‘İnsanları kandırıldıklarına ikna etmek, onları kandırmaktan daha zor’

Isil Arican

Çeşitli bilim dışı iddiaları ve hurafeleri inceleyen ve okurlarına eleştirel düşünce yetisi kazandırmayı amaçlayan yalansavar.org sosyal medyada ilgi görüyor.

Eleştirel düşünce ve bilimsel yöntem üzerine içerik ürettiklerinin altını çizen Yalansavar ekibi, yazıların tamamında güvenilir kaynakların kullanılmasının, fikir ve iddiaların akılcılık ve bilimsellik süzgecinden geçirilmesinin esas olduğunu söylüyor. Temel hedeflerini, “değindikleri konularda, güvenilir ve geçerli kaynaklara ulaşmak, aklın ve sağduyunun sesini dinlemek, otoriteden kaynaklanan argümanlara başvurmamak, komplo teorilerine prim vermemek, kendi önyargılarını yazılara mümkün olduğunca karıştırmamak” olarak sıralıyorlar.

Isil Arican

Uzun zamandır süren aşı tartışmalarına dikkat çeken sitenin kurucu yazarı Dr. Işıl Arıcan ile T24 için görüştük. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan Işıl Arıcan’ın sağlık yönetimi üzerine yüksek lisansı var. Arıcan, halen ABD’de önde gelen sağlık kurumlarına tıbbi bilişim ve proje yönetimi üzerine danışmanlık yapıyor.

Yalansavar’ın çıkış fikrinden, aşı ve homeopatiye kadar, sitedeki yazılar sonrası merak ettiğimiz soruları sorduk. Hazırladığımız sorular ve Dr. Arıcan’ın yanıtları şöyle:

Yalansavar’ı hazırladığınız ilk dönemler, bu kadar ihtiyaç olduğunu tahmin ediyor muydunuz?

Aslında hayır. Cüneyt Özdaş ve ben, yalansavar fikrini ilk ortaya attığımızda, bunu internetteki yanlış bilgilerle savaşmaktan çok, e-posta ile iletilen yalan yanlış mesajları çürütmek için düşünmüştük. Fikrin ortaya çıktığı zamanlar henüz Facebook, Twitter gibi ortamların bu denli yoğun bilgi ve fikir paylaşımı için kullanılmadığı zamanlardı. Yerine sıklıkla, “bu mesajı tüm tanıdıklarımıza iletin!” diye e-posta mesajları gönderme modası vardı. İkimiz de, bu tip mesajlar gelince işi gücü bırakıp bu postalardan cevap yetiştiriyorduk. Sonra daha yeni cevap yazdığımız aynı postanın başka tanıdıklardan da gelmeye başladığını görünce, Cüneyt bu yanıtları daha derli toplu bir şekilde bir web sitesine koyma fikrini öne sürdü. Siteyi önce Wikipedia formatında hazırladık, daha sona Facebook ve Twitter gibi ortamlardaki paylaşım alışkanlıkları çerçevesinde daha kullanıcı dostu olacağını düşünerek şimdiki haline getirdik.

İlk ortaya çıktığında okunan bir blog olmasından ziyade, kendimiz için bilgi depoladığımız, kaynak olarak düşündüğümüz bir sayfa idi. Ancak daha sonra fikir gelişti, hem artan yazar kadrosu, hem gelişen format itibariyle şu andaki bilimsel şüphecilik ve eleştirel düşünce alışkanlığı vermeye çalışan ve referanslarda safsataları çürüten bir siteye dönüştü. Şu an pek çok farklı uzmanlık alanı olan 11 müthiş yazarımız var.

Bugüne kadar yazdıklarınız nedeni ile sizi zorda bırakan bir durum oldu mu?

Hayır. Yazdığımız konuları oldukça detaylı araştırıyor ve yazımızın elinde tüm kaynakları okuyucuyla paylaşıyoruz. Üstelik, yazdıklarımızın bizim kişisel görüşlerimiz değil, verilerle destekli somut olgular olmasına da özen gösteriyoruz. Bu iki konuya dikkat edince zaten kendiliğinden objektiflik sağlamış oluyoruz. Ayrıca gözden kaçırdığımız bir veri veya bulgu varsa o konuda da çok hassasız. Okurlardan veya konuyla ilgili diğer yetkin kişi ve kuruluşlardan aldığımız geri bildirimleri de hemen dikkate alıyor, gerekli düzeltmelerimizi yapıyoruz.

Aşılar işe yarıyor mu?

Aşılar ile ilgili yayımladığınız yazılar sonrası çok kişinin aklına takılan bazı sorular var. Örneğin verem aşısı. Kimseye verem aşısının veremden korumadığı söylenmiyormuş, bu doğru mu? Koruması için değil, hastalığın menenjite dönüşmemesi için artık sadece çocuklara yapılıyormuş…

Verem ya da diğer adıyla tüberküloz, bundan birkaç nesil öncesinin en büyük korkulu rüyalarından biri. Bundan 50-60 sene önceki Türk edebiyatındaki pek çok eserdeki kahramının ölüm nedeni “ince hastalık”. Bu nedenle pek de hafife alınmaması gereken oldukça ciddi bir hastalık.

Tüberküloz bakterisi ilginç bir bakteri. Çoğu vakada latent dediğimiz gizli enfeksiyon olarak seyrediyor, ancak bu kişilerin yaşamları sırasında yüzde 5 ila 15’i oranında aktif enfeksiyona dönüşüyor. Aktif enfeksiyonun en ciddi hâli ise miliyer tbc dediğimiz tüm vücuda yayılan hâli ve tbc menenjiti. Özellikle küçük çocuklarda bu öldürücü komplikasyonların ortaya çıkma sıklığı çok daha yüksek, üstelik bu komplikasyonlar küçük çocuklarda çok daha ölümcül seyrediyor.

BCG aşısının  yapılan meta analiz çalışmalarında miliyer tbc ve tbc menenjiti konusunda yüzde 80 oranında koruyucu olduğunu görüyoruz. Özellikle tbc taşıyıcılığının yüksek olduğu bizim ülkemiz gibi toplumlarda bu rakamlar ciddi rakamlar. Buna rağmen bu komplikasyonların sanki hafif ve ihmal edilebilir olabilirmiş gibi lanse edilmesini ve aşılanmama için gerekçe olarak sunulmasını doğrusu anlayamıyorum. Özellikle de seçeneklerden biri neredeyse hiç bir yan etkisi olmayan aşılanmak, diğeri de tbc menenjiti nedeniyle ölmek iken, sanki ikincisi ihmal edilebilecek bir seymiş gibi lanse ediliyor. İşte bu gibi durumlarda ideolojik yaklaşımların verileri manipüle etmesini önlemek çok önemli.

Peki, kızamık aşısı? “Kızamık hastalığının ciddi boyuta ulaşması yüzde 0.1 ise, aşının ciddi yan etki riski de en az o kadar olmuyor mu?” diye soranlar var. Bu durumda, tamamen sağlıklı çocukları aşıyla riske atıyor olmuyorlar mı?

Hayır. Rakamlardan bahsedeceksek, tahmini değil, gerçek rakamlara bakmak gerekir. Kızamık aşısı, bugüne dek faydası en iyi dokümante edilmiş aşılardan biri.  Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF verilerine göre, 1999-2004 yılları arasında bu aşı dünya çapında 1,4 milyon çocuk ölümünü engellemiş durumda.  Kızamık aşısının yan etkilerine baktığımızda ise neredeyse hiçbir ölümcül yan etkisi olmadığını söyleyebiliriz.

En sık görülen yan etki ateş ve döküntü, ki yüzde 5 oranında gözleniyor. En ciddi yan etki olan trombosit azlığı ise 30 bin-40 bin kişide bir gözleniyor. Bu vakaların da çoğu geçici ve ölümcül değil.

Rakamlar bunları gösterirken, “kızamık yan etki oranı yüzde 0.1, aşı yan etkisi de en az o kadar. O zaman sağlıklı çocukları risk altına sokuyoruz.” iddiası pek geçerli bir iddia değil. Hatta eleştirel düşünce literatüründe buna “asılsız varsayım üzerine kurulu argüman” (false assumption) deniyor.

Son üç yıldır bu konuda araştırma yapan bir arkadaşım geçenlerde, “Beslenmesi ve hijyeni iyi olan, tıbbi destek alan kaç çocuk kızamıktan ölmüş şimdiye kadar? Ama aşıdan dolayı ölen çocuklar tıbbi destekle bile kurtarılamıyor” dedi. Siz ne dersiniz?

Gene bir “asılsız varsayım üzerine kurulu argüman” bu. Bu iddiayı öne süren arkadaşınız argümanını “aşıdan ölen ve tıbbi destekle bile kurtarılamayan çocuklar” diye bir asılsız varsayım üzerine kuruyor. Bu bilginin kaynağını ve bu ölüm vakalarının rakamlarını ve kaynaklarını vermediği sürece bu asılsız bir iddia ve polemik olmaktan öteye gitmiyor ne yazık ki. Üstelik bu konulara çok kafa yormuş ve epey de uzun süredir araştırmış bir hekim olarak bu iddiayı destekleyen herhangi bir istatistik olmadığını söyleyebilirim. Ama varsa ve ben yanılıyorsam, memnuniyetle inceleriz.

Şunu da eklemeden edemeyeceğim. Aşı karşıtı söylemlerde sıklıkla karşımıza çıkan bir kalıp bu, “Falanca hastalıktan kaç çocuk ölmüş ki şimdiye kadar?”  Bu söylemi benimsemiş kişilerin çoğu zaten bulaşıcı hastalıklarla ilgili istatistik ve bilimsel verilerden habersizler, bu ve benzeri konuları sözde bilim ve komplo teorisyeni sayfalarındaki eksik, yanlış ve yanlı bilgilerden takip ediyorlar. Ama bir an için dediklerinin doğru olduğunu varsaysak bile, ki değil, çocukların ölmesi ya da ölmemesi gibi bir tercihi söylemlerine konu etmeleri bana oldukça yüzeysel geliyor. Tek engellemeye çalıştığımız şey çocukların ölmesi değil, aşılarla destekli koruyucu hekimlik çerçevesinde çocukların uzun ve ızdıraplı hastalıklara yakalanmalarını, uzun süreler hastanede yatmalarını, acı çekmelerini ve kalıcı komplikasyonlar nedeniyle ömür boyu sakat kalmalarını da engellemeye çalışıyoruz.  Beslenmesi iyi olan bir çocuk, belki kızamık hastalığını atlatabilir, ama bu hastalığı geçirdiği için son derece önemli bir komplikasyon olan ve kalıcı nörolojik kusurlar ile zeka geriliği yapan Subakut Sklerozan Pan Ansefalit’ten de korunmuş olması ölüm kadar önemli değil mi? Ya da aşı hastanede ateşler içinde yatacağı birkaç günün önüne geçebiliyorsa, bu önemsenmeyecek bir şey midir?

“Aşılar denilen gibi çalışsaydı, birkaç senede tekrarlanması gerekmezdi” diye düşünenler olduğu gibi; “hastalıktan sonra oluşan doğal bağışıklık bir ömür boyu sürer” diyen doktorlar da var. Peki, piyasadaki her aşıyı büyüdükçe tekrarlamak zorundaysak bahsedilen hücre hafızası nerede?

Hastalıktan sonra oluşan doğal bağışıklık, hastalık yapan etkene göre değişiklik gösterir. Bazı enfeksiyonlara ait bağışıklık ömür boyu sürer, bazı enfeksiyonlara karşı oluşan bağışıklık hücreleri ise daha kısa sürelidir. Ancak bu durum aşıların etkisiz olduğunu göstermez. Aşıları tekrarladığımız sürece çocukların hastalanmasını önlüyorsak, ve bunu yaparken de onları ilave risk altına atmıyorsak, aşıların belirli aralıklar tekrarlanmasının herhangi bir mahsuru yok ki?

Bu tip tartışmalar, sanki aşı tekrarı çok kötü bir şeymiş asılsız varsayımından yola çıkıp, insanların endişelenecek bir durum yokken huzursuz olmasına neden oluyor.

‘Aşılar sürekli kontrol ediliyor’

“Birçok aşı yeterli biyolojik testten geçmiyor” diye de bir iddia var?

Bu gayet asılsız bir iddia. Aşıların üretim süreci ve güvenilirlik çalışmaları son derece kontrollü ve sıkı. Aşı üretim süreci en az 10 yıl süren zahmeti bir süreç. Her aşı, onaylanmadan önce üç aşamalı klinik deney silsilesinden geçmek zorunda. Her aşamada, klinik deneye katılan kişi sayısı artıyor ve deneyin süresi uzuyor. Bu süreçlerin tamamlanması yaklaşık 10 yıl sürüyor ve bu sürenin sonunda aşının etkisi binlerce kişi üzerinde yıllar boyu izleniyor. Sadece bu süreçten geçen aşılar piyasaya sürülüyorlar.

Aşı piyasaya çıktıktan sonra da kontrol süreci bitmiyor, aşı izleme kurumları aşıların ortaya çıkan yan etkilerini yakından izliyor ve olası beklenmeyen bir durumda müdahale ediyorlar.

Mesela Amerika’da 1988 yılında the National Childhood Vaccine Injury Act of 1986 (Public Law 99-660) uyarınca bir ulusal aşı tazminat programı (National Vaccine Injury Compensation Program (VICP) uygulamaya sokulmuş durumda. İki milyar dolar ödeneği hazır olan bu mahkeme, aşı yan etkisi olduğu iddia edilen tüm vakaları inceliyor, dokümante ediyor ve gerekli mercilere geri bildirimde bulunuyor. Bu mahkemeye gelen tüm vakaları ve alınan kararları web sitesinden takip etmek mümkün.

‘Grip virüsü çok hızlı mutasyona uğruyor’

Peki, grip aşısı?

Grip aşısı konusu biraz daha farklı. Diğer virüslerin aksine, influenza(grip) virüsü çok hızlı mutasyona uğrayan bir virüs. Bu nedenle hastalık yapan influenza virüsleri bir önceki yıl hastalık yapanlardan farklı virüsler oluyor. Bu nedenle her yıl grip oluyoruz. Aşıdan bağımsız olarak bir yıl önce grip olmak bizi ertesi sene grip olmaktan korumuyor.  Bu da hem grip aşısının her yıl yinelenmesi gerekliliğini ortaya çıkarıyor, hem de aşı içeriğinin hazırlanmasına kısmen tahmin faktörünün dahil edilmesine neden oluyor.

Her yıl, Dünya Sağlık Örgütü, bir yıl önceki istatistiklere ve dünyanın diğer bölgelerinde, örneğin biz yaz aylarındayken kişi yaşayan ve griple cebelleşen güney yarım küredeki süregelen grip salgınlarına bakarak bir sonraki yıl ortalıkta dolaşacak grip virüslerini belirliyor, aşı içeriği buna göre hazırlanıyor.  Bu tahmin süreci gittikçe daha iyi hale geldi, artık elimizde daha çok ve güvenilir veri var, bu da bir sonraki yıla ait grip virüsü tahminlerini daha sağlıklı yapmamıza yarıyor.

Grip aşısının etkinliği yıla ve kişiye göre değişkenlik gösterebiliyor mu?

Gösterebiliyor. Örneğin, aşı içerik tahminlerinin iyi yapıldığı yıllarda koruyuculuğu yüzde 80’leri bulabiliyor, tahminin çok tutmadığı zamanlarda ise yüzde 50’lere inebiliyor.  Ayrıca 2 yaşın altındaki bebeklerde çok etkin değil, ama 2 yaşın üzerinde etkinliği artıyor.

Bir de elbette grip aşısı, influenza virüsüne bağlı grip için koruyucu. Oysa soğuk algınlığı adıyla bildiğimiz, ağır grip belirtileri (ateş, halsizlik, eklem ağrısı) olmaksızın üst solunum yolu belirtileri örneğin burun akıntısı, öksürük vs ile karakterize hastalıklar da var. Bunların pek çoğunda, grip kadar ağır olmamakla birlikte benzer belirtiler görüldüğü için insanlar grip olduklarını sanıyorlar. Hele aşı olduktan sonra soğuk algınlığı geçiriyorlarsa, o zaman ‘aşı oldum, hiç bir işe yaramadı’ diye düşünüyorlar.

Grip aşısı olalım mı yani?

Bence yumurta alerjisi gibi tıbbi durumu olmadığı sürece herkesin grip aşısı olması iyi bir şey. Aşı karşıtlarının iddialarının aksine ciddi ve korkulacak yan etkileri yok. Grip gibi insanın verimliliğini azaltan, yaşlı ve çocuklarda komplikasyonlar nedeniyle ölüme kadar götürebilen bir hastalıktan yüzde 50 bile koruma sağlamış olmayı avantaj olarak görüyorum.

Örneğin, bu yıl ABD’de yeni bir domuz gribi salgını var. Son bir aydır pek çok genç ve sağlıklı insan, yakalandıkları domuz gribine bağlı komplikasyonlar nedeniyle öldü. Benim yaşadığım bölgede, San Francisco çevresinde her gün gazetede gencecik insanların grip nedeniyle öldüğüne ilişkin haberlere rastlıyoruz. Bu ölümlerin ortak bir noktası var: ölenlerin tamamı grip aşısı olmamış kimseler. Oysa, 2009 yılından beri WHO yönergesi gereği domuz gribi virüsü standart grip aşısının bir parçası. Aşılanmış olsalardı belki bu insanların çoğu hayatta olacaktı. Ölüm ve hastalığa karşı oynanan kumarda yüzde 50 ve üzerinde hayatta kalmayı veya hastalanmamayı önemli bir şans olarak görüyorum.

İki yaşın altındaki bebekler, aşıdan belki çok faydalanmıyorlar, ama influenzanın  komplikasyonlarının da en çok bu yaş grubunda görüldüğünü hatırlamak lazım. Bu durumda bu bebekleri korumak aslında bir yerde toplumsal sorumluluk.  Ebeveynleri etkinliği az olduğu için küçük bebeklere grip aşısı yaptırmak istemiyorlarsa, anne babaları veya aynı evde yaşayan diğer kişilerin mutlaka aşılanması gerekli ki, bebeklere influenza geçme riski azalsın. Aslında küçük bebekler aşılansa da aynısını yapmak gerekli, bahsettiğim gibi bu yaş grubunda aşı etkisi daha az çünkü.

‘Homeopatinin hiçbir geçerliliği yok’

Son dönem yazdıklarınız sonrası homeopatiye inanan ve onun etkili olduğunu düşünenler de size tepkili sanıyorum.

Bilmekten ise inanmayı seçen bir kalabalık ile baş etmek kolay değil. Benim için en ilginç deneyim insanları kandırıldıklarına inandırmanın kandırmaktan daha zor olduğunu görmek oldu. Hepimiz aslında teyit önyargısına sahibiz, inandığımız şeyleri teyit eden verilere daha sıkı sarılıyor, inançlarımızla çelişen şeyleri görmezden gelmeye çalışıyoruz. Bu durumun farkına varmak ve elimizdeki verilere önyargılarımızdan bağımsız bir şekilde bakıp değerlendirmek çok önemli.

Homeopati gibi hiç bir geçerliliği olmayan yöntemlerin ise yaradığını bir defa kendini kandıran, bu yöntemden medet uman veya bu işe para yatıran kişiler için, aslında sudan ibaret olan ve hiç bir etkisi olmayan bir şeye dünyanın parasını verdiklerine inanmak epey zor. Elbette en yüksek sesi bu işten para kazananlar çıkarıyor. İşin ilginç tarafı, yazdığımız homeopati ile ilgili yazıya bu güne dek, “Hayır, homeopatinin temel prensipleri bunlar değil. Çalışma mekanizması şu, etkisi de bu şekilde ortaya çıkıyor” diyen, diyebilen kimse olmadı. Yapılan tüm itirazlar,  “ama benim annem/ eşim kullandı çok işe yaradı” şeklinde. Ancak çoğu kimse münferit örneklerin delil teşkil etmediğini göremiyor.

Bir şeyin ise yaradığını veya zararı olduğunu münferit örneklerden yola çıkarak anlayamayız, ancak çok sayıda kişi üzerinde kontrollü bir şekilde yapılan deneylerden ilaçların etkin olup olmadığı anlaşılabilir. Mesela ben, bugün başım ağrırken akşam pilav yiyebilirim ve yemekten sonra baş ağrım kendiliğinden geçebilir. Bu örneğe bakarak, “pilavın baş ağrısını iyileştirdiğini” söyleyemeyiz.

Sahi nedir homeopati?

İnsanların çoğu, homeopatiyi eski çağlardan gelen bitkilerde tedavi yöntemi sanıyor. Ancak bu varsayım epey hatalı. Homeopati ne bir bitkisel tedavi yöntemi, ne de tarihçesi antik çağlara dayalı. Aksine, 1700’lu yılların sonlarında Almanya’da yaşamış Samuel Hahneman isimli bir doktorun bulduğu, üç temel prensip çerçevesinde gelişmiş bir alternatif tıp akımı. Bu prensipler: benzer benzeri iyileştirir, sulanırsa ve çalkalama ilkeleridir.

Bir örnekle anlatmaya çalışayım: mesela, homeopatlar uykusuzluk tedavisi için kahve önerirler. Hepimiz kafeinin uyku kaçırdığı özelliğini iyi biliyoruz. Ama homeopatlar bir kahve çekirdeğini binlerce litre suyla karıştırdıktan sonra bol bol çalkalarlarsa, elde ettikleri bu sıvının ( ki aslında o denli sulandırılıyor ki, bildiğimiz su bu sıvı) uykusuzluğa iyi geleceğine inanırlar.

Hatta homeopati inanışına göre, bir madde ne denli sulanırsa o denli güçlü hale gelir. Piyasada satılan homeopati ilaçlarının en “güçlü” formlar 30C derişimindedir. Bu derişimdeki seyretilerde hastanın önerilen ilaçtaki etkin maddenin bir molekülünü alabilmesi için 1041tablet (dünyanın kütlesinin milyar katı) ya da 1034 litre sıvı çözelti  (Dünyanın hacminin 10 milyar katı) tüketmesi gereklidir. Üslü rakamlara aşina olmayanlar için şöyle bir örnek vereyim: 30C gücündeki bir homeopati ilacı içinde, 10000000000000000000000000000000000 molekül suya karşılık, bir molekül aktif madde var demek!

Homeopati  nasıl bir ortamda ortaya çıkmış?

Homeopati, modern tıp uygulamalarının başladığı dönemden önce ortaya çıkıyor. Bu döneminde yaşayan doktorlar, bedenin anatomik yapısı hakkında kabaca bir fikre sahip olmalarına rağmen, organların işleyişi hakkındaki bilgileri yetersizdi. Henüz mikrop teorisi bilinmiyor, bulaşıcı hastalıkların kişinin karakter özelliklerinden ve etraftaki iklimden, solunan hastalık yapıcı gazlardan köken aldığına inanılıyordu.

Hastalıkların nedeninin tam bilinmediği, ancak batıl inançların etkisini de yavaştan kaybetmeye başladığı bu yıllarda uygulanan tedavi yöntemlerinin kısmen tıbbi, kısmen mistik, kısmen de gözü kara olduğunu söyleyebiliriz. Yeni keşfedilen kıtalardan gelen şifalı maddeler, yavaştan gelişen kimya endüstrisinin yaptığı yeni buluşlar doktorlara tuhaf bir cesaret vermişti. Bu dönem pek çok hekim hastalarına sonucu oldukça tuhaf, zaman zaman gülünç ama çoğu zaman oldukça da tehlikeli tedavi yöntemleri uyguluyorlardı. Bu döneme ait bazı tıbbi tuhaf uygulamaları daha önce Açık Bilim dergisi için kaleme almıştım. Hastalara kurşun, arsenik, morfin gibi maddelerin verildiği zorla kusturuldukları, kanlarının akıtıldıkları, zehirli maddelerle lavman yapıldıkları bu yıllarda, içinde sudan başka birşey olmayan homeopatik sıvılardan içmek bazen hastanın gözü kara hekimler tarafından telef edilmesinin önüne geçebiliyordu.

‘Tek etkisi plasebo’

Homepatik maddelerde herhangi bir aktif madde olmadığını söylüyorsunuz, peki insanlar nasıl olup da homeopatik ilaçlardan fayda gördüklerini söylüyorlar?

Bugün, artık yapılan çalışmalar sayesinde homeopatik çözeltilerinin etkinliğinin plasebodan farklı olmadığını biliyoruz. Homeopati’den fayda gördüğünü, ilaçların iyi geldiğini iddia eden kişilerin iddialarına yakından bakınca ortaya birkaç faktörün birleşimi çıkıyor: Hastalığın doğal seyri, regresyon yanılgısı ve plasebo etkisi.

Pek çok hastalık, belirli alevlenmelerle seyrediyor. Kendimizi dinlersek, pek çok hastalık sırasında kendimizi iyi ve kötü hissettiğimiz anlar oluyor. İnsanların doktora veya homeopata gittikleri zamanlar da genelde hastalıklarının en dayanılmaz anları. İşte kendimizi en kötü hissettiğimiz zaman gidip homeopati ilacı alınca, hastalık belirtileri normal seyirleri çerçevesinde hafiflese bile hemen en son yaptığımız hareketle neden sonuç ilişkisi kuruyor, şikayetlerimizin azalmasını aldığımız ilaca bağlıyoruz. Oysa ilacı almasak da muhtemelen ağrımız hafiflemiş olacaktı.  Plasebo etkisi zaten malum, insan zihni eğer bir şeyin iyi geldiğine kendini inandırırsa, gerçekten de şikayetleri hafifliyor!

İşte bu etkilerden arındırılmış, münferit örneklerin dışına çıkarak büyük hasta gruplarında, çift körlemesine deneyler yaptığımızda homeopati ilaçlarının etkisinin sudan farklı olmadığını görüyoruz.  Bu da net olarak bu çözeltiler hiç bir işe yaramıyor demek. Zaten içlerinde sudan başka birşey kalmadığından, daha farklı bir etki beklemek sihirden medet ummak olurdu.

Son olarak, konudan bağımsız, sizce “alternatif tıp nedir?” diye sorsak…

Olmayan, olmaması gereken bir şey bence. Bir madde, bitki, ilaç, girişim gerçekten işe yarıyorsa, işe yaradığı test edilip kanıtlandıysa zaten tıbbın bir parçası oluyor. Alternatif tıp, aslında işe yaradığı kanıtlanamamış, ya da işe yaramadığı kanıtlanmış yöntem ve maddelere albenili ve içinde ‘tıp’ adı geçen bir pazarlama tekniğinden başka bir şey değil. Tıbbın alternatifi olmaz. Bir şey ya işe yarıyordur ya da yaramıyordur. Bu kadar basit.

(T24)

Become a patron at Patreon!