Özgürlüğün sırtından vurulduğu tarih: 19 Ocak

Hrant Dink’in öldürülüşünün üzerinden tam 4 yıl geçti bugün… Atılan kurşunlarla, Hrant Dink’le birlikte Türkiye de vuruldu. 

Ruh Halinin Güvencin Tedirginliği 

Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkında başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymamıştı.

Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydı. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığı konuşmada “Türk olmadığını… Türkiyeli ve Ermeni olduğunu” söylediği için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordu. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdi. Hiç ilgilenmiyordu. Urfa’dan avukat arkadaşları gıyabında yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğinde de hayli umursamazmış zaten. Sonuçta yazdığına ve niyetine güveniyormuş. Savcı, yazısının sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, onun “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetinin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordu.

Kendinden emindi 

Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğini kaybetmedi. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığı bir televizyon programında, kendisini suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğini, eğer ceza alırsa bu ülkeyi terk edeceğini” dahi dile getirmişti. Kendinden emindi, gerçekten yazısında Türklüğü aşağılamak gibi bir niyeti ve kastı -hiç ama hiç- yoktu.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmesi için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke… 

Ama dönülmedi.

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmasını istedi.

Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.

Mahkumiyet haberini ilk duyduğunda, kendisini, dava süresi boyunca beslediği ümitlerinin acı tazyiki altında buldu. Şaşkındı… Kırgınlığı ve isyanı had safhadaydı.

“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştı günlerce, aylarca.

Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediği dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.

Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordu.

Adliye koridorlarında üzerine saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordu.

Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahı samimiyeti

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitleri yıkılmıştı.

Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydı.

Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve onun “Türklüğü aşağıladığını” hukuken tescillemişti.

Her şeye dayanabilirdi ama buna dayanması mümkün değildi.

Kendi anlayışıyla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapısında hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiği gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğini” teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlarına şu açıklamada bulundu:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”

Kara mizah 

Ama gelin görün ki onu Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamasına da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkında dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve Dink, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır oldular.

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatini istedi ama Yargıtay yine de Dink’i suçlu buldu.

O yazdığından ne kadar eminse Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.

Ama, ona haddini bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davasının her kademesinde bilemeyeceği yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla Dink’in Türklüğü aşağıladığı ilan edildi.

Güvercin gibi 

Onu yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik olmuştu tıpkı bir güvercin gibi… Sağına soluna, önüne arkasına göz takmış durumdaydı. Başı güvercin kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.

“Ölüm-Kalım” dedikleri 

Kolay bir süreç değildi yaşadıkları… Ve ailece yaşadıkları. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğü anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarına bulaştığında… O noktada hep çaresiz kaldı. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerekti: “Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.”

O kalmak ve direnmeyi seçti… 

Onlar yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardı.

Türkiye’de kalıp yaşamak, hem onların gerçek arzusu hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, onlara destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostlarına olan saygılarının gereğiydi.

Ama bir konuda yanıldı: BU ÜLKEDE İNSANLAR GÜVERCİNLERİ VURUYORLAR!!! 

Yeni sözlerle tüm ezberleri bozan, çatışma kültürünü dönüştüren, çocuk saflığında sorularla kafaları karıştıran, zihnimizi ve yüreğimizi açmaya, birbirimizi aracısız, önyargısız tanımaya davet eden, vicdanlara seslenen bir barış diliydi onunki.
Türk ve Ermeni halkları arasındaki diyalog gereksinimi onda inanç haline gelmişti. Bu topraklarda uzun müddet beraber yaşasak bile ortak bir hafıza yerine monolog hafızalarla herkesin bildiği telden çaldığının altını çiziyor; “Monolog söylemlerimizi diyaloğa dönüştürüp, ortak hafızamızı niçin yeniden inşa etmeyelim?” diye soruyordu. “Başka ülkelerin meclislerinin yasalar çıkarma işgüzarlığına fırsat tanımayalım” diye uyarıyordu.

Hrant Dink bir yanda ırkçı, duyarsız Türkler ve Ermenilerin tehditlerine karşı dimdik ayakta dururken komşusunun acısını kendi acısı bilen, kendi acısını da görmezden gelmeyen vicdan sahibi Türkler ve Ermeniler’in de sesi oluyordu.

19 Ocak 2007’de gazetesinin önünde atılan kurşunla o sesi susturduklarını sandılar…

Yanıldılar…

Her yıl 19 Ocak’ta inadına meydanlarda olacak o sesi yaşatacak olanlar. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandıkları, vicdanları uyandırmak, tarihe bir not düşmek için hiç bıkmadan söyleyecekler en güzel türkülerini; yitirdiklerine dair, barışa dair, gelecek güzel günlere dair…

4. yıl raporu

Hrant Dink’in avukatları cinayeti‘nin dördüncü yılında, her yıl olduğu gibi, bir önceki yılı ve davayı değerlendiren bir rapor hazırladılar.
Hrant Dink Davası avukatlarından Av. Fethiye Çetin, “Bugün artık, yargılamada gelinen aşama, dava dosyaları içeriği, bu dosyalardan elde edilen deliller, dava dışı soruşturma ve araştırmalar ile AİHM kararı ışığında, yorum ve yanıtlarımız netleşti.” diyor.

Raporda işaret edilen kişi, kurum ve mekanizmaların Dink cinayetinin hazırlanması, işlenmesi, cinayetin ardından delillerin gizlenmesi, karartılması, gerçeğin üstünün örtülmesi, yargı süreçlerinin sınırlarının ve çerçevesinin çizilmesi ve bu sınırların dışına çıkılmamasındaki dikkat çekici uyumu ve bu uyumun, cinayetin meşrulaştırılması yanında cezasızlığını da olağanlaştıran güçlü bir aygıtın ve zihniyetin varlığına tekabül ettiği ayrıntılarıyla anlatılmış.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Hrant Dink kararı, kararın ne anlama geldiği, önemli başlıkları ile yorumlanmış. Aynı dosyaları inceleyen, dosyalar içindeki aynı delilleri değerlendiren AİHM yargıçlarının Türkiye’deki meslektaşlarından tamamen farklı sonuçlara ulaşmalarının nedenleri tartışılmış.

Suikast planlarından bütün ayrıntılarıyla haberdar olan devletin güvenlik güçlerinin neden harekete geçmedikleri ve neden cinayeti önlemediklerinin cevabını da veren ondokuz sayfadan ibaret raporu bilgilerinize sunuyoruz: www.hrantdink.org

Kaynakça: Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi’nde yayımlanan son yazısı.

 

 

(Turkish Journal)

Become a patron at Patreon!