New York’ta büyük ödül Bir Avuç Deniz’in!…
Bir Avuç Deniz, “New York City Uluslararası Film Festivali”nde “En İyi Film” ödülünü aldı. Filmin insan soyunun ikiyüzlülüğünü ve çıkarlarını korumak için yapabileceği gaddarlıkları evrensel bir dille, başarıyla anlattığı için ödüle layık görüldüğü bildirildi. Bir Avuç Deniz, ayrıca En İyi Görüntü Yönetmeni (Torben Forsberg), En İyi Kurgu (Ulaş Cİhan Şimşek) ve Genre Awards kategorisinde En İyi Kadın Oyuncu (Berrak Tüzünataç) ödüllerini de aldı.
Yönetmen Leyla Yılmaz, ödülünü alırken, tüm ekibine teşekkür etti ve filmi, 11 Mart sabahı, filmin vizyona girmesine 1 saat kala kaybettiği sevgili annesine adadı…
Yılmaz, 1997’den beri film sektöründe. Üniversite bitince bu işe mutfağından; set işçiliğinden başlamış. Sonra New York Üniversitesi’nde yönetmenlik eğitimi almış. Yaklaşık 10 yıldır reklam filmleri çekiyor ve nihayet setlere ayak bastığı ilk günden beri hayalinde olduğunu söylediği uzun metraj film düşüncesi Bir Avuç Deniz ile gerçek oluyor.
Kadın, erkek herkesin hayatında sürüklenmeler, “yoldan çıkmalar” vardır. Bu filmde Mert’e (Engin Altan Düzyatan) aşık üç kadın ve Mert’in buradaki yolculuğu anlatılıyor. “Başarılı çocuk” Mert, Amerika’dan Türkiye’ye döner ve büyük bir şirketin başına geçer. O güne dek ona çizilen bir rota vardır ve o da bu rotada gidecek gibi görünür. Ama Deniz, Mert’i bambaşka bir yere sürükler. Filmde bu süreklenmeyi anlattığını söyleyen Yılmaz, “Ama aslında bir yol yoksa; yol bir yalansa; belki de yoldan çıkmak en doğrusudur, kim bilir?” diye soruyor.
Filmin tamamı diyaloglarla geçiyor ve bu diyaloglardaki evrim, filmin tansiyonunu oluşturuyor. İlk bakışta basit bir aşk hikayesi gibi görünen film, gitgide bu tip bir sinemada pek rastlanmayan bir sorgulamaya dönüşüyor.
Film Türkiye’de yayınlanmadan önce Yılmaz ile kapsamlı söyleşi yapma şansım olmuştu, bakın bazı sorularımı nasıl yanıtlamıştı:
Bir avuç aldığımız deniz, gerçekten deniz midir?
Filmin üst yapısında bir aşk hikayesi sürerken, aslında içten içe hep bu soru soruluyor. Bir avuç deniz, bir bakış açısıyla bir avuç sudur. Ama bu sular birleşince deniz olur. Ama bunlar gözünüzü korkutmasın, Bir Avuç Deniz bir felsefe değil, bir aşk filmi. Zaten kimseye yanıtlar dağıtacak durumda değilim. Ortada hiç sorulmamış bunca soru varken, sorular sormak beni daha çok ilgilendiriyor.
İzleyicinin beklentisi çoğu zaman yönetmeni etkiliyor, hitap edilen kitle sizi de bu filmi yaparken düşündürdü mü?
Bu filmdeki pek çok sahne, şu anda milyonlarca insanın yaşadığı olaylardan parçalar içeriyor. Filmin hitabettiği kitlenin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bu hikaye böyle bir kitle tarafından ilgiyle izlenecek ama yarın “hedef kitlesi” 10 kişi bile olmayan bir hikaye çıkarsa, onun da filmini çekerim. Ben böyle hedefler, profiller dünyasından uzağım. İçimden gelen, bana dokunan şeyleri açığa çıkarmak ve paylaşmak istiyorum. Gerisi izleyicinin kararı.
Bu film hayatı mı taklit ediyor, yoksa olması gereken hayatı mı veriyor?
Olması gereken hayat nedir? Bu sorunun yanıtı bilsem bile onu bir filme sığdırabilir miyim? Bir Avuç Deniz’in bu kadar büyük ve abartılı iddiaları yok. Bazı keskin virajlarda aynalar olur ya; belki o kadar bir misyonu olabilir filmimin. Belki bazı kişilerin virajlardan savrulmasını engelleyebilir.
Tanıtımını okuduğumda bu filmin insanları tanımayla da ilgili olduğunu düşündüm. Sanki hem karakterler hem de izleyici birlikte bir yolculuğa çıkacak gibi, doğru mu?
Özellikle başrol oyuncuları, Deniz (Berrak Tüzünataç) ve Mert (Engin Altan Düzyatan) upuzun bir yolculuğa çıkıyorlar. Deniz, Mert’in düzenli hayatını önce alaya alıyor ama ona ve ailesine için için özeniyor; Mert gibi olmak istiyor. Mert’se tam tersine, Deniz gibi pervasız, hesapsız olmak için ailesi, dostları, işhayatı ile ipleri kopartıyor. İkisi de birbirlerine doğru koşuyorlar ama bu koşu ikisini de tüketiyor.
Peki, bulmaya ve anlamaya çalıştığınız şey ne?
Sevgimiz için ne kadar ileri gidebiliriz? Aşkımız için neyi verebiliriz? Kendimizi verir miyiz? Bunu gerçekten yapabilir miyiz? Kendimiz olmaktan vazgeçebilir miyiz? Hepimizin içine işleyen “başarı” fetişizmi ne kadar sağlıklı bir duygu? Film tüm bunları ve fazlasını soruyor. Ama hepsini şimdi söylemek doğru olmaz. Ama filmi izleyecek olanların “bir avuç deniz”den çok daha fazlasını bulacağını söyleyebilirim.
Birey olamamış insanlardan kurulu bir toplumda aşk nasıl algılanıyor sizce?
Aşk daha çok bir “tutunma” olarak algılanıyor. Yani “düşme” hayatımızın olağan hali ve bir “aşk” bulup bu düşüşten kurtulmaya çalışıyoruz. Birey olmak bir hayli zor; kendini bırakmak çok daha kolay. Bu nedenle ergin bireylerin yaşadığı aşkları görmek gitgide zorlaşıyor. Sanki herkes bir çocuk ve herkes çocukluk aşkları yaşıyor gibi.
Anne karakteri ilgi çekici. Etrafta çok örneği var, o psikolojiyi neye bağlıyorsunuz?
Burası filmin nirengi noktası diyebilirim. Rana Hanım (Ayda Aksel) unutulmaz bir performans çiziyor film boyunca. Tamamen evlat sevgisi dolu bir anne; anlayışlı, kibar, iyi eğitimli bir burjuva. Onu tamamıyla benimsemeye ve ona hak vermeye hazırız. Oysa kayıtsız şartsız kabul ettiğimiz ve kutsadığımız bu “annelik” durumu aslında çok ilginç sonuçlar doğurabiliyor.
“Hem ticari hem de sanatsal açıdan Türk sineması altın çağını yaşıyor” deniliyor, ama toplumsal koşullar ile birey arasındaki ilişkiyi sağlam kuran, psikolojik bir derinliğe sahip karakterler içeren pek fazla film yok. Sizin filminiz bu boşluğu doldurur mu dersiniz?
Bence çok güzel filmler yapılıyor. Geçenlerde Çağan Irmak’ın Prensesin Uykusu filmini izledim ve çok beğendim. Türk sineması altın çağını yaşıyor mu tam emin değilim. Çünkü çok daha fazla film çekilebilir ve çok daha fazla yetenekli insan ortaya çıkabilir.
Çekimler sırasında eminim çok eğlenmişsinizdir. Paylaşmak istediğiniz anlar var mı?
Yunanistan çekimlerine kocaman bir gullet kiralayarak gittik. Yolun ortasında fırtına o kadar arttı ki bir koya sığınıp geceyi orada geçirdik. Bütün ekip gece boyunca çok eğlendik. Harika insanlarla çalıştım, sanat grubumda, kostümde, seste, kamerada hepsi birbirinden yetenekli ve uyumlu isimler vardı. Oyuncularımız Türkiye’nin en beğenilen isimlerinden olmasına rağmen bir an bile mütevazılıklarını elden bırakmadılar. Elbette çok yorulduk ve çok zorluklar çektik. Finansal açıdan çok sıkıştığımız anlar oldu. Filmin tamamı en pahalı tekneler, en lüks arabalar, en şık evler içinde geçiyor. Ve bu üstümüzde çok büyük mali yükler yarattı. Hiçbir sponsorumuz olmadığı için, bu gerilimler bana da ister istemez yansıdı. Ama her şey geçtikten sonra geriye sadece tatlı anılar kalıyor.
Siz bir filmi izlerken ilk dikkat ettiğiniz şey nedir?
İlk dikkat ettiğim o kadar çok şey var ki… Görüntü dili, ses, müzik kullanımı, kurgu, dekor ve en önemlisi oyunculuk yönetimi. Ama bunlar kronolojik bir sırayla değil, bazen daha ilk sahnede, ilk anda hepsi birden görülüyor.
Etkilendiğinizi düşündüğünüz bir yönetmen var mı?
Woody Allen’ın hayranıyım. Üniversitede kendisiyle tanışma mutluluğunu da yaşamıştım. Haneke’den çok etkilendigimi düsünüyorum. David Fincher’ın anlatım dilini çok başarılı buluyorum, Zodiac gibi bir filmi çekmeye cesaret eden, her şeyi yapabilir. Bir de bu listeye Coen Kardeşleri eklemeliyim. Yaptıkları her film bir sinema dersi olarak değerlendirilmeli. Ayrıca, Alfonso Cuaron, Richard Kelly, Christopher Nolan gibi isimleri sinemayı yeniden yorumlayan dahiler olarak görüyorum.
İleride kendinizi görmek istediğiniz yer neresi?
Önümüzdeki 10 yılda, 10 film çekmeyi planlıyorum. Ben kendimi şu an olduğum yerde görmek istiyorum. Çalışmak, izlemek, paylaşmak…
Ödül töreni sonrası filmin yapımcısı Ateş İlyas Başsoy ile de kısaca görüşme şansı yakaladım…
Dün gece ödülü büyük bir mutlulukla aldıklarını belirtti. “En iyi film ödülünü almak çok güzel, Bir Avuç Deniz”i daha “hikaye” olduğu günden beri biliyorum. İlk okuduğum andan itibaren, karakterlerin gelişimi, üst yapıdaki aşk üçgeni ve altyapıdaki inanılmaz felsefi derinlik beni çok etkiledi.
Filmin festivalde beğenilmesi beni şaşırtmadı” dedi ve ekledi: “Bir Avuç Deniz zor bir film; soğuk, yapay, sahtekar ve “güzel” insanların dünyasını anlatıyor. Türkiye’de beklentimizin ötesinde anlaşıldığını bize gelen çok sayıda mesaj ve bazı kalem erbabının güzel yorumlarından anladık. Leyla, bu filme 3 yılını verdi ve yola çıktığında bir çok zorlukla karşılaşacağını biliyordu. Türk sinemasında kameranın pek kolay giremediği “zengin” insanların bayağı hayatını Gilles Deleuze, Ulus Baker ve Yunus Emre’nin izinde sergilemeye çalışmak zorlu bir yolculuktu…
Daha önce yapımcılık yapıp yapmadığını merak ettiğimde, yapmadığını, ancak böyle benzersiz bir proje daha önüne gelirse, elini taşın altına tekrar sokabileceğini söyledi.
Son olarak, “Üniversite yıllarından beri çalışkan bir sosyalist olan; her zaman kadınların ve ezilenlerin yanında duran çok değerli insan Leyla Yılmaz’ın; sanki ayıları anlatan bir film çekenin ayı olması gerekirmiş gibi; zenginleri” (tüm yapaylıkları ve alçaklıklarıyla) anlattığı için “zengin” diye eleştirilmesi üzücüydü. Leyla zor bir film yaptı, klişe insanları anlattı ve hiçbir kolay yola sapmadı. Onun dehasını kitlelere taşımakta bir payım olabildiyse ne mutlu…” dedi.
(T24)