Dr. A. Murat Eren: TÜBA’daki problemler AKP öncesine dayanıyor
Sosyal medyada gündeme getirdiği konular ile dikkat çeken Dr. A. Murat Eren ile mikrobiyal ekoloji ve hükümetin bir süredir gündemi meşgul eden TÜBA atağı üzerine söyleştik…
2007 yılında bilgisayar bilimleri alanında başladığı doktora süresince mikrobiyal ekoloji alanında çalışan ve halen temel olarak bakteriyel toplulukların kompozisyonlarındaki değişimler ile insan sağlığı arasındaki ilişkileri inceleyen projeler üzerine çalışan Dr. A. Murat Eren (http://meren.org), haziran ayından bu yana ABD’nin Massachusetts eyaletindeki Woods Hole’de yer alan Marine Biological Laboratory’de doktora sonrası araştırmacı statüsü ile faaliyet gösteriyor.
Kendisine ilk olarak, Nature’da geçen hafta yayımlanan “Antibiotic overuse: Stop the killing of beneficial bacteria” (“Antibiyotik aşırı kullanımı: Faydalı bakterileri öldürmeyi bırakın”) başlıklı araştırma hakkında ne düşündüğünü sordum…
Bu araştırma, aslında bir süredir devam eden çalışmaların bir devamı niteliğinde ve özetle, antibiyotiklerin gereğinden fazla kullanılmasının vücudumuzu mesken tutmuş olan ve bizimle karşılıklı çıkar ilişkileri sürdüren bakteri topluluklarında kalıcı ve ciddi sağlık risklerine sebep olabilecek değişikliklere sebep olduğunu ortaya koyuyor.
Bu bakteriyel topluluklarla ilişkimizin boyutlarına dair bilgi almamız mümkün mü?
Bilim dünyası, bu bakteriler ile aramızdaki ilişkinin boyutlarını nispeten kısa bir süre önce keşfetmeye başladı. Bugün itibarı ile insan vücudunun çok ciddi sayıda bakteriye ev sahipliği yaptığını biliyoruz. Araştırmalar sağlıklı bir insanın vücudunda yaşayan bakteri sayısı 10 trilyonun üzerinde olduğunu gösteriyor. İnsan vücudunu meydana getiren hücre sayısının yaklaşık olarak 1 trilyon olduğu hesaba katılırsa ‘çok ciddi sayıda bakteri’ derken aslında ne kast ettiğimin biraz daha netleşeceğini tahmin ediyorum. Son yıllarda yapılan çalışmalar bakterilerin bağışıklık sisteminin sağlıklı gelişiminden organ fonksiyonlarına kadar çok temel birçok noktada etkin bir vazife yürüttüğünü gösteriyor. ‘Bakteriyel topluluk’ ifadesi aslında birçok değişik bakteri türünün biraradalığını ifade ediyor.
Birçok bakteri türü derken ortalarda dolaşan tahmini bir rakam var mı?
Değişik rakamlar telaffuz ediliyor. Nispeten güncel tekniklerle 2008 yılında gerçekleştirilmiş bir araştırmanın sonuçları, sadece bağırsaklarda 40 bin’den fazla bakteri türünün yaşadığını ortaya koyuyor (elbette söz konusu prokaryotlar olunca konvansiyonel tür kavramı anlamını yitiriyor, fakat şu an yeri olmayan bu tartışmayı es geçiyorum). Bir bakteriyel topluluk içerisinde hangi türün kaç birey ile ifade edildiği de organdan organa, hatta aynı organ içerisindeki bir fiziksel bölgeden diğerine büyük değişiklikler gösterebiliyor. Bununla beraber bakteriyel toplulukların fonksiyonları bu türlerin bulundukları ortamdaki ahengi ile doğrudan ilişkili.
Bu bağlamda, antibiyotikler bakteriyel toplulukların yapısını değiştiriyor yani?
Hem de mısır tarlasına giren bir buldozer gibi. Öte yandan bakteriyel topluluklar son derece dirençli. Yoğun antibiyotik kullanımından sonra dahi geri dönebiliyorlar. Fakat neredeyse sıfır noktasından geri gelen bakteri toplulukları içerisindeki ‘narin’ ve ‘az sayıda’ olan, bir anlamda kişiye özel gruplarının, topluluk önceki haline benzer bir noktaya ulaştığı zaman bile geri gelmediğini gösteren çalışmalar var.
Bunun teorik olarak ne anlama geldiği ile ilgili net bir fikir var mı?
Benim takip edebildiğim kadarı ile şu an için yok, fakat Nature’da yayımlanan makale pratik sonuçlarının pek de iç açıcı olmadığını gösteren bir diğer araştırma.
Peki, antibiyotik kullanımı sonrası yapısı değişen ekosistemi tam olarak eski haline döndürmek mümkün değil mi?
Bu epey insanın aklını meşgul eden bir soru, ve ne yazık ki bunun da net bir yanıtı yok. Verilen herhangi bir anda bir bakteriyel topluluğun kompozisyonunun hangi adımların hangi sıra ile işletilmesi ile elde edileceği yanıtlanmayı bekleyen çok önemli bir soru. Fakat bakteriyel toplulukların oluşumu bir takım stokastik süreçlerin bir sonucu olduğu için yanıtlanması ziyadesiyle güç. Dolayısıyla, örneğin bağırsakların antibiyotik kullanımı öncesi bakteriyel topluluklarından aldığımız bir örneği antibiyotiklerin tarumar ettiği bağırsak florasına koysak, bağırsaklar aynen eskisi gibi olup olmayacağına dair bir soru, neredeyse ‘bir grup bebeği bir vadiye koyup insan üretimi her şeyden uzak bıraksak, oradan evrilecek yeni kültür Ay’a insan gönderir mi’ sorusu ile aynı hizaya geliyor.
Yani, antibiyotik kullanmayalım mı?
Hayır, katiyen onu demek istemiyorum. Elbette antibiyotik kullanımının kaçınılmaz olduğu durumlar var. Tıp, bakteriyel rahatsızlıkları bakterileri öldürmeden çözmenin bir yoluna kavuşana kadar antibiyotikler insan sağlığı için önemlerini koruyacaklar, fakat buradaki mesaj antibiyotiklerin tehlikeli olduğu ve gereksiz yere kullanılmalarının büyük riskler ihtiva ettiği ile ilgili. Örneğin insanların daha sivilcesiz bir cilt için antibiyotik kullandıklarını duyuyorum, bu neredeyse evdeki örümcek ağlarını alev makinesi ile temizlemeye çalışmak ile aynı şey. Doktorların emin olamadıkları her durumda antibiyotik salık vermeleri de yeniden gözden geçirmeleri gereken pratiklerden.
Peki bakteriyel topluluklar ilk olarak nereden geliyorlar? Anne karnında mı? Yoksa doğduktan sonra mı?
Çok enteresan bir şekilde anne karnındaki bebek tamamen steril. Fakat doğumun hemen ardından bakteriler hızla koloniler oluşturmaya başlıyor ve bu toplulukların başlangıçta kriptik olan salınımları birkaç haftalık bir süreçte nispeten sabit bir hale geliyor. Bu arada konu buraya gelmişken doğum metodunun bakteriyel topluluklarla ilişkisine dair güncel bir örnek vermek isterim. Son yıllarda yapılan araştırmalar sezeryanla doğan bebeklerin cilt hastalıkları, sivilce ve cilt yaraları, astım gibi solunum yolu problemleri ve alerjilerine daha yatkın olduklarını ortaya koyuyor. Bunun sebebi başta bilinmiyor olsa da mikrobiyal ekolojinin artık bir yanıtı var ve hayli enteresan.
Vücudu istila eden ilk bakterilerin, bağışıklık sisteminin doğru bir şekilde gelişmesinde çok önemli bir rol oynadıkları artık bilinen bir gerçek. Doğal yolla doğum yapan bebeklerin ilk bakteriyel florası, vajinal kanaldan geçtikleri için Lacotbacillius cinsi bakterilerin neredeyse tamamını oluşturduğu ‘vajinal floraya’ benziyor. Sezeryanla doğum yapan bebeklerin ilk bakteriyel florası ise vajinal flora ile hiç ilgisi olmayan, Staphylococcus, Streptococcus, Propionibacterium, Corynebacterium, Acinetobacter, Pseudomonas gibi bakteri cinslerinin bir karışımı olan ‘cilt florasına’ benziyor. Farklı deneyler, bebeğin ilk konuğu Lactobacillius cinsi bakterileri olduğunda bebeğin sağlıklı bir bağışıklık sistemi geliştirdiğini ortaya koyuyor. Sezeryan ile doğum yapan bebeklerin bağışıklık sistemleri doğru şekilde gelişmediği için ilerleyen yıllarda sağlık problemleri yaşamaya daha yatkın bireyler oluyorlar. Nasıl ki bunun neden bu şekilde olduğunun yanıtı insanın yüz binlerce yıllık evrim yolculuğunda yatıyorsa, sırf buradan çıkarak benzer şekilde neredeyse yüz yıldır sağlık problemlerine yanıt aramakta kullanılan antibakteriyel terapi yöntemlerinin bir takım problemlere neden oluyor olduğunu keşfetmek belki de kimse için sürpriz olmamalı.
Antibiyotiklerin yerini neyin alabileceği konusunda bir görüş var mı?
Bakteriyel hastalıkları yine bakterilerle tedavi etmek son yıllarda bilim insanlarının kafasını meşgul eden olasılıklardan. Bakterilerin sebep olduğu çeşitli bağırsak ve cilt rahatsızlıklarının bu yolla tedavi edilip edilemeyeceği araştırılıyor. Hatta ve hatta, daha büyük ölçekteki çevre felaketleri için de “sağlıklı bakteriyel topluluklar” yardımı ile bir çözüm bulunup bulunamayacağı konusunda çalışmalar da var. Fakat bunlar yeni, ve vakte ihtiyacı olan araştırmalar.
Nature’da yayımlanan ve gündem yaratan bir diğer yazı da AKP hükümetinin TÜBA ile ilgili adımlarını eleştiren bir editör yazısı idi. Yazı sonrası birçok akademisyen ile bu konuda görüşme şansım oldu. Hazır sizi yakalamışken, bu konudaki fikrinizi almak isterim…
Söz konusu yazı yayınlanmadan önce ve yayınlandıktan sonra cereyan eden gelişmeleri takip etme şansım oldu. Elbette Türkiye’deki akademik gelişmeler kaygı verici. Öte yandan birkaç kurtarılmış üniversite dışında Türkiye akademisi ne yazık ki uzun yıllardan beri büyük bir boşluk içerisinde.
Türkiye’nin bilimde uluslararası arenadaki yerini de tayin eden bu boşluk, YÖK’ün öğretim üyeliğine yükseltilme ve atanma yönetmeliğindeki kriterlerinden bilime ayrılan bütçenin bölümler arasında adaletsiz dağılımına, artık halkça kanıksadığımız ve neredeyse rutin bir hale gelmiş olan intihal vakalarından içindeki en tecrübeli akademisyenin yardımcı doçent olduğu üniversite bölümlerine kadar birçok boyuta sahip. Bununla birlikte hükumetin TÜBA üzerindeki yetkilerini yeniden düzenleyen adımı ile yükselen tepkilerin hatırı sayılır bir kısmı, sanki yıllardır son derece verimli olan akademimiz, ve onun Türkiye gündemini meşgul eden problemlere bilimsel perspektifler sunarak halkı aydınlatan biricik özerk kurumu TÜBA, hükümetin müdahalesi ile tuz-buz olmuş izlenimi yaratan görüşler çerçevesinde şekillenmiş gibi duruyor. Meşhur bilim dergisi Nature’a yazılan yazı dahi şaşırtıcı bir şekilde dünya çapında bilim insanlarının bu gelişmeye kayıtsız kalmamalarını ve ses çıkarmalarını diliyor.
Ne şekilde olursa olsun bu konunun gündeme gelmesi iyi değil mi?
Bilim ve Teknik dergisindeki sansür skandalı, genetiği değiştirilmiş gıdalar tartışmaları, enerji politikaları ve baraj projeleri, ifade özgürlüğü gibi kilit konularda sessizliğini koruma konusunda istikrarlı bir çizgi tutturmuş olan akademinin Nature’a editoryal yazarak da olsa sesini yükseltme çabaları elbette taktire şayan, fakat uluslararası bilim camiasını TÜBA’nın Türkiye’de hiçbir işe yaramadığı günlere dönmesi için harekete geçirmenin ne kısa ne de uzun vadede bize hiçbir katkısı olmayacağı da göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek.
Bununla beraber bu gelişmeyi “işte AKP bilimin canına okuyur” bağlamının ötesinde ele alarak, TÜBA üzerinden Türkiye’deki akademiye dair sıkıntılara ışık tutan tartışmaların da gündemde kendilerine yer bulduğunu görmek bu musibetin nispeten sevindirici sonuçlarından olsa gerek. Ali Atıf Bir’in BirGün Gazetesi’nde, Levent Kurnaz’ın T24.com.tr’de, Şahin Alpay’ın Zaman Gazetesi’nde, Yalçın Bayer’in Hürriyet Gazetesi’nde, Doğan Kuban’ın Cumhuriyet Bilim ve Teknik’te kaleme aldıkları yazılar, TÜBA’ya dair problemlere farklı perspektifler sunan yorumlardan sadece birkaçı. Fakat bu tartışmalar Türkiye’nin asıl probleminin TÜBA’ya yapılan müdahaleyi de kapsayan çok daha büyük, kemikleşmiş, ve yönetimlerden ve onların savunduğu ideolojilerden bağımsız bir problem olduğu gerçeği ile yüzleşmeden sürdüğü müddetçe, bu gelişme uzun vadeli menfaatlerin elde edilebileceği bir tartışma zemini yaratmaktan uzak, hakkında bir avuç kişinin yazıp çizdiği bir diğer utanç olarak kalacak.
Anladığım, Türkiye’deki akademik problemlerin tarihinin AKP’den çok öncesine dayandığının altını çizmek istiyorsunuz…
Aynen öyle… Bu sıkıntıların sadece -ya da yoğun olarak- AKP ile bağdaştırılması, ABD’de eğer Bush giderse her şeyin güllük gülistanlık olacağını düşünen demokratların bu gün yaşadığı türden bir hayal kırıklığından fazlasını vaat etmiyor. Bu bağlamda, Türkiye’deki bilim insanları ve fikir önderleri akademik konuları ele alırken siyasi görüşleri ile şekillenmeyen, nispeten objektif bir tutum sergileme başarısını göstermeleri gerektiğini düşünüyorum. AKP elbette eleştiriyi hak eden adımlar atıyor, fakat Türkiye’de bilimin geldiği nokta ile ilgili suç sadece AKP’nin değilken, sıkıntıları sürekli AKP nezdinde ele almak hem hükumeti hem de hükumete yakın hisseden kişileri refleksif bir biçimde anlamsız uygulamaları savunma poziyonuna geçiriyor. İdealde böyle olmaması gerektiği aşikar, fakat realite de ortada.
Onyıllardır Nature gibi önemli bilim dergilerinde ancak intihalleri ve siyasi çalkantıları ile gündeme gelen, akademik yolsuzlukları tescilli kimselerin dekan, rektör, rektör yardımcısı olabildiği üniversiteleri ile Türkiye, özerk bilim akademisi olmadan da birkaç yıl idare edebilir. AKP gider, ya da ikna edilir, TÜBA’nın özerkliği iade olur, hatta belki yanına yeni bir tane daha açılır. Bununla beraber bu problemlerin gündeme her gelişinde beliren miyop anlayış belki bir seferliğine de olsa kenara bırakılabilirse, TÜBA sayesinde açılan bu sayfaya uzun vadede akademinin nereye gitmesi gerektiğine dair notların düşüldüğü geniş katılımlı bir tartışma zeminini oluşturmak mümkün olabilir. AKP’nin bu vizyonsuz girişiminin yarattığı momentumu faydalı bir sürece dönüştürmek mümkün.
(T24)