ABD’nin New York kentinde yaşayan illüstratör Gizem Vural ile söyleşi: “NFT teknolojisi, sanatın izleyicide yarattığı etki yerine satış fiyatı üzerinden değerlendirilmesi kanısını daha da yeşertiyor”

MorningCommute

2019’da Karakarga Yayınları tarafından yayımlanan “Ne Oralı Ne Buralı”da çeşitli sebeplerle ABD’ye göçmüş ve yaşamını orada sürdüren bazı kadınların hikâyelerine yer vermiştim. O dönem tanışıyor olsak ABD’ye taşınma macerasını dinlemek isteyeceğim bir isim de Gizem Vural olurdu sanıyorum. 

Vural, İstanbul’da doğup büyüyen, küçüklükten bu yana resim, piyano ve baleyle ilgilenen, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde grafik tasarım eğitimi alan ve şimdilerde New York’ta yaptığı işlerle dikkat çeken bir isim. 

Üniversite eğitiminden başlayıp, ABD’ye, çizimlerine ve içinde olduğu dünyaya dair merak ettiklerimi sordum, yanıtları şöyle:

Güzel sanatlar eğitimi alma fikri nasıl doğdu? 

Ortaokul-lise arası piyano eğitimi aldım ama lisedeki resim hocalarım çizimlerimi görünce beni ve ailemi ikna edip son senemde güzel sanatlara hazırlanmamı sağladılar. Bir sene boyunca hazırlık kursunda çizim eğitimi aldım giriş sınavlarına hazırlanmak için. Bir süre üniversiteleri ziyaret edip araştırdıktan sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi grafik tasarım bölümüne girmeye kafayı koymuştum. Mimar Sinan’da sonuçların açıklandığı gün -ola ki hiçbir bölüme giremezsem diye- öğle vaktinde Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesine de ismimi yazdırmıştım, giriş sınavına girmek üzere. Neyse ki yazdığım üç bölüme (grafik tasarım, moda tasarımı ve sahne tasarımı) de girebilmiştim dereceyle. Resim okumak istiyordum ama çoğu aile gibi benimkiler de grafik tasarıma girmem için çabaladılar. “Sadece resim yaparak nasıl para kazanacaksın” deyip beni tasarıma yönlendirdiler. 

Sonrası nasıl gelişti?

Altı sene boyunca kendimi ite ite zorlaya zorlaya okudum. Tasarımın aslında bana göre olmadığını fark ettim. Yaptığımız projelerden hoşlanmıyordum, bütün zamanımı skeç defterime çizerek geçiriyordum. Projelerden kaldıkça  uzadı eğitimim tabii. Son seneye geldiğimde, diploma projemin yeterli olmadığını öğrendiğimde ve hayatımdaki başka sıkıntılarla birlikte erkek arkadaşımla New York’a yerleşmeye karar verdim. O da, onun zamanında yurtdışındaki üniversitelere başvurup doktora eğitimine devam etmek istemesiyle oldu. Okullardan birine kabul edilince, ben de her şeyi geçmişte bırakıp illüstrasyona yönelmek istediğimden, beraber ABD’ye yerleşmeye karar verdik. Sonrası tamamen kendi çabamla, kendi başarılarımla ilerledi. 

Editöryal illüstrasyonu nasıl keşfettiniz?  

İlk olarak portfolyomu baştan yaratmaya karar verdim, şimdiye dek çizdiklerimi bir kenara bıraktım çünkü ne yaptığımı bilmiyordum. Bir yandan internetten uzun süredir takip ettiğim illüstratörlerle tanıştım ve onların yönlendirmeleriyle öğrendiklerimle çizimlerimi baştan yarattım, stilimi, kendi sesimi buldum, ne yapacağıma karar verdim. Editöryal illüstrasyonu keşfim burada oldu. Sonrasında 2016 yılında Society of Illustrators’dan Nautilus Bilim dergisine çizdiğimle ilk altın madalyamı kazandım. Ve sonraki iki yılda kişisel işlerim üzerine gümüş madalya aldım. Bir yandan da editöryel işlerimle ilerledim.

New Yorker, New York Times, Atlantic başlıca çizdiğiniz adresler. Bu adreslerde yer almak kolay olmasa gerek…  

Hiç kolay değil, hem de yurtdışından gelip burada hiçbir üniversitede illüstrasyon okumadan, baştan o bağlantıları kurmadan aralarına girmek işlerimi gösterip sivrilebilmek çok zordu. Ama kafama koyduğum her işi yapmaya kararlı olduğum gibi bu büyük yayınlarla çalışmak benim için büyük bir olaydı. İlk New York Times ile çalışmıştım kitap eki için, sonrasında  New Yorker’dan aldığım işler oldu, New York’ta geçen klasik müzik ve opera haberleri için çizdiklerim ve sonrasında başka başka bir sürü dergiye çizdiğim oldu, finans, bilim ve buluşlar üzerine bir sürü konuda çizdim. Ama New York Times’a çizmek için iki yıl boyunca bir art direktörün peşini bırakmadığımı söylemeliyim ve ilk işimi de ondan aldım. Zor olan, burada okumamış olmaktı, öyle olsaydı hocalarla beraber kimlerle tanışacağını biliyorsun, nasıl iletişim kuracağını, art direktörlere nasıl işlerini sunacağını ve çizim stilini nasıl bu yönde ilerleteceğini… 

Peki sizin yolunuzu açan ne oldu, ilerleyebilmenizin en önemli sebebi ne sizce?  

Tanıştığım herkesin çok sıcakkanlı olması, kimsenin egosuyla tepeden bakmaması belki. Sergi açılışları ve partilerde tanıştığım New Yorker, New York Times yayınlarından art direktörler olsun, buradaki üniversitelerdeki hocalar, herkesin sıcak ve arkadaşçıl olduğunu görmek beni daha çok heveslendirdi. Türkiye’de okuduğum üniversitede arkadaş çevresindeki yarışma ve çekişme, hocalarla iletişimde zorluklar beni çok soğutmuştu. Burada da bir yarışma hali var ama kimse bildiklerimi saklayayım da şunların önüne geçeyim hırsında değil.

Çizimlerinize dönersek, “gözlemleriniz nerelerden besleniyor?” diye sormak isterim.

Çoğu zaman eski soyut ressamlardan, sürreal resimlerden ve eski grafik tasarım tarihi dersinde görüp öğrendiğim posterler ve tasarımcılardan. Renk kullanımı ve dil oluşturmada soyut resimlerin etkisi çok oldu. Onlar dışında çizimlerimdeki yapılar brütalist mimari yapılardan da etkileniyor. Editöryel işlerimdeki dil ve yaklaşımım ise şöyle: Eğer konuları soyut olarak ele alıp yansıtabilirsem okuyucu ile aramda nasıl bir iletişim yakalarım, bunun üzerine düşünüp ilerliyorum. Buraya yerleştiğim yıllarda bu tür soyut çizimler, şekiller çok kullanılmıyordu editöryelde, ne yazılıp bahsediliyorsa onu yansıtıyordu çoğu kişi. “Soyut olarak neden ele alınmasın” diye düşündüm çok, bu şekilde okuyucu ve yazıyla nasıl iletişim kurarım, nasıl daha farklı şaşırtıcı bir şekilde ortaya iş çıkarabilirim diyerek  etkilendiğim işleri çizimlerime aktardım.

Deneysel anlatılar çoğunlukta sanki. 

Deneysel ve soyutsal anlatıları kullanmayı çok seviyorum. Daha önce anlatılmış, çizilmiş herhangi işleri nasıl daha farklı ele alıp ortaya yeni bir iş çıkarırım diye  çok kafa yoruyorum. 

Çizimlerinizin çokça  iyimserlik yansıttığını düşünüyorum. Ne dersiniz bu yorumuma? 

İyimserliği göz önünde tutarak çizdiğim olmadı hiç ama yaşadığım zorluklar arasında kişisel işlerim olsun, meditasyon gibi bu yöntemi kullanıp ürettiğim çok işim var. Ve nasıl oluyorsa ne kadar karamsar olursam olayım, ne kadar canım yanmış da olsa renkli işler üretiyor oluyorum. Belki de o içimdeki umut bu şekilde beliriyor.

Çizdiğiniz karakterler de çok kendine has, gözlüklü olanlardan biri de siz misiniz?

New York’a taşındığımda kalabalık çok ilgimi çekmişti, bu kadar kalabalık gördüğüm olmamıştı, turist vakti geldiğinde hele. Kaldırımlar tıklım tıklım… O yüzden bir karakter koleksiyonu oluşturmak çok istedim. Hala da bu fikri kitaplaştırmak, basıp yayımlamak çok istiyorum belki bir gün bu hayalimi gerçekleştirebilirim. Fikir buradan çıktı, oturup izlediğim gördüklerimden yola çıkarak yüzden fazla karakter çizdim ve kendi karakterimden etkilenerek bazı çizdiklerime bunu da yansıttığım çok oldu, gözlüğüm ve sigaramla.

Gönlümü çelen çok işiniz var ama Overthinking çiziminize bayıldım. Son dönem sizin en sevdiğiniz hangisi? 

Teşekkür ederim çok. Sanırım yan proje olarak üzerinde çalıştığım panel üzerinden ilerlediğim mini comic serisinin yeri ayrı çok benim için. Overthinking konusunu farklı nasıl yansıtırım derken paneller üzerinden bu şekilde dile dökmek ilgi çekti çok.  Bu ara en çok sevdiğim işim bu sene başında çizmiş olduğum Bloomberg Markets kapağı sanırım. 

Nedeni ise art direktörle beraber tamamen soyut bir iş çıkarmış olmamız. Son zamanlarda çizdiğim illüstrasyonlarımdan ayrı ilerlettiğim soyut işlerim oldu. Art direktörün onları görüp bana gelmiş olması büyük bir şans. Kimsenin ciddiye almasını beklememiştim şahsen. Bana finanstaki oynama ve bozulmaları grafikler üzerinden göstermek yerine soyut şekillerle anlatmamı istediğini söyledi. Figür eklemeden. Editöryelde bu tip iş üretmek çok çok nadir. Kapak çıktığında herkesin şaşkınlığını, güzel sözlerini ve eleştirenleri dinlemek çok keyifliydi. Daha sonra American Illustration’ın bu yılki yarışmasında seçilip yıllık kitabına girdiğini duymak da beni ayrı gururlandırdı. Bu işimle tanınmak diğer ünlü isimlerin arasında yer alabilmek ayrı bir mutluluk.

Çizgi-roman formatında da çalışmalarınız olacak mı?

Belki ama olursa da soyut olacağına eminim. 2018’de MICA’da illüstrasyon bölüm başkanı Whitney Sherman beni proje yapmaya üniversiteye davet etti. Baskı bölümündeki lisansüstü öğrencileri ve başlarındaki hocaları Eve Wylie ile bir kitap yayımlamamı istemişlerdi. Bu kitap için mevsim konusunu paneller halinde anlatmak istedim. Bir nevi çizgi roman gibi ama sözsüz sadece renkler, şekiller ve çizimlerle oluşan bir proje oldu. Beraber yaptığımız ürettiğimiz ilk kitabım oldu. 

Tabii ki büyük bir yayın değil ama tamamen bir sanat işi (artbook) tadında. Her bir tanesi el yapımı baskılarıyla, dikişleriyle, bunların hepsi orada tanıştığım beraber çalıştığım hocalar ve aşırı yetenekli öğrencilerin sayesinde oldu. Araya salgının girmesiyle bir sürü plan ertelendi ama sanırım gelecek aylarda sitelerinde ve etrafta bu sınırlı sayıda üretilen kitabı görebileceğiz.

Bunun dışında  yan proje olarak kendi çizdiğim comicleri alıp, bir koleksiyon şeklinde toplayıp yayımlama isteğim var. Yapmak istediğim biraz yine farklı risografla üretip satışa sunmayı düşündüğüm bir proje olacak.

Bir söyleşimizde, Özge Samancı’ya kavramları biçimlere dönüştürürken, görselleştirirken yaşanılan en zor şey nedir? diye sormuştum, “En basit şekilde algılanabilecek yolu bulmak. Çünkü okuyucu ya da izleyici işi anlamak için çaba harcadıkça beklentisi de artıyor. Her kavram için bu problem tekrarlanıyor ve her kavram için değişik bir çözüm bulmak gerekiyor” demişti. Katılır mısınız, sizce? 

Kesinlikle editöryel işleri üretirken sürekli baştan yaşadığım bir durum bu ve Özge Samancı harika açıklamış. Her seferinde baştan anlaşılabilecek yolu bulmak bir yandan işi soyut tutmak ve bağlantıyı kaybetmeden işi ortaya çıkarmak bütün bunlar problem. Grafik tasarım okuduğumda projelerde problemleri çözmek adına tasarımla cevap vermemiz bekleniyordu hep. Bunu editöryel illüstrasyonda çizimle yapabileceğimi görmek beni editöryele itti. Her seferinde farklı bir konu farklı bir kavramı tekrar kağıda dökmek ve bir yandan okuyucuyla arandaki bağı kaybetmemek. Düşündürtmek ve çok da fazla ileriye gitmemek, o sınırların içinde hareket etmek, her birisi farklı bir cevap, farklı bir yaklaşım gerektiriyor. Ve art direktörle beraber bir çözüm bulmak, tam bir takım işi olması ayrı bir eğlence ve zorluk belki. Editöryeldeki kısıtlı zaman aralığında iş üretmek de ayrı bir stres. Genelde ya iki-üç günün ya da sadece birkaç saatin oluyor fikir üretip finalize etmek için.

New York Times yazarlarından Jason Farago, bir ara Louvre’daki Mona Lisa tablosunu müzeden kaldırmayı önermişti. Her gün binlerce kişinin, tablonun önünde “selfie krizi” geçirdiğini yazmıştı. Kitle turizmi ve dijital narsisizme değinmişti. Siz nasıl okuyorsun bu histerik ruh halini?

Popülerlik, dijital ortamda “Buradaydım, bunu gördüm, bunu gezdim” gibi paylaşımların ön planda olduğu zamanlarda turistlerin aslında istediği sosyal medyayı kullanarak hava mı atmak yoksa gerçekten bilgiye mi ulaşmak olduğunu düşündürtüyor bana. Galeri ve müzelerde de sanat işlerinin önünde fotoğraf çektirmek buna benzemiyor mu? Sanata gerçekten ulaşmak isteyenlerin önüne geçiyorlar bu şekilde turizmde, reklamda kullandıkça insanlar. Frick Galeri gibi müzelerdeki tecrübem daha farklı oldu. Çünkü daha içeri girmeden katı bir dille fotoğrafın yasak olduğunu belirtiyorlar. Böylece kütüphanelere benzer sessiz ve saygılı bir ortam içerisinde sanat değerlerini takdir edebiliyoruz.

Salgın tecrübesi sizi nasıl etkiledi? 

Sanırım stresin verdiği endişe  kendimi daha da fazla işlerime vermeme sebep oldu. Kafamı sürekli bu şekilde meşgul tutarak ruh sağlımı korudum. Sonucunda da ikinci kişisel sergim ortaya çıktı. Bir şekilde kendimi, çizip üreterek koruyorum, bazen farklı işlerin serilerin ortaya çıkmasına da sebep oluyor bu. Sadece editöryel işlerimle değil kendi işlerimle de bir şekilde var olmayı seviyorum.

Son dönemde sizi eğlendiren ve heyecanlandıran keşifler neler?

Whitney Museum’a Julie Mehretu’nun gelen işleri sanırım. Daha önce Moma’da görmüştüm ama şimdi daha önce görmediklerimi de göreceğim için heyecanlıyım. Onun dışında Bryant Park’a gelecek olan açık hava klasik müzik orkestralarını dinleyecek olmam. 

Son olarak, NFT üzerine de yorum almak isterim sizden.

NFT altında yatan teknoloji ilginç olmasına rağmen birçok problemi beraberinde getiriyor. Sınırsız kopyalanabilirliğin var olduğu dijital sanat dünyasına yapay bir kıtlık getiriyor. Sanatın izleyicide yarattığı etki yerine satış fiyatı üzerinden değerlendirilmesi kanısını daha da yeşertiyor. Öte yandan sanatçıların işlerinin habersiz NFT’ye dönüştürülüp satılmasına da birden çok kez şahit olduk. Küresel ısınma had safhadayken sebep olduğu enerji israfına değinmedim bile. Uzun vadede nelerin değişeceğini elbette bilmiyorum ancak kısa vadede ilgimi çekmiyor.

Gizem Vural hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz web adresine linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Become a patron at Patreon!