Cüneyt Cebenoyan: Sinema eleştirmeni, rockçı, solcu, futbolcu, baba, eş ve iyi insan
Cüneyt Cebenoyan’ın ölüm haberi kahretti hepimizi. İlk kez 2009’da tanıştık Cüneyt Abi ile. Sinema üzerine söyleşi yapma şansım olmuştu. “Yaşamda ve yazıda devrimci duruş: Cüneyt Cebenoyan” diye başlık atmışım söyleşimize.
Film eleştirisinin amacını, dünyayı daha iyi anlamanın ve yorumlamanın bir parçası olarak sinemayı daha iyi anlama ve yorumlamak olarak tanımlamıştı, “Sanat bir anlamda insanların hayatlarına, dünyamıza bir yorum getiriyorsa, eleştiri de o yoruma bir yorum getiriyor. Temelde ideolojik bir şey benim için” demişti.
Kendisine dışarıdan bakmasını istemiştim, nasıl bir eleştirmendi? Katı, anlayışlı, samimi hangisi?
“Yazarken kendime karşı dürüst olmaya çalışıyorum. Her zaman başaramıyorum. Başardığım zaman, yazdıklarımı seviyorum genellikle. Şu ya da bu kaygıyla dürüst olamadığımda, daha sonra çok huzursuz oluyorum. Dürüst olmaya çalışan bir eleştirmenim diyebilirim. Kimi zaman anlayışlı, kimi zaman saldırgan, çoğunlukla samimi.”
Yazdığı yerin belirleyici öneme sahip olduğunu düşünüyordu:
“Günlük gazetelerde, benim kadar özgür yazan biri yoktur sanırım. Bloglarda ya da dergilerde vardır elbette. Çeşitli gazetelerde çok değerli film eleştirmenleri yazdı ve yazıyor ama onlara ayrılan o küçücük yerlerde ne yazabilirler ki… Tabii sorun sadece yer de olmuyor. Çok tirajlı gazeteler hitap ettikleri geniş kitlenin beğenisiyle çelişen film eleştirileri istemiyorlar. En azından bu tarz eleştiriyi sınırlı tutmak istiyorlar. Benim ise neredeyse sınırsız bir özgürlüğüm var. Kendimi ne bir patrona ne başka popüler kaygılara göre sınırlandırmak zorunda değilim. Tek sınırım kendime olan dürüstlüğüm. Ama evet, bazen kendimi aldattığım oluyor daha önce de söylediğim gibi. Bazen meslektaşlarımın görüşleri bazen arkadaşlarımın beklentileri yazdığım yazıyı etkiliyor.”
Rockçı, solcu, futbolcu…
“Cüneyt Cebenoyan kimdir?” diye sormuştum bir de…
“Varoluşsal bunalımlara girmeden bu soruyu yanıtlamak için bazı olgulara sadık kalayım bari. Rakamlar yaşlısın diyor, ben inanmamakta direniyorum. İki kardeşim vardı, ablamı 1994’te The Marmara Oteli’nin bombalanmasında kaybettim, Onat Kutlar’la birlikte; abim ise ABD’de yaşıyor. Annem-babam ve 2 yaşındaki oğlumu da Marmara depreminde kaybettim. Kendimi ise nerdeyse 12 Eylül’de kaybediyordum. ‘Cunta’ sözcüğünü kullandığım için devletin manevi şahsiyetine hakaret etmekle suçlandım ve hüküm giydim. 14 ay hapis yattım. Kimi zaman siyasilerle ama küçük-büyük birçok sıradan suçluyla da. 1989’dan beri evliyim, bir kızım var. İlk kez 7 yaşındayken aşık oldum. 14 yaşımdayken de ilk kez öpüştüm. Solcuyum, bazen daha radikal bazen daha esnek ama hep sosyalizmden yana oldum galiba. Yani 17-18 yaşımdan beri. Futbol oynamayı severim, hâlâ. Rock müzikten iyi anlarım. Roll dergisinin kurucularındanım. Bonny Prince Billy’yi çok severim. O da Türkiye’yi çok sever. Son videosunda üzerinde Türk bayraklı bir t-shirt var: www.dragcity.com
Dünyayı anlayacağımı sanarak ekonomi okumayı seçtim. Tabii ki benden daha akıllı çıktılar ve bana neo-klasik ekonomi denilen akademisyen oyununu öğretmeye çalıştılar Boğaziçi’nde. Bu oyun elbette dünyanın düzenini kapitalizm ve emperyalizmi hem gizlemek hem meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Marx’ın adını bile son sınıfa kadar duymuyorsunuz. Böyle kepaze bir şey işte.Denizi, deniz dibini, deniz canlılarını çok çok severim. Dalgıçlığım var biraz. Endonezya’da dalmak bu konuda yaptığım en iddialı şey. Ama scubadan çok şnorkelle dolaşmayı severim. Deniz kabuklarını çok severim. Hayvanat bilgim hiç fena değildir.”
Evet, hayatında üç büyük kırılma vardı. Hapishane, kızkardeşi Yasemin’i kaybettiği The Marmara Oteli’ndeki patlama ve oğlu Ali ile annesi ve babasını kaybettiği deprem.
“O kadar karmaşık süreçler ki bunlar… İnsanın başından geçen kötü hadiseler olarak görülmesi çok yetersiz kalır. Bunlar insanı başka birine dönüştüren, hayatı boyunca takip eden, diğer insanlarla ilişkilerine temelden etki eden, hatta başkalarıyla kurduğu ilişkileri belirleyen olaylar. İnsanın hayatında kocaman kopuşlara, parçalanmalara, dağılmalara neden olan olaylar. O kadar dağıldım ki aslında “noktaları birleştirin” tarzı bir şeye dönüştüm diye düşünüyorum. Bir şekil var ama noktalar arasındaki bağ neredeyse kopmuş, yok olmuş gibi hissediyorum bazen…” diye ifade etmişti.
“O bir lodosçuydu…”
Lodos estikten sonra sahile inip, denizin kıyıya sürüklediği değerli şeyleri toplayan kişilere lodosçu denirmiş ondan öğrenmiştim.
“Yasemin ile bu meslekle bir tv programında karşılaşınca, idealimizdeki yaşam tarzının, kariyer çizgisinin bu olduğuna karar verdik! Ve hayali örgütümüzü yani Lodos Partisi’ni kurduk. Nerede bir eksantrik görsek, onun bir lodosçu olup olmadığını değerlendirirdik. Bir tür sevimli kaybedenlik durumu denebilir. Ya da tutunamayan. Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ kitabındaki tanımdan çok farklı değil. Ama kitabı okumadan varmıştık bu fikre. Her şey eğlenmek için uydurulmuş bir fanteziydi tabii ki. Ben onun ‘lan oğlum lümbül’üydüm. Lümbül, Patrice Lumumba’dan türemiş bir isim, uzun hikaye… Babam Lumumba dermiş bana falan… Kabullenemedim galiba hâlâ Yasemin’in ölümünü. Dilim o kadar çok sürçer ki, sevdiğim başka kişilere Yasemin diyiveririm” demişti.
Ben de Cüneyt Abi’nin ölümünü kabullenemeyeceğim galiba. Ne zaman bir film izlesem veya bir caretta caretta görsem ismi geçecek ve hiç gitmemiş gibi olacak.