbuki, devlet “evrensel erişim fonu” adı altında hepimizin vergilerinden keserek topladığı ve nereye harcandığını bilmediğimiz paraların bir kısmını internet servis sağlayıcılara aktarsa, onlar da bu tip profesyonel yazılımları demokratik ülkelerde olduğu gibi kullanıcılarına gerçekten seçimlik olarak ücretsiz sunabilirler. Bu filtre uygulamasının “tamamen ücretsiz” olacağı da bir aldatmacadan ibaret. Birer ticari işletme olan servis sağlayıcılar BTK’nın zoruyla bu filtreyi uygulamak için kurmak zorunda kaldıkları sistemin ve bu sistem üzerinde mahremiyet hakkımızı ihlal ederek yapacakları loglama gibi işlemlerin maliyetlerini kime yansıtacaklar sanıyorsunuz? Tabii ki hepimize. Filtre seçen kullanıcıların ücretlerini de biz filtre seçmeyen “standart kullanıcılar” ödeyeceğiz.
“Değerler”i, çocuğu ve aileyi korumak için bu ödeme maruz görülebilir belki…
Bu “koruma” güdüsünün samimiyetine inanmam için, ülkemde çocuk tecavüzcülerinin korunmadığını, çocuk gelin sayısının insanı isyan ettirecek boyutta olmadığını, devlet koruması altındaki yurtlarda çocukların tecavüze uğramadığını, 500 binden fazla çocuk işçinin emeğinin insafsızca sömürülmediğini, on küsür yıl önce imzaladığımız “Çocuk Hakları Sözleşmesi”nin yükümlü olduğumuz gibi iç hukukumuza uyarlandığını, aileyi koruyoruz diye kocaları tarafından kadınların öldürülmelerine göz yumulmadığını görmem gerekiyor. O zaman, herhalde iktidara dönüp “kendi kafandaki tek tip aile, çocuk, vatandaş prototipini toplumun geneline ideolojik bir biçimde dayatma hakkın yok, toplumun çok kimlikli yapısına demokratik bir biçimde saygı duymak zorundasın” demek zorunda da kalmam. Çünkü çocukları kendinden daha çok umursayan bir iktidar zaten bu tip anti-demokratik uygulamalarda bulunmaz…
Ekşi Sözlük?
Garip bir tesadüfle 22 Kasım’dan sadece bir gün önce, Ekşi Sözlük’te dini eleştiren bir girdiden dolayı sosyal medyada sözlüğün kapatılması için iktidar yanlısı olmasıyla tanınan bir gazeteci tarafından başlatılan ve nefret söylemine varan kampanya, aslında bu “aile ve çocuğu koruma” kabuğunun altında nelerin kaynadığını da bize gösterdi. Türkiye anayasasıyla laik bir ülke olarak tanımlanmış durumda. Aynı şekilde, sert eleştiriyle hakaret arasındaki farklar da hukukunda tanımlanmış bulunmakta. Dinsel inançlar istismar edilerek başlatılan bu ifade özgürlüğü karşıtı kampanya, bizi sansür, baskı ve şiddetin ulaşabileceği boyutlar konusunda uyarmalı. Bu tahammülsüzlüğün sınırı yok. İfade özgürlüğü yasalarla korunmak ve sahip çıkılmak zorunda.
Son soru: Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi’nin onayladığı raporlar Türkiye’yi nasıl etkiler?
Birleşmiş Milletler, 4 Haziran 2011’de gerçekleştirilen genel oturumunda, İnsan Hakları Konseyi’nin “Düşünce ve İfade Özgürlüğünün İlerletilmesi ve Korunması” raporunu onayladı: Yani, internet erişimini temel bir insan hakkı olarak tanıdı. Böylece internet erişimi İnsan Hakları Beyannamesi kapsamına alındı. Ülkemizi de bağlayan bu karar, başta Fransız ADOPI yasası (ve ondan çevirerek uyarladığımız yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Tasarısı) gibi vatandaşları internet erişimini kesmekle tehdit eden düzenlemeler olmak üzere, her türlü internet sansürünü insan hakkı ihlali haline getiriyor. Bu arada, raporun c/39 bendi, 5651 nolu internet sansür yasamızı da düşünce ve ifade özgürlüğünü ihlal eden bir düzenleme olarak mahkum etti.
Avrupa Konseyi’nin Strasbourg’da 18 – 19 Nisan 2001’de gerçekleştirdiği konferansında onayladığı “İnternet’in Evrenselliğini, Bütünlüğünü ve Açıklığını Korumak ve Geliştirmek” başlıklı kararı ise, internet erişimini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ekledi. Devletimiz bu sözleşmede de taraftır ve tüm hükümlerini iç hukukuna uygulamakla yükümlüdür. Karar, internet erişiminin her türlü devlet müdahalesinden uzak bir biçimde güvence altına alınmasını bildiriyor; ve sansürcü müdahalelere devlet eliyle internet filtrelemesini de ekleyerek, BTK’nın filtre uygulamasını bir insan hakkı ihlali olarak tescil ediyor.
Bu iki karar öncesinde İzlanda ve Finlandiya, internet erişimini temel haklardan biri olarak anayasalarına eklemişlerdi. Şimdi, başta AB ülkeleri olmak üzere, bir çok ülkede buna yönelik bir halk talebi var. Dolayısıyla bir çok ülkede bu temel hakkı ihlal eden sansürcü, baskıcı, olumsuz düzenlemeler anayasa mahkemeleri tarafından birer birer iptal edilecek. Türkiye’ye de başta 5651 sayılı kanun ve BTK’nın filtre kararı gibi sansürcü düzenlemeleri iptal edip bu hakkı koruyan düzenlemeler yapması önerilecek. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önüne bu konular da gelecek.
İnternet erişiminin temel hak olarak tanınması, onun, yeni, sivil ve demokratik bir anayasayla güvence altına alınmasını gerektirir. İnternetin gayri-merkezi, tarafsız, sınır-aşan ve etkileşimli doğası, onu düşünce, ifade, bilgi ve haber alma özgürlüğünün asli parçası kılar. İnternet erişimi en az seyahat veya örgütlenme özgürlüğü kadar temel bir insan hakkı olarak tanınmak zorunda. İnternet erişim özgürlüğü ile ilgili talepler artık bu ülkedeki hak ve özgürlükler platformlarının, demokratik anayasa inisiyatiflerinin ve sivil toplum alanının ayrılmaz bir parçası haline geliyor.
Yeni bir anayasa, eğer gerçekten sivil ve demokratik olacaksa, asli ekseni düşünce, ifade, bilgi edinme, haber alma, örgütlenme hak ve özgürlükleri üzerinde kurulmalıdır; internete sınırsız, sansürsüz, kısıtsız bir biçimde erişme hak ve özgürlüğü de bu eksenin bir parçasıdır.
Tabiieğer anayasa yerine “örf ve adetler” ile yetinmeye niyetimiz yoksa…
(T24)