Emrah Safa Gürkan’la yeni kitabı “Bunu Herkes Bilir” üzerine: “İnsanlar yanlış nedenlerle okuyor, başkasına bilgi satmak için okunmaz”
Osmanlı neden tarihin tozlu raflarına kalktı? Neden tüm kâşifler batıdan çıkar? Osmanlılar Türk müydü? ve daha nice soru, Emrah Safa Gürkan’ın yeni kitabı “Bunu Herkes Bilir”de yanıt buluyor.
Emrah Safa Gürkan, merak edilen birçok soruya yanıt veriyor. Küçük Buzul Çağı, fiyat ve sanayi devrimleri, aydınlanma, Atlantik Üçgeni, büyük kırılma, hümanizma, muhayyel cemaatler, Protestan etiği gibi birçok kavramı herkesin anlayabileceği şekilde açıklığa kavuşturuyor.
Kronik etiketiyle yayımlanan “Bunu Herkes Bilir” kitabı üzerine Emrah Safa Gürkan ile Medyascope için görüştüm.
Bu kitabı hazırlamak ne kadar sürdü?
Aslında kitaba 2019’un ilk aylarında başladım ama mayıs ayında “Olmaz Öyle Saçma Tarih” programına başlamamızla kitabın içeriği komple değişti. Bir anda yüzbinlere hitap eden bir programın popülaritesi bana insanların tarihle ilgili merak ettiklerinin ne kadar saçma olduklarını gösterdi. Bu da kitabın strüktürünün tamamen değişmesine yol açtı. Dolayısıyla yazım süreci 7-8 ay sürdü diyebiliriz ama aslında kafamda uzun süredir çevirdiğim sorular, ilgilendiğim konulardı bunlar. Bu sorulardan hangilerini inceleyeceğimi ise izleyiciden gelen feedback’e göre belirledim.
Kitabı yazdıktan sonra, aralık ayı sonuna doğru yaptığımız bir soru cevap programında ise kitapta incelenen soruların tekrar tekrar geldiğini gördüm. Demek ki doğru seçimler yapmışım.
Kitabın adına nasıl karar verdiniz?
Aslında bu organik bir süreç oldu. “Bunu Herkes Bilir” benim çok kullandığım bir tabir ve bence akademisyenlerle normal okuyucu arasındaki mesafeyi çok güzel anlatıyor. Ne zaman sosyal bilimci olmayan bir ortamda konuşsam, insanların ne bildiği konusunda hiçbir fikrim olmadığını fark ediyorum. Mesela, hümanizma programında “Leon Battista Alberti’yi kim bilmez” demiştim de İlker Canikligil de “Esas kim bilir” demişti. Öyle ya, Great Divergence’dan, Zheng He’den, Kolomb Mübadelesi’nden haberdar olmamak mümkün müydü? Hakikaten tüm İtalyanca kelimelerin sesli harfle bittiğini, Osmanlıca’ya geçmiş Arapça kelimelerin anlamlarının üç harfli köklerden anlaşılabileceğini, Fransızca’da doksan sekiz yerine dört yirmi on sekiz, İspanyolca’da ise milyar yerine “bin milyon” dendiğini bilmeyen var mıydı? Sanayi Devrimi’nden önce kahvaltı diye bir öğünün olmadığını, saatlerin uzunluğunun aylara göre değiştiğini, bir zamanlar Afganistan’ın müreffeh bir memleket olduğunu, eskiden çocukluğun ya da ateizmin olmadığını anlatmaya gerek var mıydı?
Çok yakın bir arkadaşım, sürekli “Bunu herkes bilir” deyip kimsenin bilmediği şeylerden bahsedişimle hep dalga geçerdi. “Olmaz Öyle Saçma Şey” ismi de gene böyle sürekli söylenen bir laftan çıkmıştı. Ağzımıza dolanan bu lafı kitap ismi yapmaya karar verdik. Verdik diyorum, zira kitabın yazılış sürecinde başta editörüm Adem’le, Erkan ve Bengü gibi tarihçi olmayan ancak benle benzer formasyonlardan gelen (ikisi de eski sınıf arkadaşım) insanlardan da ziyadesiyle fikir aldım. Normalde kitaplarımı bitmeden kimseye okutmam, sonra da pek değişiklik yapmam ama diğer iki kitabım gibi akademik olmasın diye bu sefer apoletleri (bunun da aslı epolet olmalıydı ya neyse) çıkarmak zorunda kaldım. Gerçi her şeye karışıp beni biraz pişman ettiler ama gene de kendilerine burnumdan kıl aldıkları için müteşekkirim.
Bu kitap neyi hedefliyor?
Bu kitap toplumdaki tarih algısını değiştirmeyi hedefliyor. İnsanlar tarihi antikacılık, sahaflık gibi bir şey sanıyor, derin analizlere dayalı belirli soruların etrafında dönen bir şey değil de daha çok olayların ve ilginç anekdotların anlatıldığı bir nevi vakanüvislik sanıyorlar. Böyle olmayan kitap çok, ancak popüler kitaplara baktığımızda hepsinde yok “şu haindi”, “bu gerçek bir liderdi”, “X padişah içerdi”, “Y padişahın annesi Türk değildi”, “Atatürk dünya savaşının çıkacağını bildi” gibi kişilere odaklanan ve okuyana aslında pek bir hayat görüşü katmayan konular üzerinde yoğunlaşıldığını görüyoruz. Oysa, “gerçek” tarih çok daha kapsamlı bir alan.
“Bilgi ile sorunlu bir ilişkimiz var”
Bu pespayelik niteliksiz dedikodudan başka bir şey değil! Aslında bu biraz da bilgi ile sorunlu ilişkimizin bir göstergesi ve hâlâ muasır bir medeniyet seviyesine ulaşamadığımızın kanıtı. Bilgiyi edinilen bir şey olarak görüyoruz, keşfedilen değil. Dolayısıyla bu sonlu bilgi havuzundan yeterli bilgi aldıktan sonra bunları furuş* edebiliriz, yani malumatfuruşluk denizinde kulaçlarımızı gönül rahatlığıyla atabiliriz. Oysa okudukça daha çok merak etmeli, daha az bildiğimiz hissine kapılmalıyız, yoksa yanlış bir şey var demektir.
“Türkiye’de insanlar yanlış nedenlerle okuyor”
Ben Türkiye’de insanların yanlış nedenlerle okuduklarını (ya da okuduklarını iddia ettiklerini) düşünüyorum. Başkasına bilgi satmak için okunmaz, en çok gelen geri dönüş, “Hocam sizden öğrendiklerimizi arkadaş ortamlarında satıyoruz” oluyordu mesela. Oysa o bilgilerin hiçbir önemi olmadığını anlatmaya çalıştım onca program boyunca, önemli olan yorumlama kapasitesini geliştirmek. Zira, insanlığın bir laboratuvarı yok, tarih bize birey ve toplumların hangi şartlar altında nasıl reaksiyonlar verdiklerini ve zamanla nasıl değiştiklerini gösterebilir, bu da hayatımızı kaliteli bir şekilde yaşamamıza yardımcı olur.
“Türkiye’de yaşamı zorlaştıran yüzyıllardır edinemediğimiz sosyal kapital eksikliği”
Türkiye’de kentte üç nesil yaşayan çok az insan olduğu için, genelde insanlar sadece parayla mutlu olabileceklerini sanıyor oysa bu çok yanlış bir düşünce. “Maslow’un beşinci katında yalnız kalmak” diye bir latifemiz vardı FluTV’de, benim de derslerde sürekli söylediğim bir şeydi, hakikaten birçok insanın bundan muzdarip olduğunu biliyorum. Türkiye’de yaşamı zorlaştıran aslında bu entelektüel çöllük, şu yüzyıllardır edinemediğimiz sosyal kapital eksikliği, göçmen bir toplum olmanın faturası bu kadar ağır olmalı mıydı emin değilim. Sırf bu yüzden de, az çok işinde sivrilmiş herkesin birbirini tanıdığını görürsünüz Türkiye’de, o kadar dar bir çevredir bu.
Bu kitap sahici bir merakla yazıldı diyebilir miyiz?
Kesinlikle, ben zaten tutkuyla yapmadığım hiçbir işi yapamam. Takıntılı biri olduğum için yoğun çalışıyorum. Öyle bir yoğunluğu da sadece stratejik nedenlerle yakalamak imkansız. İnsanlarla bir şeyler paylaşmayı çok seviyorum, önceki kitaplarım da monograf olarak oldukça başarılı bir satış performansı gösterdi. Kitapyurdu’nda çok satanların tepesine iki günde oturduğumuza göre, Bunu Herkes Bilir çok daha fazla insanın eline ulaşacak. İlk baskı 50 bin girdi, birkaç 100 bini yakalamayı hedefliyoruz. Geniş bir kitleye hitap edeceğimi tahmin ettiğimden bunun sorumluluğuyla yazdım.
Nelerin yanlış bilindiğini tanımlama süreci nasıl işledi? Hangi kriterlerle yaklaşıldı?
Yanlış bilinmekten çok yanlış soruların sorulması üzerine odaklandım. Yani, soru saçma olunca cevabı da doğru olamıyor. Ben o saçma soruları düzeltirken, insanlara da tarihin nasıl sadece Osmanlı’dan ibaret olmadığını, İstanbul’da olanların Amsterdam, New York, Kalküta gibi yerlerde olanlardan bağımsız ele alınamayacağını, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi, coğrafya ve sanat tarihi gibi diğer alanlarla alışverişe girmenin nasıl ufkumuzu açacağımı göstermek istedim.
“Osmanlıları kadınlar mı yıktı diye soruluyor!”
Mesela, ilk sorumuz Osmanlıları kadınlar mı yıktı? Bu kadar saçma bir soru olabilir mi? İngiltere’yi, İspanya’yı, Rusya’yı kraliçeler şaha kaldırıyor da, bizimkilerin nesi eksik? Sonra bir kadının ömür boyu sarayda yaşamış bir erkekten ya da beş yaşında tahta çıkmış bir çocuktan ne eksiği var?
“Osmanlı geri kalmadı, Avrupa ileri gitti”
Ya da Osmanlılar İslam’dan dolayı mı geri kaldı? İyi de Osmanlı geri kalmadı ki Avrupa ileri gitti. İstisna ve açıklamaya muhtaç olan o, yoksa Çin’den Hindistan’a her yerde eski tarım imparatorlukları bir anda Avrupalılar karşısında gerilemeye başlamadı. Yüzlerce kat artan üretim kapasiteleri, kapitalist aygıtları ve modern silahlarıyla dengeyi bir anda değiştiren Avrupalıların bu nasıl yapıldığını uzun uzun incelemek lazım. Weber, İnalcık ve Ülgener gibi bunu bir mantık ve kültürde mi arayacağız, yoksa Braudel ve Wallerstein gibi sömürüye dayalı merkez-çevre ilişkilerinde mi? Şimdi bir de Timur Kuran ve Daron Acemoğlu gibi kurumsal faktörlere dikkat çekenler var. Kısacası, olay hiç de öyle yeniçeriler talim yapmadı, sultanlar çocuktu, kadınlar siyasete burnunu sokardı kıvamında değil.
“İslam dünyasından niye hiç kâşif çıkmadı, çıkmalı mıydı?”
Bir başka soru: Osmanlılar neden Amerika’ya gitmedi? Hatta tarihe büyük sevgisi olan bir jeoloji profesörü Kanuni’yi aptallıkla bile suçladı. Ama, bu soru da yanlış, doğrusu şu: Hakikaten gitmeli miydi? Gitse orayı Avrupalılar gibi sömürebilir miydi? Ya da gitmek istese teknolojik olarak bu mümkün müydü? Gene alakalı bir soru, İslam dünyasından niye hiç kâşif çıkmadığı. İyi de, çıkmalı mıydı? Ticaret yollarından izole olan Avrupalıların Hindistan’a gitmeye çalışmaları normaldi, ancak, bu yolların tam da merkezinde olan İslam memleketleri için durum hiç de aynı değildi. Gene, nüfus fazlası veren ve belirli bir sermaye birikimi ve finansal kompleksiteyi yakalamış Avrupa’nın Amerika’nın bakir topraklarında şeker, pamuk, tütün ekmesinin bir rasyonalitesi vardı, ancak, İslam memalikinde durum bunun tam tersiydi.
“Matbaanın geç gelmesi konusunda sorun arzda değil talepteydi”
Ya da şu hiç bitmek bilmeyen matbaa mevzusunu ele alalım. Osmanlılara matbaanın geç gelmesinin nedeni İslam mıydı? Burada Osmanlı toplumu denince akla sadece Müslümanların geldiğini görüyoruz, oysa Hıristiyanlar arasında da matbaa yaygınlaşmadı. Gene müstensihlerin* matbaaya engel olduğu gibi saçma sapan bir argüman daha var. Böyle bir lobi vardı da biz mi bilmiyorduk. Sonra müstensih kim Allah aşkına ya, şaka mısınız? Sorun arzda değil talepteydi. Osmanlı toplumu okumayan bir toplumdu, elimizdeki tüm rakamlar bize bunu gösteriyor. Bunun nedenlerini de tartışmaya çalıştım ama daha fazla uzatmayayım.
Kitap içerdiği tarihsel süreçler ve kavramlar hakkında okuyucunun nasıl bir bilgi birikimine sahip olduğu farz edilerek yazıldı?
Çok fazla bir şey bilmelerine gerek yok bu kitabı okumaları için. Benim dilim biraz yeni Osmanlıca gibidir, yalnız orada bir uyarı yapmak isterim. Çok fazla yabancı kelime ile karşılaşabilirler ancak bunların da anlamlarını, bazen etimolojik kökenlerini de vererek parantez içinde açıkladım. Ama akıcı bir dille yazdım, bol bol espri yaptım, satır aralarında oralara buralara da değdirmeden duramadım. Tarzımı biliyorlar zaten.
Okuyanın mevzularla, kavramlarla ilişkisini etkilemesi açısından mizahi yaklaşımın dozajını ayarlamak önemli midir?
Vallahi ben esprili bir dille yazdım. Her dil, format, ortam kendisine has bir üslubu hak ediyor. Yıllardır akademik yazılarımda bile yer yer mizahi ifadeler kullanmaya çalışırdım, tabii orada kurallar çok sert. Burada ise zincirlerimden boşanırcasına dili mizahileştirmeye ve okuyucunun ilgisini canlı tutmaya çalıştım. Hemen bir çırpıda okusun, zira anlattığımız mevzular takvim arkası anekdotları değil. Bence esas olan kendini yüzde yüz ifade edebilmek, bunu yazar isterse küfürle yapsın, farketmez. Bu tarım toplumunun kültürel değerleriyle yargılamayalım birbirimizi artık, “ağır olmak” gibi çağdışı standartların zamanın ruhunu yakalamamızı engellediğini düşünüyorum. Benim kafamdakini karşıdakilerin kafasına minimum hasarla ulaştırmak için ne gerekiyorsa yaparım.
Kitaplarınıza ve yaptığınız programa yönelik ilginin okuyucularda bilgi ile kurdukları ilişki açısından belli bir değişime yol açtığını düşünüyor musunuz?
Evet, bu anlamda çok başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Ondan daha önemlisi, alternatifimiz olmadığını iddia edebilirim. Türkiye’de popüler olan şeylerin yüzde 99’u kötü. İnsanları hep kalitesiz, vasat ürünlerle yönlendiriyorlar. Kaliteli çok şey var aslında ama belirli bir ivmeyi yakalayamadıktan sonra halkla buluşmuyor, etki alanı kısıtlı kalıyor. Oysa, popüler olan kalitesiz olmak zorunda değil, biraz da bunu göstermek istedim. Bu biraz da bizlerin suçu.
“Her dediğinizi çarptırmak için hazır bekleyen bir kitle var”
Akademisyenler de rahatını bozmak istemiyor. Bir yanlış lafınızda linçe uğrayabilirsiniz. Her dediğinizi çarptırmak için hazır bekleyen bir kitle var. “E ben keriz miyim, neden kendimi riske atayım” diye düşünüyor insanlar. Haklılar. Ama, ben rahat duramadım, bir de sanırım hızlı konuşmam ve esprili biri olmam böyle bir negatif enerjiden korudu beni. Ne desem bir şey demiyorlar, sanırım hızlı konuşmam linççi kitleyi benden uzak tuttu, bir nevi IQ filtresi işlevi gördü.
“Türkiye’de herkes halkı salak sanıyor”
Bir de Türkiye’de herkes halkı salak sanıyor. Kimse bir şey denemek istemiyor. Bir keresinde en kaliteli popüler tarih dergilerinden birine bir arkadaşım yazı yazmıştı. Editör “asır ve yüzyıl kelimelerinden birini tercih edelim” hocam demişti. Şimdi arzı yapacak insanlarda da böyle bir kolaycılık ve korkaklık var. Tarih dergisi bile okuyucusunun salak olduğunu düşünüyor. Oysa, okuyucu çok akıllı.
“Sorun okuyucuda değil mevzunun özüne hâkim olmadığı için derdini basitçe anlatamayan akademisyenlerde”
Genelde problem, mevzunun özüne hâkim olmadığı için derdini basitçe anlatamayan ve titre’lerinin arkasına saklanan bizlerde. Bakın, bir şeyi basit anlatmak çok zordur. Mesela, Peter Burke’ün ya da Cyril Mango’nun 250 sayfada yazdığı şeyi ben 1500 sayfada anlatırım, çünkü mevzuya onlardan daha az hâkimim. Neyi atıp neyi atamayacağımı, hangi örneğin daha öne çıkması gerektiğini bilmek; doğru soruyu sormak ve belirli bir tertip içinde meramını anlatabilmek. Ben buna “Oxford’s Razor” diyorum, dünyanın en iyi tarihçileri Oxford ve Cambridge’den çıkmıyor ama en iyi yazanlar oradan çıkıyor bir şekilde.
Sultanın Korsanları’nda sekiz-dokuz dilde kaynak, iki bine yakın dipnot vardı. Konunun uzmanlarına yazıldığı için hiçbir detay atlanmadı, öyle de olması gerekiyordu. Bunlar “bak ne kadar biliyorum” diye yazılan ve bir avuç insanın okuması gereken kitaplar aslında. Konu ilginç olduğu için her ikisi de onbinlerce sattı, orası ayrı bir konu. Ama, bu popüler bir kitap, entelektüel endişesi olan herkes rahatça okusun diye yazıldığı için dili olabildiğince açık ve net olmalı.
“Bunu Herkes Bilir’i bitiren okuyucu öğrenmeyi öğrenecek”
Eğer amacıma ulaştıysam, “Bunu Herkes Bilir”i bitirdiğinde okuyucu belirli bir entelektüel derinlik kazanmış olacak ve ne kadar çok şey bilmediğini, daha da önemlisi “öğrenmeyi öğrenme”nin ne kadar gerekli olduğunu anlayacak. Hangi kitapları okuması gerektiğini, bir konuyu araştırırken nasıl bir metot uygulaması gerektiğini kavrayacak. Arada bir sürü ufak bilgi, anekdot, etimolojik köken, provokatif fikir ve ne yazık ki kendimi tutamadığımdan bir miktar da mit bozuculuk.
Emrah Safa Gürkan kimdir?
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde lisans çalışmalarını tamamladıktan (2003) sonra, aynı üniversitede Halil İnalcık’ın danışmanlığında Batı Akdeniz’deki Osmanlı korsanları hakkında yazdığı tez ile yüksek lisans diplomasını aldı (2006). Ardından Georgetown Üniversitesi Yeniçağ Avrupa Tarihi kürsüsünde Gábor Ágoston ile yazdığı “Espionage in the 16th century Mediterranean: Secret Diplomacy, Mediterranean Go-Betweens and the Ottoman-Habsburg Rivalry” başlıklı tez ile doktor unvanını kazandı (2012). 2016 yılında doçent olan Gürkan, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesidir. Yeniçağ Avrupa ve Akdeniz tarihi üzerine uzmanlaşan Gürkan, istihbarat, korsanlık, kölelik, ihtida, Osmanlı-Avrupa ilişkileri ve serhad çalışmaları gibi konularda araştırma yapmaktadır. Uluslararası dergilerde birçok makalesi yayımlanan Gürkan, aynı zamanda Ottoman History Podcast’ın kurucu editörlerinden biridir.
*Furuhten: Satmak (Far.)
*Müstensih: El yazması eseri el yazısıyla kopya eden kimse. (Osm.)