“Türk-Ermeni Sinerji Girişimi”
“The Light Millennium / Işık Binyılı” Kurucu Başkanı Bircan Ünver ve Erivan’da yaşayan, “Civil Society Institute”nun Türkiye bölümünden sorumlu Diana Khachaturyan’ın ortak değerler ve binyıla yakın tarihi yeniden kucaklama girişimi emin adımlar ile yol alıyor.
Bircan Ünver ile internet üzerinden bir Manifesto ile 2007’de başlattığı, Diana Khachaturyan’ın da bu açık davete katılımı ile gelişen “Türk-Ermeni Sinerji Girişimi” hakkında konuştuk.
İlk olarak kendisi hakkında bilgi almak istedim…
Biri 12 diğeri 28 yaşında iki erkek çocuk annesi, dünya tatlısı henüz 1 yaşını aşkın Rüya adlı bir kız torunu sahibi; evli ve bir çocuk sahibi iken kapatılan İstanbul Bankası’ndan (Aralık 1983) Mimar Sinan Üniversitesi – Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’nde öğrenciliğe geçmiş: “Henüz tam gün öğrenciliğimin ilk semestrisini tamamlar-tamamlamaz, o dönemin Gelişim Yayınları’nda düzeltmen olarak çalışmaya başladım (Haziran 1984). Öğrenciliğimin ikinci yılında ise öğrenciliğime paralel serbest sanat gazeteciliği yapmaya başladım. Bunun çıkış noktası ise Geleneksel Türk Sanatları ana-bolümüm olmasına rağmen, öğrenciliğimin ilk döneminden mezun oluncaya değin, üniversitenin Sanat Tarihi Bölümü’nden Sanat Eleştirileri (Hilmi Yavuz), Plastik Sanatları Değerlendirme Yöntemleri (Prof. Semra Germaner) ve Çağdaş Felsefe (Prof. Cevat Çapan)’in verdiği dersleri, ABD’de ‘minör’ derece olarak nitelendirilen bir yaklaşımla, öğrenim sürecime paralel olarak aldım. Gelişim Yayınları’nda düzeltmenliği yine 1984 yılından başlamak üzere, Nokta Dergisi’nde, “Ne, Nerede” sanat haberleri izledi. Takiben 1987 yılında sekiz sayfaya kadar çıkan yazı ve ropörtajlarla, o dönem Attilla İlhan’ın danışmanlığı ve Ülkü Karaosmanoğlu’nun Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nde, “Sanat Olayı” dergisinde “Sergiler Arasında” köşem dahil aylık yazılar yazdım ve ropörtajlar yaptım” diyor.
Bunu takiben, başta Hürriyet-Gösteri, Cumhuriyet Gazetesi, Sanat Çevresi, Söz, Conk gibi bir çok yayın organında yazı ve ropörtajları yayınlanmış. Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezun olduktan birbuçuk yıl sonra da ilk kez ABD’de Los Angeles’a Eylül 1989’da ayak basmış.
Los Angeles?
Orada bir yıl yaşadım. İstanbul’dan sonra, Los Angeles bana çok yavaş ve günlük ulaşım şehirlerarası seyahat duygusu verdiği için, Eylül 1990’da New York’a taşındım.
Belgeseller ve sanatçı portreleri üretebilmek düşüyle televizyon yapımı öğrenmek, amacıyla geldiği ABD’de, bu olanağı New York’da yakalar. Queens Public TV’de yerel ve stüdyo kurslarını 1993’te bitirir ve 1992-1993 arası kendi olanaklarıyla 20 kadar orijinal program üretir. Bununla da yetinmeyip, akademik bir formasyon da kazanmak amacıyla, 1999’da, New School Üniversitesi’nin Medya Bölümü’nden master derecesi almış.
2000 yılında başlattığı, “The Light Millennium TV” adı altında halen QPTV’de programları yayınlanmaya devam ediyor.
Ürettiği televizyon programları ve Light Millennium bünyesindeki çalışmaları nedeniyle bir çok ödül aldığını biliyorum.
1993’te İstanbul’a dönüş yapmış, 1996’da ise New York’a..
“Yaşam, benim için hala med-cezir’den ibaret ve yaşamının son limanının neresi olacağını henüz bilmiyorum” diyor. Buna karşın, yaşamının son dönemini Kıbrıs’da geçirmeyi düşlüyor: “Yeryüzünde ve adı üzerinde olduğu gibi yüzeydeki yaşamdan, bedensel olarak yeraltı-toprakla karışacağım yerin doğduğum yer Yukarıkale olmasını, bir yazımda çocuklarıma ve Light Millennium’un çekirdek ekibine vasiyet ettim.”
Ve bu yıl 50 yaşında…
Binyılı aşacak kadar gerçekleştirmeyi ve yeryüzüne armağan etmeyi düşlediği sayısız projeleri var ki bazen, “Projeler mi yaşamımı yönlendiriyor yoksa ben mi projeleri yönlendiriyorum” diye sorgulamaya başladığını söylüyor ve ekliyor: “Zira her biri o kadar somut, gerçek ve realize etmek için beni elegeçiriyor ki, ben de onları gerçekleştirme ile günlük yaşamı kotarma arasında, çatlamadan-parçalanmadan tüm düşlediklerim-inandıklarım uğruna devam etmeye tüm gücümü sefer etmeye çalışıyorum.”
Başarınızın sırrı ne?
Başarının tanımı benim için, ne bankadaki hesap miktarı, ne mal-mülk, ne mücevher-gösteriştir.. Başarının tanımı; en başta sağlıklı düşünmek, üretmek ve sağlıklı olmak kadar, inanılan düşünce-düş-ideal ve projeler için çalışma ve devam edebilmektir. Bu anlamda kendimi çok şanslı sayıyorum. Çünkü, neyi yapmak istediğimi biliyorum. Bilmekle kalmayıp onu gücüm yettiğince tüm yeryüzü ile paylaşmaya ve gerçekleştirmeye çalışıyorum. Ve koşullar ne olursa olsun, neyi minimum ya da koşulların eksi 100 gösterdiği durum ve kapasitede, tüm sular, elektrik, gaz, internet ve telefonum dahi kesilmiş olsa da, her koşulda neyi ne kadar yapabileceğimi biliyorum.. Ve sağlıklı olduğum ve devam edebildiğim sürece de, kendimi “başarılı” sayıyorum… Çünkü, umuda ve ideale doğru çalışma azmini de böylece canlı ve üretken tutabiliyorum.
Işık Binyılı projesinin çıkış noktası neydi?
Çıkış noktası, bütün Türkiye’nin halen çok sancısını çektiği #301 maddesinin Türk kültür-sanat ve edebiyatına yaptırımları ve onun çok küçük yaşlarda belleğime kazınmış izlerinin bir dönüşümü diyelebiliriz.
Düşünce özgürlüğünün tanımını yapmanızı istesem, cevabınız ne olurdu?
Kendini ifade edebilme – etme, sadece bir yazar/gazeteci veya müzisyen veya bir oyuncunun yaptığı bir açıklamanın veya eser veya oyundan bir ifadenin, anayasanın şu veya bu maddesine ters düştüğü için dava açıldı ya da gözaltına alındı, tanımından çok daha kapsamlı ve insan yaşamının her devresinde ve her boyutunda, insanı zorlayan/formatlayan, şekillendiren ve yönlendiren bir yapıdır. Ve bu sadece Türkiye’ye ya da gelişmekte olan ülkelere özgü değil, belki en başta en gelişmiş ülkelere de özgü temel bir sorundur. Zira, insanların sokakta, trende adeta “stand-up” kalitesinde tek kişilik söyleşi ve gösterileri, daha çok psikolojik bir hastalık olarak algılanıyor.
Tüketim de özgürlüğe teşviğe karşın, orijinal düşünsel üretim ve yaratıcılığa teşvik, ABD dahil toplumun her düzeyinde eşit değil ya da olanakları olmayan bu alanlara, geçim ve ekonomik nedenlerle daha ilkokuldan itibaren sırtını dönüyor. Sonuç olarak, herkesin aklına geldiğini avazı çıktığı kadar ve karşındakini bağırarak, ürküterek söylemesi, rekabet ortamı ve profesyonel eğitimin getirdiği ve düşünce özgürlüğünden çok manüpülasyonlar zinciri ve tekniğidir. Bunun dışında hiç bir gücün etki ya da ağırlığı yoktur toplum genelinde. Bu nedenle, insanlığın ve yeryüzünün ortak ihtiyaçları, gelişimi, ilerlemesi ve idealleri doğrultusunda, ortak bir ses ve küresel bir koro hatta senfoni orkestrası olabilmek gerekir! İşte, bu Amerika’da dahi mevcut değildir.
ABD’ye gelene kadar, Amerika yasasının birinci maddesinin “düşünce özgürlüğü”ne ithaf edilmiş olduğunu biliyor muydunuz?
Çok da farkında değildim. Ayrıca, Birleşmiş Milletler’in Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin ondokuzuncu maddesi de; en temel insan haklarından birinin de “düşünce-kendini ifade etme özgürlüğü” olarak tanımlar. Bu noktadan yola çıkarak, kanımca, Türkiye’de “düşünce özgürlüğü” çok dar bir alanda algılanmakta, yorumlanmakta ve yargılanmaktadır. Bu durum, Türkiye’de “düşünce özgürlüğü”nü savunanlar için de geçerlidir. Sanki “düşünce”ye sınır, sadece bir dava açılınca gündeme gelirmiş gibi çok eksik ve tek bir boyuttan sunuluyor.
Neden?
Çünkü, “düşünce ve kendini ifade etme” özgürlüğü, ilk cümlesini henüz söylebilen bir bebekten, yaşama veda eden birinin son kelimesine kadar; hiç bir meslek, ekonomik, sosyal ayrım yapmadan Türkiye’de 75 milyon insanı ve yeryüzünde 7 milyar insanı kapsama alanına alır.
Öz itibariyle, “The Light Millennium / Işık Binyılı”?
Yaşamın her kesiminden eli kalem veya fırça veya çizgi veya fotoğraf makinesi tutan herkesi; düşünsel üretime ve kendi yaşamından damıttıklarını, insanlık belleğine armağan etmeyi teşvik ediyor ve buna mevcut koşullarda platformlar hazırlıyor, sunuyor. Tabii bunu söylerken, 10 yıllık bir süreçte, tüm program, yayın, tanıtım ve çalışmalarımızın yüzdeyüz gönüllülük kapsamında yapılmış olduğunu da belirtmek gerekiyor. Belirtmek gerekiyor çünkü aynı nedenle, “gönüllülük” kapasitesinde istediğimiz sıçramaları gerek ABD ve gerekse küresel boyutta yapmaya henüz gücümüz yetmedi! Buna karşın, çekirdek boyutta ve toplum ve ülkelerin her kesiminde, “düşünce özgürlüğü”nü teşvik eden kurumsal çekirdek yapı, ilgilisine ulaştı ve kazandırıldı. 146’dan fazla ülkeden “www.lightmillennium.org” sitesinin ziyaret edilmiş olması da bunun başlıca kanıtlarındandır.
Işık Binyılı’nın kurumsal yapısı hakkında bilgi alabilir miyiz?
“The Light Millennium –www.lightmillennium.org” adı altında ABD yasaları ve “ticari olmayan kuruluşlar” ve “vergiden muaf” kategorisinde, New York merkezli olmak üzere 17 Ocak 2001 yılında kurumlaştı. Işık Binyılı, “The Light Millennium”un ana dallarından biri ve Türkçe olarak internette yayına geçti. Buna paralel, New York’ta yaptığımız tüm Türkçe etkinlikleri de “Işık Binyılı” adına kamuya mal ettik.
Işık Binyılı’nın amaçları nelerdir?
Light Millennium’unkiyle aynı ve İngilizcesi’nin çevirisidir: .>www.ışıkbinyılı.org Buna paralel, içerik ve katılımcıları olarak tamamen birbirinden bağımsızdır. Buna karşın, genel vizyon ve hedefler birbirinin farklı versiyonları olarak uygulamaya geçmiştir. “The Light Millennium” ve “Işık Binyılını” aynı web sitesinde gerek ilk kez internette Ağustos 1999’da tanıttığımdan itibaren gerekse ilerleyen yıllardaki Işık Binyılı adına organize ettiğim programlar ve özel ithaf konularıyla; Türkiye’de “alternatif medya, kültür ve sosyal geliştirme” kuruluşu olarak kurumlaştırmayı da en başından itibaren düşledim. Ancak, bu ümit ettiğim, arzuladığım ilk beş yıl içinde gerçekleşmedi. Buna karşın, geçtiğimiz yaz bu konuda somut girişimlerim oldu. Türk yasalarına göre tüzük çalışmalarımız tamamlandı ve şu anda bir imza eksiğimiz var ve onun da tamamlanmasına bağlı olarak, Türkiye merkezli olmak üzere kısa adıyla Işıkbinyılı.Org; Lightmillennium.Org’dan bağımsız ve aynı zamanda kardeş kuruluşlar olarak faaliyetlerine iki farklı ülkenin yasaları çerçevesinde devam edecektir.
Işık Binyılı’na paralel, “Türk-Yunan Sinerjisi”ni de 2002’de internette tanıtmıştık. 2000 yılından itibaren kamuya açık ve çeşitli kuruluşlarla işbirliğiyle 55 program ürettik, Birleşmiş Milletler’e 2005’te katıldık.
New York merkezli olmak üzere BM’ye üye Türk kökenli tek kuruluşsunuz değil mi?
Evet, belki bu ABD genel kapsamındadır, ancak hata yapmamak için bunu çekinceli olarak belirtmekte yarar var.
“Türk-Ermeni Sinerji Girişimi” projesi hakkında bilgi verebilir misiniz?
ABD’ye ilk ayak bastığımdan itibaren Ermeniler veya onların etki altına almış oldukları ABD’de yaşayan toplumun her kesiminden adeta şakağıma aniden ardı ardına şiddetli tokatlar yemiş ve o tokatların etkisiyle bir süre şoka girmiş ve o şoku atlatınca; alternatif ve barışçıl bir yaklaşım arayışına girmiş olmanın bugüne uzanmış bir noktasıdır.
Aklımın yettiği ve kişisel boyutta izlenim, okuma, anlama ve kavramalardan yola çıkarak, öz itibariyle, bize son 94-95 ve hatta 1900’lerin başından beri dayattırılan, yaşattırılan, dünya platformuna taşıttırılan ve bügüne değin binbir şekliyle binbir kez sahnelenen oyunların temel sorumlu ve suçlularının, ne o dönemdeki Osmanlı topraklarında yaşayan ve azınlık bir topluluk olan Ermeniler ne de sonuç itibariyle tüm Osmanlı’nın parçalanması ve yok olmasını da getiren Birinci Dünya Savaşı’nın kumpasları içinde, ne de Osmanlı Türkleri sonuçtan tek başına sorumlu yada suçludur. Öz itibariyle, Birinci Dünya Savaşı’nı çıkartanlar ve Osmanlı’yı parçalayanlar ile birbirini kırdırma tuzaklarına düşürülmüş bulunan her iki toplumda eşit düzeyde sorumludur.
Daha somut olarak ifade edebilir misiniz?
Yani, o dönemin Rusya’sı, İngiltere’si, Fransa’sı ve hatta Almanya’sı; daha doğrusu, 1nci Dünya Savaşı’nın belli başlı tüm emperyal güçleri, birinci derecede sorumludur. Buna Türk-Ermeni çizgisinde bakmak, bize ve dünyaya batının o dönemden itibaren dayatması ve belli bir amaca ulaşmak için ısrarla sürdürdüğü bir dünya politikasıdır ve çok bileşkeni ve ortağı vardır. Bu nedenle, doğrusunu isterseniz o dönemdeki tüm Osmanlı Türkleri ve Ermenileri bu anlamda o güçler tarafından kullanılmış veya kurban edilmiş olarak görüyorum. Esas, tarih araştırmaları ve ilişkin kaynaklar, dönemin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkması ve bir daha benzer olayların hiç bir toplum ve ülkeye yaşatılmaması için, küresel sorumluların rollerinin bütün boyutlarıyla dünya kamuoyuna maledilmesi için kaynakların bu alana yönlendirilmesi gerekiyor. Tabii bu diasporanın hem ABD hem Avrupa hem dünyanın bir çok bölgesinde, inanılmaz oranda hem iç hem de dış tüm finansal ve politik kaynaklarını ve politik gücünü buna kanalize ederek, kendi hedefleri doğrultusunda etki altına alarak, Türkiye nezdinde istedikleri kararları çıkartmak; tüm yeryüzüne tek doğru gibi sunulmuştur.
95 yıl boyunca; kuşaktan kuşağa, aileden aileye, ülkeden ülkeye, “nefret” duyguları ve tek bir hedefe kilitlenerek kaybedimiş hayatların, savaşlarda kaybedilmiş hayatlar kadar trajik olmasının Ünver’i en çok düşündüren ve üzen konu olduğunu öğreniyorum… Ünver, “Amerika ve Avrupa’da etkin olan Ermeni Diasporası; bunu tek başına başarmadı” diyor ve ekliyor: “Çoğu kez, Türkiye’ye çok dost görünenler, Türkiye’ye karşı bunu hep bir tehdit olarak kullanıp, Türkiye üzerinden elde etmek istediklerine karşın, sürekli Türkiye’nin ensesinde duran bir “Demokles’in Kılıcı” gibi her yıl Türkiye’nin karşısına, hem ABD’de hem de dünya çapında çok planlı, stratejik ve dayatmacı olarak getirildi, uygulandı…”
Ayrıca bu projenin, yakın aile çevresi içinde, Türk-Ermeni gelinden doğan Devrim’in; 19 yaşında yaşamını kaybetmiş olmasının etkisiyle, Ünver’in yapmış olduğu psikolojik, sosyolojik, geleneksel ve ekonomik koşullara dayalı analiz sonucu öznel bir dışavurum olduğunu anlıyorum: “İç içe geçmiş kültür ve yaşamlardan, “1915” dayatmalarının günümüz Türkiye, Ermenistan ve dünyasında, Türk-Ermeni ilişkilerinin her boyutunda açık, net veya alanen açıklanmasa da temel bir sorun, engel ve insan yaşamlarını mutsuzluk ve kayıplara sürüklemiş olmasına tanıklığım nedeniyle, bunun aynı zamanda, ülke içi ve komşu ülkeler arasında olduğu kadar, bölge kapsamı ve dünya ilişkileri çerçevesinde de tehditi, savaşı davet edip kırkırttığını çok kuvvetli olarak hissettim yıllardır…”
Ünver, “Buna karşı, açılacak “beyaz bayrak” yine gencecik solgun ve narın yüzü, iri siyah gözleri ve simsiyah uzun dümdüz saçlarıyla, görüntü olarak adeta annesinin bir kopyası da olan Devrim’in; narin bedeni yüzeyde görünmeyen o çok keskin ve acımasız katı yargı ve değerlere dayanamadı! Çok “sinsice” insan yaşamlarını çalan, yokeden bu mekanizmaya karşı, tek seçeneğin, yakın tarihin şu yada bu şekilde tanımlanan o takılıp kalmış tek noktadan çıkartılması ve bunun aşılması sadece gerekli değil, insanın temel ve psikolojik gelişimi ve olgunlaşması adına, bir zorunluluktur da… Bu çerçevede tüm insanları yada ilişkili toplumların birbirine karşı tek bir noktaya kitlendirilerek, açık yada gizli nefret ve güvensizlik duygularına ve bunların da sürekli kışkırtılmasına bir tepkidir…” diyor ve daha da ötesi olduğunu söylüyor: “900’den 1000 yıla yakın bir ortak yaşam-kültür-değer-hoşgörü ve toplumsal-siyasi-ekonomik-politik yaşamın her bir boyutunu paylaşmış olduğumuz Ermenilerle; bütün bunları üstelik, “tarih tarih” diyerek ve “tarihini bilmeyen toplum geleceğini bilemez-kuramaz” savlarıyla, ortak paylaşılmış koskoca bir tarihi, büsbütün yok sayip, Selçuklu-Osmanlı topraklarına yerleşip yaşamış olan ve o kuşakların bugünkü torunları da; kendi gerçek oluşum-varoluş değerlerini de unutmuş olarak, bir şekilde bir taraftan Türkler “inkar” ile suçlanırken, bir anlamda, kendilerinin de “900 ile 1000” yıllık tarihleri de inkar etmiş oldukları gerçeği ortaya çıkıyor… Adeta tüm insanlık belleğinden silinmişcesine…”
Önemli bir öneri
“Eğer tarih ile geleceği buluşturmak istiyorsak; o binyıla yakın tarihin en parlak dönemlerini yeniden keşfedip onu insanlık ortak bilincine kazandıralım… O parlak dönemler ve kültürel paylaşımın, üretimin ve toplumlar olarak birbirini etkilemeleri araştıralım, günümüzde mevcut olan dijital ortamlara aktaralım, kitaplar yayınlayalım, belgeseller üretelim, büyük filmler cekelim; uluslararası seminerler, konferanslar düzenleyelim; büyük sergiler açalım, dünyanın en büyük müze, sanat ve bilim kuruluşlarında bu konuları; kaybedilmiş kültür hazinelerine yeniden kavuşmuş olan iki toplum ve dünya kültürü olarak yeryüzüne armağan edelim ve bu verilerden yola çıkarak da, bugüne bambaşka kültürel,tarihsel, bilinçsel bağlar kazandıralım…”
Genel yaklaşımı bir slogana dönüştürmenizi istesem…
“Karanlığa takılıp kalmak yeryüzünde kimseyi aydınlığa ulaştırmaz. Paylaşılmış ortak değerler ve binyıla yakın tarihi yeniden kucakladığımızda, önümüzde değil bir binyıl belki onbilyıllık yepyeni parlak bir dönemin de başlangıcı olacaktır” derim…
“Barış kültürü” ve “sinerji” kelimesinin de en etkin ve diğer kültür ve ülkelere de bir model oluşturacak şekilde, Türk-Ermeni Sinerji Girişimi aracılığıyla dünya platformunda sunulması ve dünya kamuoyuna kazandırılmasını düşlüyorum.”
Peki, Türk-Ermeni Sinerji Girişimi’nin ana hedefi nedir?
Soyut anlamda, iki komşu ülke arasında, ülkeler ve iki ülkenin toplumları arasında ve de bölgede “Barış” sürecine katkıda bulunmak. Bu amaçla, barış kültürünün yerleşmesine ve iki toplumun gerek iki ülke arasında ve gerekse dünya çapında birbirine yakınlaşmasına, ön yargıların giderilmesine ve işbirliklerine potansiyel sağlayacak ortamlar sunmayı amaçlar. Bu amaçla, e-yayınlar, kitap, dergi, TV programı, belgeseller üretmeyi ve ortak kültürün yeniden yapılanmasına katkıda bulunmayı hedefler.
İlk adım?
Bu çerçevede, sembolik olarak Türk-Ermeni Sinerji Girişimi Projesini resmen başlatmak için, özellikle de Türkiye ve Ermenistan’in Birleşmiş Milletler’e Daimi Temsilciliği’nin sponsorluğunda; kültürel değişim, ekonomik ve sosyal değişim, etkileşim, potansiyeller ve olanaklar benzeri genel bir tema çevresinde her iki ülkeden eşit sayıda seçilen konularda uzman konuşmacılara paralel, yine her iki ülkenin seçkin sanatçılarından eşit katılımla bir programı, Birleşmiş Milletler’de sunmak; ilk ve birincil hedefimiz. Buna sanat-kültür ve performanslar da dahil. Bu amaçla iki Misyon’un BM’ye sponsorluğunun sağlanması ilk ve temel adım olacaktır. Bunun teyit edilmesine paralel olarak, aynı programı aynı hafta içinde New York’daki belli başlı üniversitelere de işbirliğiyle gerçekleştirmek üzere teklif edeceğiz. Öz itibariyle BM’de bir veya birden fazla programın teyidine bağlı olarak, aynı dönemde New York veya çevresinde ve kamuya açık olmak üzere en az 3 program gerçekleştirmek ve takiben bunu Amerika kapsamında bir çok yerde farklı versiyonlarıyla gerçekleştirmek.
Tabii tüm bunlar sadece bizim açımızdan atılacak ilk temel adımları oluşturacaktır. Bunları gerçekleştirebilmemize bağlı olarak, takiben yıllık dönüşümlü festivaller, özellikle 1000 yıllık ortak paylaşılmış olan tarihi yeniden keşfetmek ve iki tarafın birbirini yeniden tanıması ve anlamasını sağlamak için kitap ve çeşitli projelerde sunulmak amacıyla kapsamlı araştırmalar; gençler ve okullar arası kültürel eğitim ve dönüşüm programları, ortak spor aktiviteleri, edebiyat-sanat-şiir, sahne sanatları içerikli yarışmalı programlar benzeri bir dizi programı, 3-5 yıllık planlar çerçevesinde programa almak ve bunu bir dünya projesine dönüştürmek. “Barış” ve “sinerji” kelimesinin de en etkin ve diğer kültür ve ülkelere de bir model oluşturacak şekilde dünya platformunda sunulmasını düşlüyorum… Bu çerçevede programların gerçekleşmesi, aynı zamanda ABD’de yaşayan Türk ve Ermeni topluluklarının yakınlaşmasında çok temel ve etkin bir oynayacağını ve katkı getireceğini düşünüyorum. Her halükarda, BM’deki ilk program, TAS’nin resmen kuruluşunun da tanımı ve tarihi olacaktır. Bunu yapabildiğimizde, öngördüğümüz ve henüz ongoremedigimiz bir cok potansiyelin de gerçekleşmesi için de bir çok kapının kendiliğinden açılacağını düşünüyorum.
“Türkiye ve Ermenistan arasında barışın sağlanması, dünya barışının sağlanmasının da temel taşlarından biri”
Hesaplaşmalara girmeden önemli bir düşünce süreci ve barışçıl paylaşımlar bizi bekliyor yani…
Hesaplaşmanın hesaplaşma olduğunu dahi düşünmüyorum.. İnsan ruhu ve beynini sürekli karanlık ve nefret kıskaçında tutarak ve bunu sürekli tırmandırarak, kendi varoluşu, olgunlaşması ve insanlığa katkı yerine, sürekli psikolojik ve politik bir savaş içinde tutularak, toplumun “kimlik” adına kimliğinin tutsak edilmesi döneminin büsbütün aşılmış olacağı ve her adımın da bunu aşmak üzere atılacağı bir anlayış ve paylaşımlar, programlar zinciri olmasıdır hedeflenen… Tabii ki, tüm bunların gerçekleşebilmesi de binbir şeye bağlı. O nedenle, “sinerji”nin iki-üç kişi arasında oluşmaya başlaması, bunun ilk temel adımlarıdır. Bunu düşlediğimiz çerçevede, ABD, Türkiye ve Ermenistan olduğu kadar dünya kapsamında ve dünya çapında projelerle yapabilmenin de koşulları farklıdır… O temel koşulları sağlamak için tüm gücümüzle elbette çalışacağız… Her projenin temel koşullarını sağlamamıza bağlı olarak bir sonrası içinde çok daha büyük boyutlu bir projenin kapısını aralayacaktır. Bir şekilde, özlenen, düşlenen ve olmazsa olmaz destekler bir araya gelemezse, biz yine de gücümüz ve koşullarımız yettiği oranda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Zira, Türkiye ve Ermenistan arasında barışın sağlanmasının, Dünya Barış’ının sağlanmasının da temel taşlarından biri olduğunu ABD’ye geldiğim ilk yıllardan itibaren düşünüyorum.
Yanlış bilmiyorsam bu girişim internet üzerinden 2007’de duyurulmuş… O tarihten bu yana ilgi nasıl?
2007 yılında ilk internet üzerinden dağıttığım ve bazı yahoogrouplar’da hala ilk versiyonun da yayında olduğu 4 bölümlük “Türk-Ermeni Sinerji’nde Devrimci Yaklaşımlar için açık teklif” genel başlıklı Manifesto:>www.lightmillennium.org ; esasında bu girişimi o yaz gerçekleştirebilmek ümidiyle ilk taslakları yazmıştım. Ancak, Türk ya da Ermeni kökenli ikinci bir kişi çıkmadı ortaya… Cesaretim kırılmıştı… Ve en başından çok iyi bildiğim birşey var ki bu çok boyutlu bir konu ve tek başına ne şahsen ne de “gönüllü sivil bir toplum kuruluşu” olarak bunu taşıyabilmem mümkün olmaz, düşüncesiyle vazgeçmiştim. Ancak, Ekim 2007’deki Senato’da Türkiye aleyhine çıkan karar, beni sadece Türkiye adına değil, dünya ve insanlık adına çok endişelendirdi. Zira, bugün yeryüzünde hiç bir masum ülke yoktur.. Bugün, haklı görünenlerin ya da “gösterilenlerin” demek daha doğru, hepsi ya da yüzdedoksandokuzu güçlü ülkelerin plan-strateji ve uygulamalarının bir sonucu olarak çıkar karşımıza. Güçsüz ve gelişmemiş ülkelerin sesi çıkmaz, yada çığlık dahi atsa ya da suda boğuluyorum, kurtar diye çırpınsa da kimse dönüp bakmaz…
Daha açık ifade etmenizi rica etsem…
Demek istiyorum ki, Türkiye’ye 94-95 yıldır dayatılan, güçlerin bir dayatmasıdır… Ancak, bu yöntem başarıya ulaşması halinde, önümüzdeki 100-500 yıl içinde dünya güç ve dengelerini tümden kestirebilmek çok güç ve o zaman, tüm güçlenen ülkeler; geçmişe dönerek hak aramaya kalkarsa, hem yeryüzü ve insanlık ileriye gitmez hem yeryüzünün bugün bu köşesi, yarın öteki köşesi buna en gelişmişler de dahil, sürekli bir tehdit teşkil eder… Bu nedenle, bu konu sadece Türk-Ermeni gerginliği değil, kanımca yeryüzünün ortak bir sorunudur. Zira savaş açılmamış, doğal kaynaklarına el değmemiş ya da ele geçirilmemiş ve toplumları savaştan ve kırımdan geçirilmemiş tek bir ülkeyi insanlık tarihinde bulmak çok zordur.
Manifesto’yu gönderdiğimde o dönem, katılımdan çok teşvik edici bir çok ileti aldım. BM’den de, eğer iki misyonu bir araya getirebilirseniz, bu konuda bir forum yapalım, önerisi geldi. Ancak tabii o mümkün olmadı. Yine BM bünyesinde bazı girişimlerim oldu ama sonuç alamadım. Bu çerçevede, özellikle BM’deki Ermeni kökenli organizasyonların temsilcilerine de, kendilerinin BM bünyesinde uyguladıkları programın Ermenistan’daki Ermenilere yarar değil zarar verdiğini ve Türkiye’ye karşı ve tehdit eden programlarına karşın, Türkiye’nin sınırı açmasını nasıl isteyebildiklerini her olanakta gündeme getirdim. Ancak bir mesafe kaydedilmedi… Türkiye-Ermenistan arasındaki siyasi yakınlaşmaları mümkün olduğu kadar takip etmeme rağmen, somut olarak Ermenistan’dan veya ABD’den Ermeni kökenli konuya sunduğum perspektivden yapıcı bakan bir kişi ve kuruluş ortada yokken, adı geçen manifesto ve açık çağrının uygun koşulları bulduğunda yeşerecek bir tohum, bir dünya görüşü olarak, web ortamına ekmiş olduğumu düşünüyordum..
Diana Khachaturyan bu girişime nasıl dahil oldu?
Erivan’da yaşayan ve “Civil Society Institute”nun Türkiye bölümünden sorumlu Diana Khachaturyan’dan geçtiğimiz haziran ayında bir ileti aldım. Daha çok felsefi bir yaklaşım ve yeşermek üzere ekilmiş bir tohum olarak baktiğim, “Türk Ermeni Sinerji Girişimi”ne ilişkin manifestoya, yani açık çağrıma Diana yanıt veriyor, teşekkür ediyor ve bu girişimde yer almak istediğini belirtiyordu. Yaz boyunca, Diana ile bu konuda sürekli elektronik olarak yazıştık. Özellikle Diana’nin kapsamlı, haklı ve yerinde sorularına tüm içtenliğim ve öngörebildiğim ve düşünebildiğim kapasitede her birine detayli yanıt verdim. Teknik önkoşullar, işleyiş mekanizması benzeri bir çok konuyu ileti yardımı ile tanımladık. Takiben Skype üzerinden kapsamlı bir kaç kez konuştuk. Diana, CSİ adına eylül başı bu oluşumda benimle birlikte yer almak istediğini teyit etti. Bu çerçevede, Diana ile yardımcı kurucu üye kapasitesinde ve Light Millennium ile Sivil Toplum Kuruluşu/Yerevan ile de kurumsal ortaklıkla; “olmazsa olmaz” çekirdek yapıyı da Diana ve CSI’nun katılımıyla sağlamış olduk.
Yönetim kurulu hakkında bilgi verebilir misiniz?
NY’tan bu konuda çalışmalara katkı sağlamak amacıyla iki yönetim kurulu (Korcan Yurdacan ve Azime Aydoğmuş) var. Nebraşka’dan Marianna Khachaturyan, Macaristan’dan Maia Gachechiladze ve Türkiye’den Sivil Toplumları Geliştirme Merkezi, Denizli’den Gökhan Kılınç’da bize katıldı… Aynı zamanda, CSI/Erivan’dan Maya Barkhüdaryan da çok destek verdi. LM bünyesinden Figen Bingül, Emily Alp ve Emily Bunker’da oluşum-tanıtım sürecinde destek verdi. Özellikle Diana Khachaturyan, bu projede elmanın diğer yarısıdır, her alınacak kararda, Diana ile birlikte eşit yetkiye sahibiz. Ve yine Diana’nin katkılarıyla Türkiye dahil, “Türk-Ermeni Sinerji Girişim” Komitesi’ne yeni üyeler kazandık. Ve 26 Ekim 2006 tarihli gönderdiğimiz bültene özellikle Türk-Ermeni gençliğini bir araya getirmeyi hedefleyen bir dans projesi teklifinde ortaklık önerisi geldi bugün… Bir çok da teşvik içerikli kutlama ve teşekkür mesajı.
Bu zorlu süreçte Türk ve Ermeni derneklerinden gerekli desteği görüyor musunuz?
Kişi olarak, kimseye güvenerek yola çıkmam… Çıkmadım da… İnandığım bir konuda, adeta son nefesini verene kadar çalışacak kapasitede biriyim; ancak son nefesi vermek dahi yetmez bazen. O nedenle, destek, işbirlikleri ve teşvik, bu konuda somut ve büyük ölçekli adımlar ve başarılar için hava, su, toprak, ateş, güneş gibi “olmazsa olmaz” temel elementlerdendir. Ve özellikle BM’de, yukarıda belirttiğim çerçevede bir etkinliği başarmamıza bağlı olarak, bir çok işbirliği, ortak proje geliştirme de paralelinde devreye gireceğinden eminim… Zira insanların bir kısmı hala çekingen bir kısmı, daha düne kadar karşılıklı atışırken birden bire yüzde yüz farklı bir tutumla ortaya çıkması da zaten inandırıcı olmaz. Bizim en büyük avantajımız, hiç kimse ve hiç birşeye bağlı olmadan ve gerginliklerin Türkiye adına, ABD senatosunda en hat safhaya çıktığı anda dahi, kendi kendimize mırıldanmak boyutunda da olsa, olması gerekene olan düşünce ve inancımızı, kendi miniskul kapasitemizde dahi olsa internet üzerinden alternatif bir görüş ve öneri olarak yayınladık. Onun sonucu olarak, o yazı Diana’ya ulaştı veya Diana’ya birisi önerdi ve ilk temel adımı da onun sonucu olarak tam iki yıl aradan sonra atmış olduk.
Kavga isteyen Ermeniler ve kavga isteyen Türklerin bu projeye yaklaşımı nasıl oldu?
İnternet üzerinden 10 yıldır Türkçe ve İngilizce yayın yaptığımız için, çalışmalarımız BM bünyesinde de bilindiği, global bir platform niteliğini her anlamda 146 ülkeden okurla ve 900’den fazla 7’den 90’a düşünceleriyle ve gönüllü olarak katkıda bulunanlar olması ve tüm yayınlarımızın açık ve ulaşılır olması nedeniyle, üslup ve önerilen projeler ya da açık çağrılar kanıksanmış olduğu için, ciddi bir tepki gördüğümü söylemem, doğru olmaz. Ancak, kimileri iletişim mesafesini biraz açtı… Buna karşın, kavga etmek veya devam etmek isteyen Ermeniler ve Türklere özellikle ve çok bilinçlice onlara göndermeye özen gösterdim her keresinde. Alternatif bir düşünce ve yaklaşımı da dikkatlerine getirebilmek için.Yumuşak veya sert bir eleştiri geldiğinde, yazdığımdan, düşündüğümden ve olması gerekenin bu yön olduğundan o kadar eminim ki, hiç usenmeden bazen geceyarılarına dahi olsa, hepsine tek tek yazdim. Sonuç olarak, şeffaf ve içten bir duruşum olduğu için, o tepki gösterenler de sessiz okurlar arasında kalmayı yeğlediler. Belki bir iki ileti almak istemeyen çıktı ama onlar da çok ilginç, özellikle Türk ve İslam camiası dışında, bazı “din” kökenli sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden oldu…
Türk-Ermeni ilişkilerinde gelinen son noktayı nasıl yorumluyorsunuz?
İki ülke Cumhurbaşkan’ının öncülüğünde ve Dışişleri Bakanları’nın nezdinde imzalanmış olan protokoller, bu amaçla atılmış olan en temel ve somut adımlardır. Aksini ya da “tehdit-gerginlik-nefret” politikalarının devamını isteyenler de, Türkiye’nin bugünü ve geleceğini savunduğundan kuşku duydurtur bana.. Ya da acaba, Türkiye’nin değil de Türkiye üzerinden bunu baskı mekanizması haline getirip Türkiye’den yüksek kazançlar sağlayan ülke/ler adına mı çalışıyorlar diye de zaman zaman düşündürüyor. Ayrıca, protokoller bir kez daha göstermiştir ki, Ermenistan’daki Ermeniler; bunun özlemini yıllardır çekiyor ve bu sorunun aşılmasını istiyor… Ancak, elleri, kolları onlarca yıl diaspora tarafından bağlanmış. Bugünkü gelinen nokta, Sivil Toplum Kuruluşları ve bireyler düzeyinde ülke içi ve yurdışında yaşayanları güçlendirir ve idealler uğruna daha aktif ve verimli çalışacak temel yasal ve uluslararası platformları ve işbirliklerini açar.
“En büyük güç ve kaynak, insan ve toplumun ortak emeller uğruna birleştiği enerjidir”
Protokollar üzerine çok sert eleştiriler var yalnız…
Farkındayım. Bu da daha çok partizan bir yaklaşım veya farklı çıkar gruplarının çatışmalarının bir uzantısı olabileceğini seziyorum. Nitekim ne bir politikacı ne de bir siyasal bilimciyim.. Her halükarda, özellikle ABD kapsamında, diasporanın çalışmaları, çok daha sertleşerek ve saldırganlaşarak artabilir… Buna, hepimiz her düzeyde hazırlıklı olmalıyız.Bu bir anlamda, dayatılan zeminin kaybedililiyor oluşunun da bir paniği ve bu paniğin getirdiği bir saldırganlık da olacaktır. Gerek Türkiye ve Ermenistan’da ülke çapında ve gerekse Amerika’da, yeniden Senato’ya sunulan önergeyle; gerginliği bir çok kanaldan tırmandırmaya ve Türkiye üzerine tehdit ve yaptırım baskısına devam edilmek istendiği açık. Her koşulda, protokollerin her iki ülke Parlementosu’nda onaylanma sürecinde gecikmeler olsa dahi ve ABD’deki diasporanın tanımlanamaz güç ve etkisine de rağmen, artık Türkiye ve Ermenistan; dönüşü olmayan yepyeni ve ümit veren bir yolculuğa birlikte çıkmıştır ve bu sürec, tüm taşıdığı risklere rağmen başarıyla aşılacaktir. Özellikle de Amerika’daki diasporanın gücüne karşın da Türk toplumu ve tüm Türk-Amerikan kuruluşları; ABD yaşayan Türk toplumu ve çocuklarının ve kendi çocuklarının da geleceğini dikkate alarak, artık diasporaya karşı, tüm güçleri birleştirme zamanıdır.
(Turkish Journal)