“Yasaklanmış sesler birlik olmalı!”
Ayşegül Devecioğlu ile 12 Eylül’e dair konuştuk…
“Kadınlar saçlarını çözüyor” 12 Eylül’e Mektuplar Sergisi, darbecilerin yargılanması, işkenceci ve tecavüzcülerden hesap sorulması için saçların kesilip Meclis’e yollanması, aslında 12 Eylül sonrasını kapsayan otuz yıllık bir sürecin ürünü. Bu sergiyi hazırlayan isimlerden biri olan Ayşegül Devecioğlu ile 12 Eylül’e dair konuştuk…
Devecioğlu, 12 Eylül’ün üstüne düşünmüş kadınlar olarak, bu sergiye gelen mektupları değerlendirirken bir tanesini bile yüksek sesle okuyamadıklarını söylüyor: “Herkes ağlamaya başladı. O zaman bir kez daha anladım ki, 12 Eylül bütün gücüyle hüküm sürüyor…”
İlk olarak, “12 Eylül’le hesaplaşmanın yolu var mı?” diye soruyorum…
“Evet, bu yol, 12 Eylül’ü bir askeri darbe olarak anımsamanın ötesinde, “Daha insanca yaşayabilmenin yolları nedir” diye sorup, dünyaya ve hayata yeniden bakabilmekten, haksızlıklara, adaletsizliklere, eşitsizliğe, yoksulluğa baş kaldırabilmekten, hızla örgütlenmek, sendikalaşmaktan geçiyor. Toplum olarak bunu bir ölçüde yapabildiğimizde 12 Eylül’ün sesleri yutan sessizliğinden çıkmış olacağız” diyor.
“Sessizliğin bozulması yeniden politikleşmeyle ilgili”
Kadınlar sessizliğini bozuyor mu artık?
Kadınların sessizliği yalnız 12 Eylül konusunda değil, kadınlar yaşadıkları günlük sıradan baskı ve zalimlikler konusunda da feminizmin katkısıyla konuşmaya başladılar. Ancak 12 Eylül’ün ceza evlerinde, işkencehanelerinde yaşanılan taciz ve tecavüzler, kadınlara yönelik yoğun, sistemli ve bizzat devlet politikası olan cinsel şiddet daha pek çok kadının yüreğinde karanlık bir su gibi, onları zehirleyerek duruyor. Kadınlar seksen sonrasında daha çok kadın hareketleri içinde politikleştiler. 12 Eylül’ün en azından kadınlara yönelik cinsel saldırılar bağlamında bir ölçüde konuşulabiliyor olmasında bu politikleşmenin de etkisi var.
Sergi medyada oldukça iyi bir biçimde yer aldı. Bu bile olumlu bir gelişme, değil mi?
Daha çok sol ya da bir ölçüde muhalif diyebileceğimiz basın yer verdi. Ancak medyada yer almanın etkisini büyütmemek gerek. 12 Eylül, konusunda sesimizi duyurmak için daha birebir, yüzyüze temaslara, medyanın dışında, medyanın taşıdığı zihinsel kirliliğin dolayımından uzak, daha farklı politik biçimlerle insanlara ulaşmanın yollarını bulmak gerek. Mektupları okuyan, onlara dokunan insanların-kadınların-erkeklerin ne kadar etkilendiğinden söz etmiştim. Ses duyurmanın tek biçiminin medyada görünürlük olduğu varsayımı ve kolaycılığından kurtulmamız lazım.
“Büyük unutma!”
İçinde yaşadığımız toplum unutkan bir toplum, hafızaları tazelemek adına bu gibi etkinliklerin sürekliliği sağlanacak mı? Mektuplar kitap olarak yayımlanacak mı?
Aslında unutkanlık sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Bu bellek, hafıza zaman, şimdi geçmiş gibi konularda tüm dünyada yaşanan bir zihinsel kriz diyelim. Üstelik, öyle bir topyekün zalimlikle karşılaştı ki bu toplum, bunu unutkanlıktan farklı bir şey olarak tanımlamak gerekiyor. Ben bunu büyük unutma olarak ifade ediyorum. Travmatik bir unutma bu. Mektupların kitap olarak yayınlanması düşünülüyor. En önemlisi de bütün bu çalışmaların, kadın hareketinin de aktif katılımıyla darbecilerden ve işkencecilerden hesap sorulmasını hedefleyen kitlesel kadın eylemlerine dönüşmesi. Çalışma ile bir 12 Eylül müzesi oluşturmayı da amaçlıyoruz.
12 Eylül ile hesaplaşmak isteyen azımsanmayacak yaralı bir kesim olmasına karşı 12 Eylül’ün hâlâ hüküm sürmesini neye bağlıyorsunuz?
12 Eylül’le ilgili hesaplaşma yalnızca klişeleşmiş bellek ve anımsama bilgilerine dayanan bir hatırlama hali değil, 12 Eylül’le hesaplaşmak bugün mücadele içinde olmak, suskunluktan çıkmak yeniden politikleşmek demek. Biz anımsama ve bellek konusunda klişeleşmiş varsayımlardan hareket ediyoruz. Yani orada sandıkta, kuytu bir köşede el değmeden anımsanmayı bekleyen bir tarih var, biz bunu unutmuşuz, şimdi bazı şeyler olacak ve yeniden o unuttuğumuz tarihi anımsamaya başlayacağız. 12 Eylül öncesi tarih bile olmadı., Çünkü tarih nefes alıp veren yaşayan,yeniden biçim verilen bir şey. 12 Eylül öncesi, bizzat darbenin en acı sonuçlarını yaşayanlar tarafından sol tarafından mitleştirilerek tarih dışına çıkarılmış bir zaman parçası. Bu zaman parçası yeniden soluk alıp verir hale geldiğinde tarih olabilecek. Tarih olmasının yolu da, bugün dünyaya tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi daha iyi ve insanca yaşamanın mümkün olduğu inancıyla bakabilmek…
“12 Eylül’ün zulmünden en çok payı devrimciler aldı”
Peki, 12 Eylül zulmünü bizzat yaşayan kişilerin bazılarının susması normal mi?
12 Eylül zulmunü bütün bir toplum yaşadı. 12 Eylül yalnızca devrimcilere ve sol kesime değil, belki bu konudaki kafamızdaki klişelere uygun olmayan ya da genç kuşakların şimdi pek hayal edemeyeceği bir tarzda politikleşen ama kesinlikle politikleşen bütün bir topluma yönelikti. Türkiye halkları seksen öncesinde daha iyi ve insanca bir dünyada yaşamak mümkün olabilir mi sorusunun etrafında epey kafa yordu. Bunun mümkün olabileceğine inananların, bunun mücadele etmeye, hatta canını vermeye değer bir şey olarak görenlerin sayısı çok fazlaydı. Dolayısıyla 12 Eylül bu umudun kendisine, bu inanca, bu daha farklı bir hayatın mümkün olduğunu düşünme haline topyekün bir saldırıydı. Bir sindirme harekatıydı ve başarılı oldu. Toplumun bütün insani ifade biçimlerinde, politik ifadesinde, sanatsal ifadesinde büyük bir ketlenme yarattı. 12 Eylül’ün zulmünden en çok payı devrimciler aldı. Sayıları yüzbinleri bulan devrimci genç kadın ve erkekler, işçiler köylüler her sınıftan insan, devrimciler dediğim yalnızca öğrenci gençler de değil.
Ancak devrimci hareketlerin militanı olmuş, örgütlerde sorumluluk almış kişiler dahil olmak üzere bu devrimci solun ana gövdesiyle şimdi muhalif sıfatını bile hakketmediğini söylemek mümkün. Yoksullardan kopuşun, konformizmin, kendilerini yarı yolda bıraktığına inandıkları halka yönelik alınganlıktan kine evrilen duyguların, hayata politik bakma yetisini kaybetmiş olmanın, şu anki varoluşunu meşrulaştırma gayretinin doğurup beslediği bu hayatta bulunma hali 12 Eylül’le yüzleşmeye olanak sağlamıyor.
Edebiyatçılar da bu ‘büyük unutma’nın, travmatik unutmanın içinde. Bu unutma nasıl tanımlanabilir?
Egemenler 12 Eylül öncesine ilişkin bir tablo çizdi. Büyük medyanın ve her türlü zihinsel işgal mekanizmasının yardımıyla, birebir işbirliğiyle. Seksen öncesi sağcılarla solcuların çatıştığı, hergün birilerinin öldüğü kaotik bir dönem olarak resmedildi. Bizler, devrimciler gün be gün yaklaşmakta olan ve bu tablonun böyle çizilebilmesine olanak sağlayan koşulları kendi lehimize çevirmeyi başaramadık. Sonunda seksen öncesinin hakikati, bu kaotik imgenin ardında saklı kaldı. 12 Eylül öncesine damgasını vuran gerçeklik, bu arayışın toplumsal ölçekte işgal ettiği yer yani bir halk hareketi olmasıydı. Böylesi hareketler içinde pek çok karşıt unsuru, iyi kadar kötüyü, güzel kadar çirkini de barındırır. Ancak yazar sıfatını taşıyan kişi böyle bir gerçekliği bütün vecheleriyle kavramak ve anlatmaktan sorumludur. Yalnızca bir vechesini anlatsa bile, anlatısı bütün vechelere ait kavrayışın içinden doğar ve edebiyat sıfatını da böyle hakkeder. Edebiyatçılar yalnızca 12 Eylül karşısında yaşanmamış gibi davranmakla kalmadı, iyi, has edebiyatın politikadan bağımsız ondan apayrı ondan özellikle kaçan bir şey olması gerektiğine dair, egemenlerin vaaz ettiği bir klişeyi yeniden ürettiler aynı zamanda. Böylelikle 12 Eylül’e ilişkin sanatsal üretimin önüne bir çeşit engel de koydular. Bu da bana en çok edebiyat alanına dair bir gerçeklikle ilgili ipucu veriyor. 12 Eylül öncesine ve sonrasına dair bir ipucu. Ben bütün bu görmeyiş, algılamayış, egemen ideolojiye böyle kolayca teslim oluşla kötü edebiyat arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum.
12 Eylül döneminde siz de eşinizi kaybettiniz… O dönemde şüphesiz çok zor günler geçirdiniz. Kısaca hissettiklerinizi aktarmak ister misiniz?
Yalnız eşimi kaybetmedim, çok sevdiğim, birlikte mücadele ettiğim hepsine kalpten bağlı olduğum birçok arkadaşımı da kaybettim ve bu kayıplar arasında bir fark gözetemiyorum. Bu kayıpların acısını hâlâ taşıyorum. Ama ben daha çok 12 Eylül’ün ölümlerle idamlarla işkencelerle tanımlanamayacak dehşetine bunun temsil ettiği insani ve toplumsal gerçekliğe dikkat ediyorum. Bu kaybın ölümden büyük olduğunu biliyorum. Arkadaşlarımızın kaybını bile gerçek dışı bir hale koyan, acı çekmeyi ve yası imkansız kılan bu durumdan çıkmak için mücadele ediyorum.
Behçet Dinlerer, hayata neyi katmak, hangi ideali hayata taşımak istiyordu?
Behçet Dinlerer, sosyalistti. Emekçi bir ailede yetişmişti ve kendisi de çocukluktan itibaren ilkokuldan itibaren çalıştı. Bu bizim seksen öncesinde çok değer verdiğimiz bir özellikti. Çünkü biz emek vermenin kıymetine inandık. Behçet, Olağanüstü dürüst ve bizim o zaman sevdiğimiz bir deyimle kararlı, çok da şefkatli bir insandı. Hepimiz gibi, o dönemde devrimci mücadelede yer alan birçok arkadaşımız gibi, insanların eşit ve özgür olduğu, halkların kardeşçe yaşadığı bir hayatın mümkün olabileceğine inanmıştı. Onu aydınlık yüzlü bir insan olarak, bir sevgiliden daha fazla güven verici bir dost olarak anımsıyorum. Oğlunu ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Gecelerce eve gelemediği, uykusuzluktan perişan olduğu zamanlarda bile tesadüfen evdeyse, Alifuat’ın bezini değiştirmek ağlıyorsa bakmak için hemen uykudan uyanıp kalkardı. Ben devrimci mücadele içinde yer almanın dönemin maneviyat dünyasını temsil eden dayanışma, kardeşlik duygusu, fedekarlık, birlikte hayatı değiştirme umudu gibi şeylerin insanların iyi yanlarını açığa çıkardığına, devrimci mücadelenin insanları güzelleştirdiğine inanıyorum. Diyebilirim ki, Behçet gibi pek çok arkadaşımız vardı. Bu, 12 Eylül öncesi dönemin övünülesi bir özelliğiydi.
“Ülkede sağ-sol çatısması değil faşizme karşı mücadele vardı”
Nurdan Gürbilek, ‘Vitrinde Yaşamak’ adlı kitabında Türk toplumunun 12 Eylül sonrasında yaşadığı ferahlama sonrası dehşete işaret etmişti. Siz bu ferahlama halini nasıl yorumluyorsunuz?
Az önce seksen öncesinin hapsedildiği kaotik imgeden sözetmiştim. 1 Mayıs katliamı, Kahramanmaraş ve Çorum, Balgat, Hatay katliamları, okulların ve mahallelerin faşistlerce işgali, grevdeki işçilere sendikacılara yönelik faşist saldırılar, hep bir sağ-sol çatışması, nedenini kimsenin bilmediği kan dökülmesi olarak algılanması. İşkence tezgahları ve idam sehpaları bu algı üzerine inşa edildi. Oysa ülkede sağ-sol çatısması değil faşizme karşı mücadele vardı.
Yine de bütün bunlar ferahlamayı açıklamaya yetmiyor. Solun efsanevi denebilecek kadar örgütlü ve etkin olduğu bu dönemde, egemenlerin yaratmak istediği ve başarılı olduğu bu algıyla niye mücadele edemedik sorusunun yanıtını vermemiz gerek. Ben solun özellikle 78 sonrasında muhalif karakterini kaybettiğini, sosyalizm idealini elle tutulur hale getirme yolundaki gayretin yetersiz kaldığını daha doğrusu yeterince önemsenmediğini düşünüyorum. Erken bir zafer beklentisi, kendini düzenin siyasi güçleriyle özdeşleştirecek siyasi refleksler edinme, siyasi staratejisini güç kazanma savaşına indirgemek, bu güç savaşının somutlaşması olan sol içi çatışmalar, alternatif hayat biçimlerinin yaratılması konusunda düşünsel çabalardan ve emek vermekten uzaklaşmak, bu hayati konuları er geç gelmesi beklenen devrim sonrasına ertelemek. Yenilgi toplumun, hayatın daha insanca bir yere evrilebileceği konusundaki ümidini yitirmesiydi. Bu yenilgi seksenden çok once başladı. Egemenler hem kör şiddeti ve katliamlar, bombalamalarla bu kaotik ortamı yarattılar ve darbe için de insanların bu kan dursun da nasıl durursa dursun dedikleri bir noktayı beklediler.
Darbeden sonra insanlar, ölümlerin biteceğini, kendilerinin de içinden çıkamadığı, hatta sol hareketler içinde olan insanların bile bir çeşit kör akışa sürüklendiği bir durumun kendi iradeleri dışında bir güç tarafından çözüldüğünü hissettiler.Belki bu bir ferahlama yarattı. Ancak bunun ne kadar büyük bir yanılsama olduğunu anlamak için herhalde günler değil saatler bile yetmiştir.
Son olarak, “Piyasanın belirleyici olduğu yepyeni bir kültürel atmosferde sesinizi yeterince duyurabildiğinizi düşünüyor musunuz?” diye sormak istiyorum…
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de piyasanın kriterleri denilen şeyin dışında kalan çok iyi yazarlar olduğunu düşünüyorum. Sesimi duyurmak ya da buna kafa yormaktan çok, bu insani-politik-kültürel atmosferin kendisi üzerine kafa yoruyorum. Daha doğrusu benim duyurmak istediğim ses, bütün bunları hep birlikte tartışma çağrısı olabilir ancak. Anılan duruma karşı yeterince mücadele edemiyoruz. Bu durumun hepimizin yaşadığı toplumsal çöküntüyle, insani değer kaybıyla olan bağlarını yazarlar olarak deşifre edebildilmiş değiliz. Benim tuttuğum yol, piyasanın belirleyici olduğu bu kültürel atmosferin yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada yarattığı sonuçları, kişiselleştirmeden, piyasanın içindekiler ya da dışındakiler diye yapay ayrımlar yapmadan hepimizi içine alan bir durum olarak kavrayıp, politik olarak izah etmeye çalışmak.
(Turkish Journal)