Ergün Kırlıkovalı’ya ABD’den ‘Göçmenlik Onur Madalyası’

ergun_k

Birçoğumuzun yakından tanıdığı işadamı, ATAA’nın gelecek dönem başkanı Ergün Kırlıkovalı, her yıl ABD’deki başarılı göçmenlere verilen “Ellis Island Medal of Honor” Ellis Adası Onur Madalyası’na layık görüldü. 

Ellis Adası Onur Madalyası , hem işlerinde başarılı, Amerikan sistemine tam uyum sağlamış hem de bunları başarırken kendi kültürünü, tarihini, toplumunu asla dışlamamış olan Amerikan vatandaşlarına veriliyor. Kırlıkovalı’nın ismini listede gördüğümde açıkçası şaşırmadım. Kendisi sıfırdan başlayıp başarıya ulaşmış ve her daim kendi etnik, kültürel kimliğini yüceltmiş ve Amerikan sistemine monte etmiş bir isim.

Ergün Kırlıkovalı, 1952’de İzmir’de doğmuş. Babası yüksek orman mühendisi Ratıp Kırlıkovalı. “1912’de bir yaşında bebekken Selanik’ten son trenle İstanbul’a kaçırılan binlerce Türk bebeği ve çocuğundan bir tanesiyim” diyor o günleri anarken ve ekliyor: “Hikayesi çok hazindir. Kırlıkova köyünde babamdan başka hayatta kalan yoktur. Bulgar ve Yunan komitacılar, birinci Balkan Savaşı’nda, işbirliği yaparak o bölgedeki tüm Türk köylerini (Drama, Çatalca, Doksat, Kırlıkova ve diğerlerini) etnik temizlikten geçirmişler. Anneler, babalar ya geride kalıp savaşıp ölmüşler, ya da kılıçtan geçirilmişler. Kaçırılabilen çocuklar kaçırılmış. Babamı Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’da büyütüyor, Türkiye Cumhuriyeti de okutuyor. 1939’da annemle evleniyor.”

Anneniz? 

Annemin hikayesi de en az babaminki kadar hazin. Onlar da Üsküp’ten kaçma. Orada da Sırp ve Makedonlar Türkleri etnik temizlikten geçiriyorlar. Annemin ailesinin yarısı kesildiği, yarısı kurtulduğu için babamın ailesine oranla daha şanslılar, tabii buna şans denebilirse. Ben annem, anneannem ve birkaç aile ferdinin hayatta kaldıkları için Allaha şükrettiklerini, bunu yaşama tekrar sarılmak için bir mutluluk nedeni saydıklarını hatırlarım. İşte böyle bir anne ve babanın çocuğuyum. Ailemde beşi erkek ve ikisi kız olmak üzere, toplam sekiz kardeşiz.

Peki, bu hazin hikayelerin anlatıldığı bir evde mi büyüdünüz?

Hayır, şunu net olarak söylemek isterim ki ailemizde ne annem, ne de babam asla ve asla çocuklarını karşılarına alıp tarihlerini, geçmişlerini hikayelerini anlatmış değildir. Bu diğer Türk aileler için de böyledir. Kimse çocuklarına anlatmaz trajedilerini. Türkiye’de herkesin aile hikayesi üç aşağı beş yukarı zaten aynı olduğu için bu konular ilginç veya çekici de bulunmaz. Adına kültür deyin, ileriye umutla bakmak deyin, ne derseniz deyin, geçmişler anlatılmaz. Ben bu hikayeleri annem misafirlerle konuşurken dinledim. Çocukları pek adam yerine koymadıklarından olacak, çocukların yanında bu tür konular serbestçe konuşulur. Sanki çocukların hafızası yokmuş gibi… Sanki o çocuklar hiç büyümeyecekmiş gibi…

Öğrencilik yaşamı

Kırlıkovalı, ilk ve orta okulu İzmir’de okuduktan sonra, Robert Kolej’in giriş sınavlarını kazanmış ve İstanbul’a gitmiş. Liseyi Robert Kolej’de, üniversiteyi ise Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünde 1974’te tamamlamış. Ardından İngiltere’deki Manchester Üniversitesi’nde Polimerler üzerine lisans üstü çalışmalarını tamamlamış.

1977’de Deniz Kuvvetleri’nde yedek subaylığı sona erince bir süre İstanbul’da çalışmış.

“ABD macerası nasıl başladı?” diye soruyorum…

İlk olarak, ‘iş yok, iş bulamıyoruz’ denilen İstanbul’da ilk başvurusunda işe girdiğinden bahsediyor. Ardından yine ilk başvurularda ve daha fazla para için ikinci ve üçüncü işlere geçmiş. En son işinde aylık maaş dışında artı iki maaş ikramiye almasına rağmen, kazandığı para ile eli ayağı düzgün bir apartman dairesi tutup zevkine göre döşeyemediğini söylüyor ve ekliyor: “Araba almayı ise tamamen unutmak gerekti. Üstelik Türkiye’ye yabancı gelin getirecektim. Planlar o zamanlar öyleydi. O kıza böyle anlamsız bir yoksulluk çektirmeye hakkım olmadığını düşündüm. Zaten kafamda bin türlü fikir, plan ve proje vardı ve yaptığım işler beni ne madden ne de manen tatmin ediyordu. Yani, anlayacağınız, patlamaya hazır bir volkandım ve koca İstanbul bana dapdaracık gelmeye başladı. Amerika’dan gelen tekliflere şimdi artık daha sıcak bakıyordum. Sonunda evlenip eşim ile birlikte 1978’de ABD’ye kesin göç kararı ile ayak bastık ve bir daha da geri bakmadık.”

O dönem Türkiye’de iş vardı, ama para yoktu, öyle mi? 

Aynen öyle… Mesleki tatmin hiç yoktu. Size hemen anlı şanlı kartvizitler bastırılıyor, dayalı döşeli şahane ofisler veriliyor, patronlarla yemek yemeniz sağlanıyordu. Ama verdikleri maaş ile İstanbul’un güzel bir yerinde bir apartman dairesi kiralayamazdınız, dayayıp döşeyemezdiniz, araba filan hiç alamazdınız. Yani bütün bunlar başka başka şeyler.

1978’de Türkiye ile ABD arasındaki fark neydi? 

ABD’ye yerleştikten sonra oniki ay dolmadan kendi evinize sahip olmak, karı-koca iki güzel işinizin olması, garajınızda da iki yeni arabanızın sizi beklemesi; diyebilirim. Şimdi tabii durumlar tamamen farklı. Bir kere Türkiye şimdi dünyanın 16 ıncı en büyük ekonomisi. Şimdi iyi işler var, iyi paralar ödüyorlar. Tersine göç başladı bile. Bizim zamanımızda Türkiye öyle miydi? Ampül, şeker, yağ almak için bile kuyruklara girerdiniz. Telefon almak için postaneye dilekçe verir, senelerce sıra beklerdiniz. Telefonu olmak bir sosyal statü belirleyicisi idi. ‘Falanca şahıs o kadar zengin, o kadar varlıklı ki, hem evinde hem işinde telefonu, üstelik altında da gıcır gıcır arabası var’ denirdi… Bilmem anlatabiliyor muyum?

ABD’de ilk nerede çalıştınız?

İlk üç yıl San Francisco körfez bölgesinde çalıştım. Depremde çatlayan betonu yapıştırıp eski halinden bile daha kuvvetli hale getiren özel polimer yapıştırcılar, binalarda su-geçirmezlik yaratan polimer temelli özel kaplama malzemeleri geliştirdim. Arkasından, yine daha fazla para için, Los Angeles’tan gelen bir iş teklifini kabul ettim. Bu sefer Hava ve Uzay (Aerospace) sanayiine girdim. Orada metalden daha hafif ama daha kuvvetli polimer bağlayıcılı kompozit maddelerin geliştirilmesinde iki yıl çalıştım. En sonunda New York’ta yeni kurulan bir İngiliz fabrikasından gelen çok cazip bir teklife, evet deyip oraya taşındım. New York’ta yine polimer bazlı, korozyona dayanıklı metal kaplama malzemeleri geliştirdim. Her iş değiştirişte maaşım mutlaka artıyordu ama içimdeki kendi işini kurma hırsı artık dayanılmaz hale gelmişti. Bunun nedeni ise ailemden biriydi.

Kimdi o? 

Benim Oktay Ağabeyim, 1960 yıllarının başında, daha onsekiz yaşına bile basmamışken Almanya’ya işçi olarak ilk gidenlerdendi. Gösterdiği yüksek performans ve çok yönlü kabiliyetleri ile kısa sürede kendini sevdirip hemen ardından da kendi kamyonculuk ve nakliye işini kurmuştu. ‘Oktay Ağabeyim ne yapıyorsa, nasıl yapıyorsa, neden yapıyorsa ben de aynılarını yapacağım. Ben de kendi işimi kuracağım. Ben de patron olacağım.’ diye kalbimde dayanılmaz bir arzu, kafamda ruhumu her gün kemiren bir ideal oluşmuştu.

Kendi işinizi ne zaman kurdunuz? 

1985’te kendi işimi kurdum. Salınımı sıfır olan (zero VOC) polimer bazlı sanayi bakım tutum malzemeleri, onarım kitleri geliştirmeye, üretip pazarlamaya başladım. O gün bugündür mesaimizin büyük bir kısmını hep yeni malzemeler geliştirmek üzere harcarız. Bizim endüstride yaratıcı, buluşçu bir imajımız vardır. Yarattığımız tüm yeniliklere rağmen, rekabetin sizi hemen yakalayıp geçebileceğini asla gözardı etmediğimiz içindir ki, içimdeki yarış heyecanı hiç sönmemiştir. Hatta hala ilk günkü gibidir diyebilirim.

“Türklüğümü çekip alın benden, geriye benim posam kalır. O posa da hiçbir işe yaramaz”

Ellis Adası Onur Madalyası’na layık olduğunuzu öğrendiğinizde şaşırdınız mı? 

Önce şaşırdım. Sonra sevindim ve mutlu oldum. İlk şaşkınlığım geçince de düşünmeye başladım. Kendi kendime dedim ki; ‘Gelde şaşma. Adamlar bana kendi Türk kültürümü ve Türk tarihimi savundum ve onları Amerikan kültürünün yaşayan bir parçası haline getirdiğim için zahmetlere katlanıp bana bir onur ödülü veriyorlar.’ Ne yalan söyleyeyim, etkilendim. Kırk yıl düşünsem herhalde aklıma gelmezdi, taktir ediyorum. Alkışlıyorum bu yaklaşımı. Aklıma hemen ödül almak için Türkiye’yi durmadan karayalan bazı Türk gazeteciler, anlı şanlı yazarlar geliyor da sessizce gülümsüyorum. Bu ‘şahsiyetsiz aydınlar takımı’ ABD’de böyle bir ödül olduğunu bilselerdi, herhalde Türkiye’yi haksızca bu kadar karalamazlardı. Herşeye rağmen, ben Türkiye’de doğdum, büyüdüm. Türklüğümle onur ve gurur duyarım. Ama aynı zamanda Amerikan vatandaşıyım. ABD’de ekmek yiyorum. Bu ikisi birbirinin zıddı şeyler değil. İşte ben bunu ispat ettiğim içindir ki bu ödüle layık görüldüm.

Peki, “ABD’de oyunun kuralı nedir?” diye sorsam…

“Gözlemle, sorgula, düşün, yarat, dene, üret, sat, zengin ol, ve tekrar en başa dön… Bir işi çok iyi bil, ya da çok iyi yap… Yarattığın fark mutlaka farkedilecektir… Başarı da bunu hemen takip edecektir. Yeni oyunun kuralı bu.” derim…

Dünden bugüne oyunun kuralları da değişmiştir tabii…

Bu dediğiniz çok doğrudur. Nedenlerine gelince, bir kere eğitim seviyesi müthiş arttı. İnternet yeni bilgiye ulaşmayı çok kolaylaştırdı. Artık zengin-fakir farkı kalmadı. Şimdi Anadolu’da dağdaki çoban bile New York Times’a ulaşıp derdini anlatabilir. Bir anda medyanın gündemini değiştirebilir. Bilim, sanayi ve ticarette de durum aynı. Artık sadece yeni fikri olan, bunu uygulamaya sokabilecek cesareti ve birikimi bulunanlar yarışın hemen önüne geçecekler. Bağlılık, uzun yılların deneyimi, safhalardan geçerek yavaş yavaş yükselme gibi kavramlar tarih oldu. Oyunun kuralları daha da acımasız oldu. Birgünde en tepeye çıkabilirsin ama bir günde de en dibe inebilirsin. Sürekli öğrenecek, kendini yenileyeceksin. Sürekli yeni fikirler üretecek, yeni projeleri kovalayacaksın. Samimi söylüyorum, bunları yapmayanlar gidişatın gittikçe zorlaştığını yaşayarak görecekler. Yapanlar ise yelkenlerini açıp zahmetsizce yol alacaklar. Düşünmekten, yaratmaktan, denemekten korkmayanlar, eninde sonunda başaracak. Herşeyi başkalarından bekleyenler ikinci sınıf vatandaş konumuna hapsolacaklar. Bir şeyi bil, iyi bil, iyi yap, mutlaka başarılı olursun. Kopyacılıkla, rüşvetle, torpille, yardımla, sadakayla, destekle belli günü kurtarabilirsin ama sonun hüsrandır. Artık iş bilenin, kılıç kuşananın. Bu, aslında o kadar kötü birşey de değil.

Göçmenlerin bu ülkedeki etkinliğini nasıl yorumlarsınız?

Göçmenler, yapıları itibarı ile bilinmeyene yelken açacak kadar cesur ve girişimci karakterler oldukları ve hakikaten çok çalıştıkları için mutlaka ve mutlaka başarıyı yakalarlar. Sadece Türkiye veya Amerika’ya değil, tüm dünya devletlerine bakın, göreceksiniz. En başarılılar çoğunlukla başka yerlerden gelenler ya da onların çocukları arasından çıkmıştır. Çünkü işin doğası bu.

Son dönem, Türkiye’nin imajı nasıl sizce?

Şu anda Türkiye’nin imajı çok iyi. Bir kere dünyanın 16 ıncı en büyük ekonomisi. Bu büyük bir güç demektir. İhracat her gün artıyor. Bu refah demektir. Türkiye Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Kuzey Afrika, ve Orta Asya gibi coğrafyalarda yükselen bir değer. Bu prestij demektir. Sözünü dinleten, arayışları taktir edilen, görüşleri istenen bir devlet demektir. Türkiyemiz’in G20’de olmasını, UN Güvenlik Konseyi’nde ve AB kurumlarında saygı görmesini, yavaş yavaş bir dünya oyuncusu haline gelmesini gurur ve memnuniyetle izleyen bir kişiyim. Daha dünya Türkiyemizin neler başarabileceğini görmedi bile.

Yeterince tanınmamak ortak derdimiz sanırım, ne dersiniz?

Bu doğru ama değişiyor. Ben ABD’ye ilk geldiğimde, ‘Türküm’ dediğim zaman gözlerini kısarak sorarlardı: ‘Yani neresi orası?’ Hatta hiç unutmuyorum. Sene 1980 idi. Dallas’taki Beton Fuarına gitmiş, akşam barda hem dinleniyor ve hem de akşam yemeğimi yiyordum. Bardaki herkes biryerlerden gelmişti. Yanımdaki Amerikalı sordu. ‘Nerdensin?’
Cevap verdim: ‘I am from Turkey.’ Adam hiç şaşırmadı. “Belki Türkiye’de NATO görevi ile bulunan bir ABD’li subay filandır” diye düşündüm.
Derken adam bombayı patlattı: ‘Daha bu sabah ordaydım?’
Şaşırma sırası şimdi bana gelmişti.
‘Bu sabah mı?’
‘Evet, bu sabah.’
‘Pardon ama, bu sabah neredeydiniz?’ diye sordum.
Adam ne dese beğenirsiniz?
‘Turkey, Texas, of course.’
Teksas eyaletinde Turkey diye bir kasabanın olduğunu da böylece öğrenmiş oldum. Bu hikayeyi anlatmamın nedeni, Türkiye o yıllarda hakikaten tanınmıyordu. Ama burada bizim de payımız vardı. Piyasada Türk malları mı satılıyordu? Sinemalarda Türk filmleri mi izleniyordu? Türkiye’ye turistik gezi yapmak için millet birbirini mi eziyordu? İnternet mi vardı? Amerikalılar Türkiye’yi nasıl tanıyacaklardı ki?

“On kişiden sadece biri meydanlarda, dokuzu nerede?”

ABD’deki Türk toplumuyla ilgili düşüncelerini az çok bilsem de yine yeniden kendisinin fikrini almak istediğimi söyleyince, “bakın, yarama bastınız gene” deyip gülüyor: “ Şimdi Amerika’da yarım milyon Türk ve Türk Amerikalı olduğu söyleniyor. 2010 Nüfus Sayımının sonuçları bu yaz belli olunca rakam daha netleşecek, çünkü, bildiğiniz gibi, ATAA olarak bir ‘TürkSay’ kampanyası başlatmıştık. Buna göre Türkler kendilerini, eskiden olduğu gibi beyaz değil, ‘diğer’ şıkkında gösterecekler altına da Türk yazacaklardı. Çoğumuz yaptı galiba. Bilemiyorum. Ama ortaya çıkacak rakamlar, şu ana kadar çıkanların en güveniliri, çünkü Federal ABD hükümeti bu rakamlara bakarak sosyal programlar geliştirecekler ve fon verecekler. Diyelim ki hakikaten yarım milyonuz. Ama benim Amerika’nın Atlantik kıyısından Pasifik kıyısına kadar onyıllarca ortalarda gördüğüm, yazı ve telefon kampanyalarımıza destek veren, pikniklere, balolalar gelen, Türk okullarına çocuklarını getiren, eş, dost, hısım, akraba, esnaf, hepsini toplasan bir ellibin etmez. Yani nereden baksan on kişiden sadece biri meydanlarda, dokuzu nerede? Aslına tahmin edebiliyorum nerede. Bunlar Amerikan’nın bilmem hangi kentinin, bilmem hangi mahallesinin, bilmem hangi binasında bir yerlerde yaşayan, etrafında Türk Amerikan derneklerine üye olma sosyal olgunluğuna henüz erişememiş, devletini ancak konsolosluklara işi düşünce hatırlayan, kimselere nerede olduğunu bildirmeyen, yapılan hiçbir ortak çalışmaya destek olmayan, hayatında dernekler tek bir yardım çeki göndermemiş, kendisini temsil eden ABD’li politikacılarla iletişim kurmaktan aciz, etkisiz, tepkisiz, bencil insanlar. Bunlardan nasıl haberiniz olur, bilir misiniz? Efendim, ya bir trafik kazası, ya bir kavga, ya bir yanlışlık nedeniyle bölgesel gazeteye düşerler de öyle. Birgün bir bakarsınız, telefonunum çalar. ‘Siz Türk’tünüz değil mi? Falanca kentte, filanca isimli bir Türk’e şöyle şöyle şeyler oldu. Lütfen yardımcı olur musunuz?’ Ya da bu Türk kendi ulaşır ‘ Ben filanca yıldır falanca yerde yaşayan bir Türk’üm. Bana filanca kurum, şahıs falanca yanlısı yaptı. Lütfen yardımcı olur musunuz?’ Tabii ki yardımcı oluruz. Olurum. Ama sormak benim hakkım değil mi? ‘Neredesin be kardeşim? Bunca yıldır buralardaydın da neden bize hiç destek olmadın? Bir yardım çeki yazmadın? Milletvekiline bir telefon etmedin? 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim… Senelerdir nerelerde saklandın be kardeşim? Saklandın da iyi mi oldu?’ Hislerimi herhalde anlıyorsunuz… Bu kültür, bu tarih, bu insan, bu ülke hepimizin… Kimsenin saklanmaya hakkı yok… En azından ben böyle düşünüyorum.”

Son soru: ABD’deki “soykırım” iddialarına karşı ciddi çalışmalarınız olduğunu hepimiz biliyoruz. 24 Nisan yaklaşırken, dile getirmek istediğiniz bir bilgi var mı?

Bu konuda geçmiş senelerde o kadar çok sayıda bilgi ve belge hazırladık, o kadar fazla kampanya yaptık, ve gerekli deneyimleri ve bilgileri o kadar fazla internet sitesine soktuk ki, bugün ‘Türk, Soykırım’ anahtar sözcüklerini girip bir Google yapsanız bütün adresler karşınıza bir saniyede çıkar. Herkesten istediğim şudur: Ermenilerin soykırım iddiaları her yıl tekrarlanan ve birçok Ermeni’nin kazanç kapısı yaptığı bir karalama endüstrisi haline döndüğünden, bu iddiaların yarın öbürgün biteceğini düşünmeyin. Bu, siz yaşadıkça var olacak. Bu, sizler öldükten sonra çocukalarınızın karşısına çıkacak. Buna uzun vadeli bakın. Karşısında durun. Dik durum. Artık her birey, bulunduğu yerden istediği ortama (medya, politika, akademi, …) istediği mesajı iletebilir ve iletmelidir. Sizden istediğim ve beklediğim, bu olgunluğa ulaşmanızdır. Bu sorumluluğun bilincine varmanızdır. Her türlü bilgi parmaklarınızın ucunda. Bunun için ne bana, ne başkasına ihtiyacınız var. Her birey bir Türkiye Büyükelçisi gibi davranmalıdır. Her birey bulunduğu yerdeki Türk-Amerikan derneğine üye olmalıdır. Dernek yoksa kurmalıdır. Birlikten kuvvet doğar. Modern ve saygın bir toplum, modern ve saygın bireylerden oluşur. Hiçbiryere üye olmadan, gizlice ve bencilce yaşayan bir insan, modern, sosyal veya saygın değildir. Mesele bu kadar açıktır. Artık tribünde oturup, çekirdek yiyip, komut verme devri kapandı. İnternet ile birlikte herkes sahada bizzat oyunun içindedir ve öyle de olmalıdır. Peki, siz sevgili okurlar, siz henüz sahaya indiniz mi?

ATAA: 1979 yılında Washington DC’de kuruldu. ABD yasalarına göre, kar amacı gütmeyen bir hayır kuruluşudur. (501c3,0 Türkiye’de sivil toplum kuruluşu diye bilinen bir organizasyondur.) ABD’nin her yerine dağılmış 60’ tan fazla üye derneği var. Türk kültürünün, tarihinin, insanının, ülkesinin ve devletinin Amerika’da daha iyi anlaşılması ve Türkiye Amerika ilişkilerinin iyileşmesi için çalışır. Tüm bilgileri şurada bulabilirsiniz: www.ataa.org

 

(Turkish Journal)

Become a patron at Patreon!