“Akılcı bir bakış açısıyla uzun vadede afet risklerinin azaltılabileceğine inanıyorum”
Uzun yıllardır riskler, acil durumlar ve afetler üzerine araştırmalar yapan Dr. Çağlar Akgüngör ile depremlerle ilgili konuştuk. Hem bilimsel bir geçmişe hem de pratik müdahale deneyimine sahip olan Akgüngör’ün, geçenlerde Twitter’da paylaştığı tespitler afetin, ülkenin düzeninden, ekonomisinden, toplumsal altyapısından, siyasal yaşamından bağımsız olarak incelenmeyecek bir olgu olduğunu bir kez daha hatırlattı çok kişiye.
İlk olarak, Türkiye’deki son deprem sonrası cereyan eden gelişmelerde kendisini şaşırtan bir şey olup olmadığını sordum.
Akgüngör, öncelikle çok üzgün olduğunu belirtti ve “Bu üzüntüyü, bu yıkım ve can kaybını yaşamak zorunda olmadığımızı, bu durumun pekala önüne geçebilecek olduğumuzu bilmenin de üzüntüsünü katladığını” söyleyerek ekledi:
üşünerek yanıtlarsam: Hayır, beni şaşırtan bir gelişme izlemedim şu ana kadar. Beni şaşırtmaktan çok hayal kırıklığına uğratan noktalar var, birincisi müdahalenin ve eşgüdümün bunca yıldır yapılan yatırımların ve hazırlık çalışmalarının sonucu olarak çok daha hızlı ve etkin olmasını beklerdim. Gerçi 17 Ağustos veya 12 Kasım depremlerinde olduğu gibi sahada değilim, dolayısıyla durumu ancak medya ve sosyal medya üzerinden izlediğim kadarıyla değerlendirebiliyorum ama bana etkin bir ilk müdahale gerçekleştirildiğini düşündüren bir şey görmedim açıkçası. Aksi olsaydı, 17 Ağustos’ta Silahlı Kuvvetleri’n sahadaki ağırlığının artmasından sonraki duruma benzer bir biçimde bunun yansımalarını medyada net olarak görürdük. Belki de gerçekçi gelmeyecek ama görece yeni binaların durumu da hayal kırıklığına uğradığım bir konu. Ne 1999’dan sonra değiştirilen yapı denetim sistemi ne de Kentsel Dönüşüm yasası beklediğimiz sonuçları vermedi. Bunu zaten biliyorduk ama içimde yine de özellikle son 10-15 yıldır yapılan binalarda standartların daha iyi uygulandığına dair bir umut vardı. Bu da kısmen kırıldı, herhalde saflıktı bu düşüncem.”
Türkiye genelinde depreme hazırlık konusunda altını çizmek istediğiniz bilgiler neler olur?
Bu soruya yıllardır söylenilenleri tekrarlayarak yanıt vermek istemiyorum. İşin doğrusu -haydi daha eskiye gitmeyelim- en azından Marmara depremlerinden bu yana, altı çizilebilecek her şeyin altı çizildi. Her alanın uzmanları görüşlerini defalarca dile getirdi, uyarılarda bulundu. Tüm bilgilere birkaç anahtar sözcükle arama yapıp ulaşmak mümkün zaten. Sağlam bir yapının nasıl inşa edileceğinden sağlıklı kentleşmenin nasıl olması gerektiğine, afet risklerini nasıl azaltacağımıza kadar ilgili her konuda ciltler dolusu yazın var. Ayrıca ulusal veya uluslararası finansmanla birçok hazırlık ve güçlendirme projesi gerçekleştirildi. Peki şimdi Kahramanmaraş depremleriyle ortaya çıkan duruma bakınca ne düşünmeliyiz?
1999’dan beri sanki toplum olarak bu olguya yabancıymışız gibi “Depremle yaşamaya alışmalıyız”, “Afetlere hazır olmalıyız” ve benzer sözler tekrarlanıp duruyor (Bir de buna “risk toplumu” kavramının yersiz kullanımı eklendi. “Risk toplumu” kavramını “riski kucaklayan, sirenler çalınca hemen refleks gösteren” vb. toplum olarak anlayanlar, keşke Beck ve Giddens bu terimi nasıl tanımlamış bir bakmış olsalardı…) Tamam, hazırlanalım ama, ortada apaçık görünen bir gerçek var, 17 Ağustos’tan 23 yıl sonra hâlâ yer sarsıntısı olduğunda yapılarımızın ayakta kalıp kalmayacağına dair kesin bir şey söyleyemiyoruz. Üstelik “hazırlık/hazır olmak”tan ne kastedildiğini anlamaya çalıştığımızda görüyoruz ki, atıf yapılan şey genelde birey/aile düzeyinde hayatta kalmak olasılığını artıracak ve deprem sonrası ilk birkaç günü daha kolay geçirmemizi sağlayacak tavsiyelere odaklanmış bilinçlendirme eğitim programlarına katılmaktan ibaret. Oysa bu programlarla ilgili olarak dile getirilmeyen bir şey var: Genel olarak afet risklerini azaltacak, bu risklere maruziyetimizi düşürecek politikalar ve düzenlemeler etkin biçimde uygulanmadıkça, bunların da yararı çok sınırlı.
Bazen hazırlığın birey/aile boyutunun veya müdahale hazırlıklarının, örneğin arama-kurtarmanın, böylesine vurgulanıyor olmasının biraz da bir tür kaçış olduğunu düşünüyorum. İnsan yerleşimini, rantı bir kenara bırakacak şekilde düzenlemek ve bu konuda kararlı biçimde politikalarını sürdürmek, özellikle Türkiye gibi inşaatın kritik bir ekonomik sektör olduğu bir ülkede çok zor. “Kentsel dönüşüm” bu anlamda iyi bir fırsat olabilirdi, ancak onun da riskten çok karlılığın en yüksek olduğu alanlarda yoğun biçimde işlemesiyle fırsatı kaçırdık. Bu nedenle, konunun bir depreme hazırlık konusu değil, afet riskini azaltma konusu olduğunu kabul etmek ve buna uygun hareket etmek gerekiyor. Kast ettiğim şey, suya sabuna dokunmayan, beylik bir “deprem öldürmez bina öldürür” yaklaşımı değil. İnsan yerleşimini işlevsel ve estetik biçimde düzenlemeye, kentlerimizi insanın ruh ve beden sağlığına uygun yerleşimlere dönüştürmeye ihtiyacımız var. Akılcı bir bakış açısıyla, uzun vadede hem afet risklerinin azaltılabileceğine hem de bu saydığım dönüşümün gerçekleşebileceğine inanıyorum.
Ancak Türkiye’nin bugün geldiği noktada, ihtiyacı olan risk azaltma politikasının da yalnızca finansman değil, toplumsal tercihlerin, siyasal ve ekonomik düzenin de değişmesi meselesi olduğunu görmemiz lazım. Bu, siyasetçinin olduğu kadar, vatandaşın da zor bazı adımları atmasını gerektiriyor. Biri imar affı çıkarmayacak, diğeri de balkonunu kapatmayacak… Tabii bu da daha fazla varlık yaratan (inşaat/emlak dışındaki sektörlerle) üretken bir ekonomi ve daha iyi bir varlık bölüşümüyle mümkün olabilecek bir şey. Yoksa elinde başka bir varlığı olmayan vatandaşlardan idealizm beklemek de bana çok gerçekçi gelmiyor.
Olası bir değişime neler vesile olabilir? Çoğunluk ülkede neler döndüğünü anlamadan çözüm ortaya çıkabilir mi?
Sorunuzu afetlerin toplumsal-siyasal sonuçları bağlamında yanıtlamaya çalışacağım. Bütün tarihsel olaylar gibi, afetlerin de toplumsal değişim bakımından “körükleyici” işlevi görebileceğini biliyoruz. Aklıma hemen Fransız Devrimi örneği geliyor. 1780’lerin başından beri devam eden alışılmadık derecedeki olumsuz hava koşulları ve nihayet 1788-1789’da meydana meteorolojik afetlerin sonucu olarak temel gıda maddelerinin fiyatında olağanüstü bir artış olmuş, oluşan memnuniyetsizlik de Fransız Devrimi adını verdiğimiz radikal dönüşüm sürecini ateşleyen unsurlardan biri olmuştu. Ancak her afet hızlı ve kökten bir dönüşüme kapı açacak diye bir genelleme yapamayız. Afetin meydana geldiği koşullar, toplumun yapısı, kendisini dönüştürecek dinamiklerin varlığı, etkinliği gibi birçok faktör bunda etkili.
Benim görüşüm, ani ve kökten bir dönüşümden söz ediyorsak, afetin bir olay olarak tek başına buna yol açmasının güç olduğu. 1999’da o zaman siyasal bir aktör olarak da çok güçlü bir konumda bulunan ana akım medyada Türkiye’nin birçok gedikli gazetecisi 17 Ağustos depreminin Türkiye’nin düzeninde aksak, yanlış olan her şeyi gözler önüne serdiğini, toplumun bunları apaçık görmüş olduğunu, bundan sonra kökten bir değişim yaşanacağını iddia etmişti. Dönemin gazetelerini incelerseniz 1999 Ağustos’tan Kasım’a kadar baskın bir değişim söylemi görürsünüz. Fakat bir yıl sonrasının gazete nüshalarını açın, aynı yazarların beklenen dönüşümün gerçekleşmediğine dair yorumlarını okursunuz.
Doktora çalışmamın parçası olarak bu söylemleri analiz ettiğimde vardığım sonuç şu oldu: Toplumsal-siyasal değişim söylemi bir durum değerlendirmesi, bir saptama değil, daha çok toplumsal tepkinin şekilleneceği umuduyla yapılmış bir çağrıydı. Bu çağrının sonuçlanmamış olduğunu bugün daha net olarak görüyoruz. Yaşı yetenler bu örnekle, hemen arkasından “temiz toplum” ve yine değişim çağrısı yapılmış olan “Susurluk skandalı” örneği arasındaki koşutluğu hemen fark edeceklerdir. Toplumumuz hızlı ve şiddetli tepki gösteriyor ancak bu tepkiyi örgütlü, uzun ömürlü hareketlere dönüştürmekte istekli değil. Tarihsel arka planın, kültürün bunda mutlaka etkisi var ama örneğin 12 Eylül’ün toplumdaki siyasal katılım dinamiğini ezmiş olduğunu da düşünüyorum.
Bir de şunu unutmayalım, değişimin gerekliliğinden söz ederseniz hemen herkes size katılıyor ama nelerin, ne kadar hızla değişmesi konusunda ortak zemin bulmak çok zor. Bu da beni sorunuzun ikinci kısmına getiriyor: Toplum afetin yalnızca bir belirtisi olduğu sorunlarımızın çözülebilmesi için değişim gerektiğinin farkında mı? Kanımca “çoğunluğun ülkede neler döndüğünü anlamadığı” düşüncesi sağlıklı bir analiz için iyi bir başlangıç noktası değil. Birincisi, ortada “dönen” yani gizli, saklı bir şey yok. Her şey kamusal alanda ve gözümüzün önünde olup bitiyor ve “ortalama” yurttaşımız birçok şeyin farkında. Kendi saha çalışmalarımda olsun, sonrasında afetlerle ilgili başka çalışmalarda olsun bireylerin kendi koşulları içinde göründüklerinden daha akılcı davrandıkların defalarca gözledim. Konuştuğum kişilerin çoğu siyasal yaşamımıza hâkim olan klientelizmin varlığının da zararlarının da farkında olup, kendi çıkarlarına uygun biçimde ondan nasıl yararlanacakların biliyordu. Kendilerini “sistem böyle” vb. diye başlayan cümlelerle doğrulamaya çalışıyorlar, bir noktada “sistem” dedikleri şeyin bir parçası olduklarını da kabul ediyorlar ancak kendilerinde onu değiştirecek gücün bulunmadığını düşünüyorlardı.
Biraz spekülatif bir yorum olacak ama, ancak çocuklarının meyvelerini toplayacağı bir dönüşüm ile bugününü garantilemek arasında seçim yapması istenilen kaç kişi, birinciyi tercih edecektir? Ben, hep bu nedenle üretken ekonomiye, adil bir varlık bölüşümüne vurgu yapıyorum. Değişim istiyorsak, değişimin bedelini de toplumun kabul edeceği şekilde paylaştırmak zorundayız. Yoksa değişim için gerekli toplumsal uzlaşmayı sağlayamaz, toplumun desteğini alamayız.
Çağlar Akgüngör kimdir?
Galatasaray Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunudur. Arama Kurtarma Derneği’nin (AKUT) ilk üyelerinden biri olarak 1999 depremlerinde sahada bulunduktan sonra afet yönetimi konusunda uzmanlaşmak üzere Fransa’da Grenoble Siyaset Bilimi Enstitü’sünde yüksek lisans yapmıştır. Yüksek lisans araştırma konusu, “Fransız İtfaiyesi ve Acil Tıp Servisinin Tıbbi Müdahalede İşbirliği”dir. Doktorasını da aynı enstitüde Türkiye’de 1999 depremleri üzerine yaptığın çalışmayla tamamlayan Akgüngör, Türkiye’ye dönüşünden sonra afet yönetimi ve iş sürekliliği alanında danışmanlık vermek üzere kurulmakta olan AKUT Enstitüsü’nde görev almış, daha sonra AKUT için proje yöneticiliği yapmış, ayrıca kendi alanında Galatasaray Üniversitesi’nde ders vermiştir. Ülkemizdeki ilk afet sosyolojisi çalışması “17 Ağustos Depremi’nde İki Çimento Fabrikası” Akgüngör’e aittir. 2015-2017’de Türkiye’de ilk defa görme ve işitme engelliler için erişilebilir, kapsayıcı afetlere hazırlık eğitim içeriklerinin hazırlanması çalışmasını yürütmüştür. 2018’de Türkiye’den ayrılan Akgüngör, halen Kanada’da özel sektörde operasyonel dirençlilik ve iş sürekliliği yöneticisi olarak çalışmaktadır.