İzmir’de gözaltına alınan sendikacı Yazıcı: Geride serbest kalmamıza dahi sevinemememizin hüznü kaldı
16 Mart Cuma günü sabah saatlerinde gözaltına alınan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası (Tüm Bel Sen) İzmir 1 Nolu Şube Başkanı Çağdaş Yazıcı, İzmir’de sendikal faaliyetleri gerekçe gösterilerek bir hafta önce gözaltına alınmıştı, dün çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Yazıcı, gözaltına alındığı gün ne yaşadığını, neden alındıklarını, şu an ne hissettiğini T24’e anlattı.
“Mart ayı, dert ayı”
İzmir’in bilinen emekçi semtlerinden birini, Onur Mahallesi’ni tepeden gören bir apartmanda yaşadıklarını, 15 Mart Perşembe günü sabahı, daha sabah ezanı okunuyorken aralıksız helikopter sesleri ile uyandıklarını, Onur Mahallesi’nin abluka altında oluşunu, iki helikopter eşliğinde yaklaşık iki saatlik bir polis operasyonunu balkondan izlediklerini, o gün o mahalleden onlarca kişinin gözaltına alındığını ifade eden Yazıcı, “Böylelikle biz de “baharın geldiğini” anlamış olduk. Zira, memlekette her daim iktidar olan egemen bakış açısına göre “Mart ayı, dert ayı” idi ve cemrenin toprağa düşmesi ile değil, polis operasyonları ile geldiği anlaşılırdı.” dedi.
“Bu evde bebek var. Sakin olacaksınız. Biz haklarımızı biliyoruz.”
Yazıcı, 16 Mart Cuma sabahı ne yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Sabah kapımız çalındı. Çalındı dediğim, sabah altıyı on geçe kapımızı kırmaya çalıştılar. Önce evinize hırsız-uğursuz mu musallat oldu diye içinizden geçiyor uyku sersemliği ile. Ama sonra hızla hırsızların daha sessiz çalıştıklarını hatırlayıp kapı kırma adetinin başkalarına ait olduğunu anımsıyorsunuz. Kırmaya çalıştıkları kapıya koştum ve hiçbir şey olmamış gibi “kim o” diye davetsiz misafirlere seslendim. “Aç kapıyı! Polis!” cevabından sonra bir yandan kilitleri açmaya diğer yandan da konuşmaya başladım. “Bu evde bebek var. Sakin olacaksınız. Biz haklarımızı biliyoruz.” Kapı açılır açılmaz karşımızda kurşun geçirmez bir kalkanın ardından bizlere yöneltilmiş namlular çıktı. “Yere yat!” komutları eşliğinde derdest edilmeye çalışılırken gözümün önünden bir an da olsa Dilek Doğan geçiverdi. Bu bir gözaltı işlemi ise neyle suçlandığımızı tebliğ etmeleri gerektiğini, arama kararını görmek istediğimi söyledim. Bunun üzerine Özel Harekat’ın maskeli timleri biraz kenara çekildiler ve TEM’e bağlı polisler önce yüz üstü yatırıp, arkadan kelepçelediler. Sonra da arama kararını gösterip, hakkımda ihbar olduğunu, “terör örgütü”ne yönelik bir soruşturma kapsamında gözaltında olduğumu söylediler. Sonraki bir buçuk saat biraz çekişmeli geçti.”
Nasıl?
Kapının gürültüsüne uyanan üç yaşındaki kızımın tepeden tırnağa silahlı insanlarla karşılaşmamasını ve tekrar uykuya dalabilmesini başardık mesela. Eşimin bilgisayarını kurcalarken “İtalyan Sineması ve Faşizm” başlıklı tez çalışmasını görüp, “bunu alıyoruz” diyen memura yine eşimin sinema, estetik, siyaset ilişkisi anlatarak gelen ekibi yıldırması ve bilgisayarımızı kaptırmaması da hatırladıklarım arasında. Ayakkabıları ile evimize girmeye çalışan Özel Harekatçı polisleri uyardığımızda, “her şey bitti, ayakkabı ile eve girmemiz kaldı” diyen memura “sizin evde temizlik işlerine hanım bakıyor herhalde” demesi, kadın hakları üzerine zılgıt yiyen polisleri meslektaşlarının dışarıya alması da anımsadığım bir diğer şey.
Gün ağarırken evimizdeki yaklaşık iki bini aşkın kitaptan zorlaya zorlaya yasal bir partinin tüzüğünü ve ihbarcılığıyla nam salmış bir sendikanın KESK ve sendikamız Tüm Bel-Sen’i karalamak için el altından dağıttığı, yandaş medyada KESK ile çıkmış haberlerden derlenmiş, hakkında yaklaşık bir buçuk yıl önce de suç duyurusunda bulduğumuz beş sayfalık bir fotokopi destesini alıp gittiler. Beni de yanlarında götürdüler.
Sendikal mücadeleden dolayı orada olduğunuzu ne zaman anladınız?
İlk, kötü ünüyle bilinen TEM Bozyaka nezarethanesine gittiğimizde bir tuhaflık olduğunu sezdim. Gözaltı demek her zaman için kelepçelenmek, beklemek, kelepçelerin şu ya da bu işlem için çözülmesi, sonra yeniden takılması, sonra yeniden beklemek, bol bol ayakta durmak, kelepçelerin anahtarlarının bulunamaması ve biraz daha beklemekti. Ama bu sefer her zamankinden biraz daha fazla bekledik. Çünkü İzmir Emniyet Müdürlüğü’nün Bozyaka binasının müdavimleri değil, daha önce önünden dahi geçmemiş onlarca insan getirilmişti. Tüm afra tafralarına rağmen polislere bile bir bezginlik hakimdi. Yaptığı işe inanmayan insan psikolojisi ve iş yükü artmış devlet memuru huzursuzluğundan başka bir şey okunmuyordu gözlerinden. Şube başkanı olduğum sendikanın idari sekreterini ve KESK’ten bir başka arkadaşı daha orada “misafir” olarak görünce tablo benim için netleşti. Daha sonra polis sorgusunda da gördüğümüz üzere tümüyle İzmir Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşlarında yürüttüğümüz sendikal mücadeleden dolayı oradaydık.
Dosyada hangi bilgiler vardı?
Bizim yapmaktan kıvanç duyduğumuz, ballandıra ballandıra anlattığımız, iş güvencesi için yürüttüğümüz faaliyet; Reza Zarrab davası ve Man Adası belgeleri ile kamuoyuna mal olan yolsuzluklara, emekçilerin yaşadığı derinleşen yoksulluğa, yalana, talana karşı çıkarttığımız, işyerlerimizin önünde dağıttığımız bildiriler; KESK Genel Merkezi’nin 16 Nisan referandumu öncesinde çıkarttığı, üzerinde sadece “Hayır!” yazan afişler “suçlarımızın delili” olarak dosyamıza girmişti. Bu deliller de üç adet isimsiz ihbar maili ile Emniyet’in bilgisine arz olmuştu.
Oysa biraz yakından baksalar, uyduruk ihbar mailleri üzerinden değil, sendikamız Tüm Bel-Sen’in web sitesi ve sosyal medya hesaplarından ilgili içeriklerin tamamına ulaşmaları zaten mümkündü. İhbar maillerine ek olarak konan, bizi bildiri dağıtırken gösteren fotoğrafları bile zaten biz çekmiş ve yayınlamıştık. Bunları “kimin talimatı” ile yaptığımızı sormaları, onların ifadesiyle “Türkiye’nin finansmanına darbe” amacı taşıyıp taşımadığımızı sormaları ise bizi sadece gülümsetti. Bizleri itibarsızlaştırmak için sarı sendikaların attığı yalanlardan derlenen, güya isimsiz ihbarlara dayandırılan iddiaları daha sorgudayken gülümseyerek çökerttik.
Peki geride ne kaldı?
OHAL’le uzattıkça uzattıkları gözaltı süresiyle yedi günü aşkın süre Bozyaka’da kaldık. 23 Mart’ta çıkartıldığımız mahkemede adli kontrol şartı kısıtlaması dahi konmaksızın serbest bırakıldık.
Geride serbest kalmamıza dahi sevinememizin hüznü kaldı. Zira geride, İzmir’in tüm emekçi semtlerinden, varoşlarından apar topar getirilen, Kadifekaleli, Buca Kuruçeşmeli, Menemen Asarlıklı, Onur Mahalleli inşaat işçisi, konfeksiyon işçisi, fırın işçisi yüzü aşkın yeni edindiğimiz arkadaş kaldı. Muhtemelen önemli bir kısmı adli kontrol şartıyla serbest bırakılacak ama bir kısmı da bundan üç yıl önce duysanız gülüp geçeceğiniz iddialar yüzünden tutuklu olarak yargılanacak. Geride, geçmişte tek kişi kalınılan, bugün ise balık istifi biçiminde beş ya da altı kişi kalınıldığı için, yere serilen battaniyelerle birer şark köşesine dönen hücrelerde söylenen türkülerin, Kürtçe klamların yankısı kaldı. Geride, geçmişte “Bozyaka Cehennemi” diye anılan TEM nezarethanesinde attığımız, uykusuz bırakan kahkahaların çınlaması kaldı. Geride, açlık grevinde olduğu için biraz süzülen, kemerleri alındığı için pantolonlarını çeke çeke volta atan devrimci dostlarımızla ettiğimiz sohbetlerde parıldayan inanç kaldı. Geride derme çatma iddialarla kapımıza dayanan, biz başı dik yürüdükçe süklüm püklüm olanların biz çıkarken, bizi bir an olsun yalnız bırakmayan onlarca arkadaşımızla sevgiyle kucaklaşırken gözüme takılan hasetle bakışları kaldı. Geride dört milyonu aşkın insanın yaşadığı bir kenti yüz kadar insanı gözaltına alarak korkutmaya, rehin almaya çalışanların beceriksizliği, başarısızlığı kaldı.
Şimdi ne yapıyorsunuz?