Vedat Milor ile “Hesap Lütfen!” kitabı üzerine söyleşi: “Kamuoyu önünde farklı bir imaj yaratılıp sunulması, günümüzde çokça rastladığımız temel bir etik sorun, bu kitaptaki amacım kendimi olduğum gibi yansıtmak”

Vedat Milor 2

“Hesap Lütfen!” bir Vedat Milor söyleşi kitabı ve hazırlayan Nurhak Kaya. Kitabın alt başlığı özetliyor çok şeyi:

“Özgün, dengeli ve  lezzetli bir yaşamın peşinde”  

Kitapta, toplum içinde yaşamanın yollarından ve  zor zamanlarda ayakta kalma stratejilerinden tutun, iş yaşamında duvara çarpmamak için önerilen yöntemlere, hayattaki öncelikleri belirlerken dikkat edileceklere kadar birçok konuya değiniliyor.

Vedat Milor, “Yeni dünyada hayatımızı nasıl kuracağız?”, “Türkiye asalak sınıftan nasıl kurtulur?”, “Yeme-içme kültürü için para şart mıdır?” sorularına da yanıt veriyor. 

Kronik etiketiyle yenice yayımlanan “Hesap Lütfen!” kitabı üzerine Milor ile görüştük.

“Hesap Lütfen!” için hemen hemen yaşamın birçok alanı ile ilgili sohbet edilmiş. “Birçok konuda fikir belirtmemi istediler. Hayat felsefesinden tutun, etiğe, çok farklı konuları ele aldık ama temasal bir bütünlük de var. Günümüzdeki insanların temel sorunlarından tutun da arkadaş ilişkilerine, yalnızlık, boş zaman değerlendirme, yaşamda taviz verme, yurtdışında yaşamanın avantaj ve dezavantajları. Yaşama dair konu konuyu açtı diyebilirim. Hemen hemen her konuya değindik, aşk, arkadaşlık, boş zamanları nasıl değerlendirirsinizden tutun da sevdiğim kitaplara, filmlere kadar” diyor Milor. 

Kronik Yayınları’nın başlattığı söyleşi serilerini de hatırlatıyor: “Yayınevi seriye Yenal Bilgici’nin hazırladığı İlber Ortaylı ile yapılan söyleşi kitabı “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” ile başlamıştı, ikinci kitap Doğan Cüceloğlu’nun konuk olduğu “Var mısın?” idi. Hazırlayan: Deniz Bayramoğlu. Benimkisini de Tuhaf Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Nurhak Kaya yaptı. Daha önce tanışmıştık ve yıldızımız barışmıştı, karşılıklı beyin dalgalarımız tutmuştu. Onunla yaptığımız söyleşi sonrası yayınevi taslağı birkaç kişiye daha okuttu, Yenal Bilgici de onlardan biriydi, okuduktan sonra o da bana ek sorular sordu. Kitap daha da kapsamlı hale geldi. Yaşamın her alanında gençlere çokça tavsiye var. Türkiye tarihi ile ilgili detaylara veya sosyolog tarafımı da ortaya çıkardığım yerlere rastlayacaksınız. Daha çok günümüzle ilgili, çağdaş değerlendirmeler.”

Sorularım ve kendisinin yanıtları şöyle: 

Kitabı hazırlamak ne kadar sürdü? 

İki sene diyebilirim, araya salgın girdi ve uzun bir zaman dilimine yayıldı söyleşi. Yavaş yavaş, ağır ağır acele etmeden… 

Yaşanılanları aktarırken duygular ile mi yoksa berrak bir akılla mı yol aldınız?  

Bunu okuyucu değerlendirecektir. Düşünce tarzım nasılsa aynı şekilde aktardım ama her insan gibi duygulardan da muaf değildim tabii. Değindiğim her konuyu mümkün olduğu kadar açık ve herkesin anlayacağı şekilde aktarmaya çalıştım, bu bir söyleşi olduğu için çok açık olmayan bir şey var ise karşı taraf açıklama yapmam için ek sorular iletti, James Joyce türü bilinç akışı gibi bir kitap değil tabii. Bu bir söyleşi kitabı ve yeterince açık ve berrak olduğunu düşünüyorum. İçime sindi. 

Peki, “Bu kitabın amacı nedir?” diye sorsam…

Amacı hayata genel yaklaşımım gibi. Benim genel yaklaşımım seçicilik üstüne. Hayatta her konuda seçiciyimdir, bunda da öyle olmasını istiyorum. Herkese kendimi beğendirmek, sevdirmek diye bir niyetim yok. Hatta kitabı herkes beğenirse bir yerde yanlış yaptığımı düşünmeye başlarım. 

Neden?

Çünkü, herkese hitap etmek için suya sabuna dokunmadan konuşmak lazım. Halbuki birçok konuda değer yargılarım olduğu için bunları çekinmeden belirttim. Yani amacım kendimi olduğum gibi yansıtmak. Bir imaj yaratmak değil tam tersine bu konuya çok tepki duyan biriyim. Kamuoyu önünde farklı bir imaj yaratıp sunulması gibi günümüzde çokça rastladığımız bir nevi temel bir etik sorunu var. Kamuoyu önünde tanınan insanlar, Hollywood yıldızlarından başlayarak, ülke farketmez çoğu göz önünde insanda bu böyle.

Bir nevi proje insanlar sanki değil mi?

Evet, aynen öyle, belli bir imaj oluşturmaya çalışıyorlar. Ben de buna tepkili bir insan olduğum için bunun tam tersi bir çaba güttüğümü söyleyebilirim. Her zaman benim takdir ettiğim insanlar tarafından takdir edilmek isterim, tanıdığım ya da tanımadığım. Bunun dışında özellikle temel değerler konusunda çok ayrıldığım insanların beni takdir etmesi gibi bir kaygım yok. Kitapta görüşlerimi dobra dobra ifade ettim. Aman kimse alınmasın, kimse üzülmesin gibi bir endişem olmadı. 

Bu biraz da şu an geldiğiniz noktadan memnun olduğunuzu mu gösteriyor?

Çocukluğumdan beri bu böyle. Başkalarının hoşuna gitmek için değil, düşündüğüm gibi konuşur ve davranırım. Hiçbir zaman söylediklerimle belli insanların suyuna gitme kaygısı gütmedim. 

Özdeğerinizin farkındalığı ile ilgilidir belki bu?

Kitapta özsaygı, özgüven gibi konulara da giriyoruz. Tabii başkalarından farklıyım diye bir iddiam yok. Benim gibi birçok insan var dünyanın her tarafında. Benden daha üstün olanlar da var elbette. Belki belli bir imaj yaratmaya karşı özel bir antipatim var. 

Peki, geçmişinize şefkatle bakabiliyor musunuz?

O kadar olgunlaşacağımı zannetmiyorum. Geçmişte beni acıtan şeyler tabii ki oldu ama yine acıtıyor. Yine kabul edemiyorum. 

Gerçekliği derinliğine anlayabilmek için biraz da zaman geçmesi gerekiyor diyebilir miyiz? 

Tabii ki, diyelim ki tarihi bir olayı ele alıyorsunuz, olayın üstünden zaman geçince daha derinliğine değerlendirme yapma şansınız var çünkü daha çok döküman ortaya çıkıyor. Fakat kişisel olarak bahsediyorsak, olayı yaşadığınız an duygular çok güçlü, özellikle kadın-erkek ilişkilerinde söz konusu bu. İnsan belli bir ilişki yaşarken çok güçlü duygulara sahip oluyor, aradan zaman geçtikten sonra baktığında farklı görüyor olayı. Ne zaman işin içine cinsellik girerse o zaman duygular daha güçlü oluyor. O duygu yoğunluğunda olanı biteni soğuk kanlı değerlendirmek gerçekten zor. Bir şeyi çok istemişsinizdir olmamıştır, aradan zaman geçtikten sonra o şeyin olmamasının daha iyi olduğu kanısına varırsınız. Ya da olmuştur, çok istemişsinizdir, biraz zaman geçtikten sonra, “keşke olmasaydı” demişsinizdir. Özetle, işin içine güçlü duygular girince doğru karar vermek daha zor olabiliyor.

Yirmili yaşlarınızdaki size nasihat etme şansınız olsa neler derdiniz? 

Nasihat değil ama, “Ne karar aldıysan, doğru yapmışsın” derdim. 

Mesela?

Mesela, eş konusunda doğru seçimi yaptığımı düşünüyorum. Şarap üzerinden bir örnek vereyim, bir şarap piyasaya çıktığı zaman beğenirseniz, yıllandıktan sonra beğenmeseniz bile olumlu bir işaret bu. Ama piyasaya çıktıktan sonra beğenmezseniz yıllar sonra da beğenme şansınız yok. İnsan ilişkileri de öyle, diyelim ki  şu an 25 yaşlarındayız, flört etmeye başladık, Işıl diyor ki “Vedat’ın şu tarafı hoşuma gitmiyor, ileride değişir umarım”, istediğin kadar kendini kandır, hiçbir şekilde değişmez çünkü insanın huyları değişmez. Tabii herkese göre cazibe değişir orada mutlaklar yok ama ne aradığını bilmek önemli. İlk başta çok şey uyuşuyorsa bu ileride de uyuşacağına bir garanti değil elbette ama baştan birçok şeyde farklıysan ve bu seni rahatsız ediyorsa ileride bunların iyice ayyuka çıkacağı aşikar, birbirinize sevgi ve saygınızı kaybedeceğiniz garanti. Şanslıyım ben çünkü ne aradığımı biliyordum. 

Vedat Milor ve eşi Linda

Yirmilerimdeyken verdiğim ve sonrasında mutlu olduğum bir karar da kendi kariyerimi eşime endekslemek oldu. O yıllarda Türkiye’de kalma niyetindeydim ama Linda’yı zorla Türkiye’ye getirmek istemedim. Tanıştığımız zaman o üniversite son sınıftaydı. Daha doktoraya başlamamıştı. Fizik ve matematik okumuştu. Doktorasını da deneysel fizikte yapmak istiyordu. Ben onu biraz da ısrarla, elektrik mühendisliği ve bilgisayar alanına yönelttim. Bu alanlar o sıralar epey gelişiyordu. Türkiye’de de kolay iş bulur diye düşünmüştüm. Kabul etti, doktorasını elektrik mühendisliğinde yaptı. Türkiye’ye yerleşmeyi düşünüyorduk fakat biraz araştırdıktan sonra bizim açımızdan bunun doğru karar olmayacağını düşünmeye başladık. O zaman kendi kariyerimi ona endeksleme yolunu seçtim, baştaki planın tam tersi. O zamanlar emin değildim ama şu andan bakınca verdiğimiz kararın çok doğru olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de olsa harcanırdık belki, ağam-paşam kültürü içinde akademide çok şansımız olmayabilirdi. Hele kadın olarak orada olmak çok çok zor. Akademinin durumu ortada. Boğaziçi’nde yaşananları görüyoruz, eşim çok mutsuz olurdu. 

Peki, geçmişe dair hiç pişman olduğunuz bir şey yok mu? 

Geriye dönüp baktığımda tek pişmanlığım tenise yedi yaşındayken başlamamış olmak sanırım. Fehmi Kızıl Hoca vardı, eskinin büyük tenisçilerinden, ondan sadece bir ders almıştım, devamı gelmedi çünkü aileme beni sürekli derse götürmek zor geldi. Bu yüzden 19 yaşına kadar tenis pek hayatımda olamadı. Hayatımda bir şeyi değiştirsem onu değiştiririm. 7 yaşındayken, ısrar ederdim aileme, “Ne yapın edin, beni seviyorsanız beni tenise yazdırın” derdim. Belki dünya şampiyonu olamazdım ama iyiydim doğrusu. 

Kitaba dönecek olursak, içerdiği tarihsel süreçler ve kavramlar hakkında okuyucunun nasıl bir bilgi birikimine sahip olduğu farz edildi?

Her kitaba, her okuyucu kendi birikimini birlikte getirir,  o yüzden söylediğiniz, yaptığınız her şey yazılı hale gelince elbette ki insanların birikim düzeyine göre farklı şekilde yorumlanacaktır. Ben özel bir şey gütmedim. Reklam yapar gibi bir hedef kitlesi belirlemedim. Okuma-yazma bilmek bu kitapta anlatılanları anlamak için yeterli. 

Sosyal medyada paylaşılan birçok mesaja mizahi yaklaşıyorsunuz. Dünyanın hakikatinin sert şeylerden ibaret olmadığını unutmamak için mi bu çaba?

Sosyal medya mizaha çok elverişli bir mecra, özellikle akademik bir tartışma gibi konuyu derinlemesine ele alıp incelemeye pek müsait değil. O yüzden ironinin sosyal medyaya çok uygun olduğunu düşünüyorum. Tabii sosyal medyada da farklar var. Özellikle Twitter ironiye çok uygun. YouTube’de daha detaylı, daha bilgilendirici program ve söyleşiler yapmak mümkün. Hangi sosyal medya olduğuna göre hareket edip farklı strateji izliyorum. Kendim sosyal medyayı izlerken insanlardan fikir alıyorum, ironiyi bu şekilde kullanan Yale Üniversitesi’nden felsefe ve hukuk profesörü Scott Shapiro var hoşuma gitti, ayrıca kitabını da okudum, ondan ilham alıp bunun tam aradığım etkin iletişim yolu olduğuna karar verdim. Güzel gidiyor şimdilik. İzleyicilerimin pek çoğu çok güzel yorumluyor paylaşımları. 

Bir gün Twitter’dan sizinle paylaşılan yorumlar da ilham nedeni olup size kitap yazdıracak diye düşünmüyor değilim. 

Harika, özellikle şu anda Türkiye herkesin fikrini rahatça, korkusuz bir şekilde ifade ettiği bir ülke sayılmaz. İroni genelde çok etkin. Mizah bu tip kapalı ortamlarda ve baskıcı toplumlarda her zaman geçerli bir iletişim yolu. Tarihte de böyleydi bu. 

Kitabı okurken de çokça gülümseyecek miyiz? Okuyanın mevzularla, kavramlarla ilişkisini etkilemesi açısından mizahı yaklaşımın dozajını ayarlamak önemli midir sizce? 

Güzel bir soru ama yanıtlamak zor. Tek amacım sorulan sorulara verebileceğim en iyi cevapları vermekti. Düşüncelerimi izah etmek ana amaçtı. Gündelik olaylar hakkında fikir belirtmek değil, genel bir çerçeveye oturtarak herkesin okuyup üstüne düşünebileceği, sorular sorabileceği, kendine göre dersler çıkarabileceği bir kitap oldu.  Bu açıdan bakarsanız böyle bir kitabı ben okusam, 25 yaşında farklı sonuçlar çıkarırdım, 55 yaşında farklı. Bu kitabı farklı zamanlarda okuyan aynı kişi belki ilk başta farkedemediği belli nüansları görüp farklı bir açıdan da yorumlayabilir söylediklerimi.  

Söyleşide sizi çok şaşırtan bir soru geldi mi?

Gelmedi ama söyleşiyi yapan Nurhak Bey derinliği olan bir genç. Edebiyatla uğraşıyor, Tuhaf Dergisi’nde yaptıklarını beğeniyorum. Psikoloji de okuyan bir insan. Son derece güzel sorular sordu, soru soruyu açtı, o açıdan bakarsanız herhangi bir eksik varsa onlar benimdir. Düşüncelerimi mümkün olan en derinlikli şekilde ortaya koymam için çalıştılar. Ülkede çokça rastladığımız sansasyon yaratacak, kısa dönemde satmaya yarayacak ifşalar peşinde değildi. Tam tersine iyi bir düşünce yakaladığı zaman onun üzerine gitti. Çok doyurucu bir söyleşi oldu benim için. Herhangi bir işi yaparken siz zevk aldıysanız sonuç da güzel oluyor. Örneğin, lokantada da benzerdir bu durum. Yaptığı yemeği yemeyen şefler vardır. Genellikle o yemeği mutsuzken yapmıştır. O tabağa yansır, yiyen de pek sevmez. Şef çok mutlu olduğu zaman, gerçekten bir şekilde o lezzet olarak yansıyor tabağa. Bizim söyleşi süresince, iki taraf da bu sohbetten zevk aldı diyebilirim. Zorlama olmadı. Akıcı oldu. Bu yüzden umuyorum ki, bu haleti ruhiye sayfalara da yansıdı. Okuyucu da zevk alacaktır, tepki verecektir. Bazıları negatif tepki verecektir ama en azından tepki verecektir diye düşünüyorum ve umuyorum. 

Milor adının nasıl ortaya çıktığını merak ediyordunuz. Kitap için iz sürerken bu sorunun yanıtına da ulaştınız mı?

O soruların yanıtı ayrı bir kitap olarak çıkacak. O kitap üzerine de çalışıyorum. Ailemin iki tarafında da, Türkiye tarihine damgasını vurmuş isimler var. İki büyük dedem arasındaki mücadele ABD’de gerçekleşmiş olsa Hollywood, Oscar’lık film malzemesi çıkartırdı. Bir tarafta Milli Mücadele’yi Konya’da örgütleyen, Atatürk’ün dostu din adamı dedem, diğer tarafta ise padişaha ölümüne sadık dedem. 

Babaannemin babası ve annesi Konya’nın çok ileri gelen bir ailesinden. Karahafız Medreseleri var. Babası çok iyi Arapça biliyor, din adamı ve baştan Atatürk’ün yanında ve ölene kadar Meclis’te kalıyor. İkinci Meclis’te girip beşinci Meclis’te vefat edene kadar kalıyor. Annesi ise Kuvâ-yi Milliye’yi örgütleyen dört kadından biri. Kuvâ-yi Milliye Kadınlar Cemiyeti kuruyor. Diğer üç kadından iki tanesi de yakın akraba. İki aile de medrese sahibi. 

Babaannem 16 yaşındayken piyano çalıyor bir fotoğrafta, “Sarıklı adamın kızı piyano çalıyor, bu nasıl olur?” diye sordu biri geçen Twitter’da. Bu insanlar İslam alimi. Dine esas olarak bakıyorlar ve üstelik de Mevlana soyundan geliyorlar. Düşünsem  bu durumun bir çelişki olacağı aklıma gelmezdi. Benim övüneceğim bir şey.

Diğer tarafım annemin dedesi Damat Ferit zamanında dahiliye nazırlığı, Konya’da Elazığ’da valilik yapmış biri. İleri gelen bir bürokrat. Konya Valisi iken Atatürk’ü şehre sokmuyor. Adama Artin Cemal deniliyor. Özetle, Cemal Bey padişah yanlısı ve Milli Mücadele’nin köküne kibrit suyu dökmeye and içmiş. Film gibi hikayeler var. İki dede karşı karşıya geliyor. İki jenerasyon sonra çocukları evleniyor. 

Geçenlerde Twitter’da da ailenize dair paylaşımlar olmuştu… 

Evet, doğru bilgi de var ama yanlış daha fazla ve çirkin olan ise mesajlarda çoğunlukla ırkçılık ve antisemitizm var. Hikayenin doğrusunu üzerinde çalıştığım ikinci kitabımda okuyacaksınız.

Kimi insanlar aidiyet konusunda çok hassas olabiliyor. Sizde durum nasıl? 

Aidiyet, güzel başlık. Çocukluktan beri öğrendiğim, insanın hiçbir şekilde kim olduğu ile nereden geldiği, ailesi ile övünmesi ayıptır, günahtır, çirkindir. Herkes kendi yaptıklarından sorumlu ve hesap verir. Fakat ailemin yaptıklarına baktığım zaman, Türkiye tarihinde özellikle dede, dedelerin babaları çok ciddi rol oynamışlar. Cumhuriyet tarihinde. Demin de bahsettiğim üzere, Atatürkçü de var, Atatürk’e karşı çıkan da. Annemin babası, dedem maliye bakanı ve koyu bir Atatürkçü, onun babası padişahçı. Babaannemin babası beş dönem Kuvâ-yi Milliyeci. Medrese sahibi ve aydın bir din adamı. 

Ailem inançları doğrultusunda yaşamış. Hiçbir zaman rüzgar gülü gibi eğilip bükülmemişler. Rüzgar nereden geliyorsa o tarafa geçiyor günümüzdeki bazı insanlar. Doğru bildiklerini sonuna kadar devam ettirmişler, öyle de yaşamış ve gurur duymuşlar. Türkiye tarihine de bir etkileri olmuş. Gerek aydın bir din adamı olarak gerek cumhuriyetin kurucusu olarak. Geriye baktığım zaman o insanlarla gurur duyuyorum. İki şey öğrendiysem bir tanesi hiçbir zaman ne aileyle ne de geçmişle övünmemek gerekir, insanın kendisinin kim olduğu önemlidir. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. İkincisi de kendin doğru yaptığına inanıyorsan hiç kimseye kulak asma. Kendi kendine hesap verirsin. Sen doğru bildiğini yap. 

Son dönem en çok ne dertlendiriyor sizi? 

Toplumla yaşarken canımızın sıkılmaması mümkün değil.  Şu an dünyanın bilmediğim bir ülkesinde koronavirüse yakalanan ve ölenleri duyduğumda da üzülüyorum tabii ki. Son dönem bana ulaşan çirkin mesajlar da canımı sıkıyor, şöyle ki yolda yürürken at pisliğine basmak gibi bir his çünkü o pisliği temizlemen lazım ki kir elbiseye bulaşmasın. Çok ezik insan var ve bu insanların hep olacağını bilmek, onlarla aynı havayı soluduğumu bilmek canımı sıkıyor. Tabii iki can sıkıntısını ayıralım biri trajedi, diğeri at pisliği.

Peki can sıkıntısı ile başa çıkarken dayanağınız ne?  

Ailem ve arkadaşlarım. İnsanın iyi bir ailesi ve arkadaş çevresi olması büyük şans. Tabii bu şansı  biraz da kendin yaratıyorsun. 

Son soru: Yaşamı çokça kucakladığınızı söylesek yanılır mıyız?

Duyularımı mümkün olduğu kadar çok kullanmaya çalışan biriyim. Çevremde güzellikler arttıkça o kadar mutlu oluyorum. Yaşadığım mahalleden tutun da yediğim yemeğe kadar seçimlerimi titiz şekilde yapmaya çalışıyorum. Genel olarak duyularımı köreltmemeye, yaşamın hakkını vermeye çabalayan biriyim. Bourdain’in bir lafı çok hoşuma gitmişti: “Vücuda bir mabet gibi değil bir eğlence parkı gibi bakın”. Ama tam yapamıyorum. Tatlıyı fazla kaçırınca suçluluk duyuyorum. Birkaç gün fazla yiyip kilo alsam hemen dikkat etmeye başlıyorum. Suçluluk duymuyorum diyemem ama vücudunuzu eğlence parkı gibi görmek de güzel. Tabii söylemesi yapmasından daha kolay. 

Become a patron at Patreon!