O bir lodosçuydu: Yasemin Cebenoyan
Tam 17 yıl önce bugün The Marmara’da bir patlama gerçekleşti. İnsanlığa karşı yapılan bu eylemde verilen mesaj şuydu: “kendinizi güvende hissetmeyin!”
Radikal İslamcı örgüt İBDA-C, yılbaşı yaklaşırken, Beyoğlu’nda eylem yapacağını duyurmuştu ama polis güvenlik önlemi almak yerine, broşür dağıtmakla meşguldü o gün. The Marmara Oteli’ne patlamadan hemen önce gelmişler ve “polise güvenin“ yazılı broşürler bırakmışlardı. Bombacı otelin güvenliğinden rahatlıkla geçmiş ve paltosunun cebindeki bombayı Opera Pastanesi’nin portmantosuna bırakmıştı.
Bu eylem sonrası iki kişinin yaşam hakkı elinden alındı. Arkeolog, rehber Yasemin Cebenoyan’ı o gün ve o gün yaralanan Onat Kutlar’ı ise ne yazık ki 11 Ocak 1995’te kaybettik. Yasemin Cebenoyan bir gün önce 37. doğumgününü kutlamıştı. Pastaneye bir arkadaşının daveti üzerine, doğumgünü hediyesini almaya gitmişti. Onat Kutlar, eşi Filiz’le buluşacak ve evliliklerinin yıldönümlerini kutlayacaklardı. Onları şarapnel parçaları karşıladı pastanede, hediyeler değil.
Toplumsal Bellek Platformu’ndan aldığım bilgiye göre; patlamanın ardından İBDA-C propaganda fırsatını kaçırmadı, eylemi üstlendi. Bir de üstüne, yayın organlarından Kutlar ve Cebenoyan’a hakaret yağdırdı. Soruşturma ise baştan savmalıkla yürütüldü. Güvenlik kameralarının çektiği görüntülere dahi bakılmadı. Bütün bunlardan dolayı eylemin sorumlusu olarak PKK gösterilince kamuoyu buna inanmadı. Belki de, suç olağan şüphelinin üstüne yıkıldı diye düşünüldü. PKK, kamuoyunda teşhir olmaktan kurtuldu, bombalamanın faili olarak görülmedi. Ama gelişmeler TBP’nu doğrulamadı. Suçlu yakalandı ve suçunu itiraf etti. Eylemi PKK adına yapmıştı. Pişmanlık yasasından da yararlandı. Cezasının tümünü çekmeden, 9 yıl yattıktan sonra da serbest bırakıldı. Eylemi önlemek için bir çaba içine girmeyen devlet, adaleti yerine getirmek için de çaba harcar gözükmüyordu. Suçlunun üçüncü bir cinayeti daha vardı ve hepsi için 9 yıl yatmış ve cezası tamamlanmadan serbest kalmıştı. PKK, Onat Kutlar gibi Kürt sorununa duyarlı birini öldürmüş olmaktan gurur duyacak değildi ve aktif olarak eylemi savunmadı ama eylemin sorumluluğunu reddetmedi de. Örgüt suçlu bulunan şahsın kendileriyle bir alakası olmadığını hiçbir zaman iddia etmedi. Dolayısıyla alakası olduğunu kabul etmiş oldu.
Cüneyt Cebenoyan, örgütün ya özür dilemesi ya da olayla ilgisini reddettiğini açıklaması çağrısında bulunmuştu. Örgütün ya sessizlikle ya da aba altından sopa göstererek karşılık verdiğini belirtelim.
Geçen yıl, Cüneyt Cebenoyan ile Yasemin’e dair kısa da olsa söyleşi yapma şansım olmuştu.
Hayatında üç büyük kırılma var Cüneyt Cebenoyan’ın. Hapishane, kızkardeşi Yasemin’in ölümü, oğlu Ali ile annesi ve babasını kaybettiği deprem. Yasemin Cebenoyan’ın ölümü sonrası bir 30 Aralık değil her gün içinin sızladığına eminim.
Cüneyt Cebenoyan, “ O kadar karmaşık süreçler ki bunlar… İnsanın başından geçen kötü hadiseler olarak görülmesi çok yetersiz kalır. Bunlar insanı başka birine dönüştüren, hayatı boyunca takip eden, diğer insanlarla ilişkilerine temelden etki eden, hatta başkalarıyla kurduğu ilişkileri belirleyen olaylar. İnsanın hayatında kocaman kopuşlara, parçalanmalara, dağılmalara neden olan olaylar. O kadar dağıldım ki aslında “noktaları birleştirin” tarzı bir şeye dönüştüm diye düşünüyorum. Bir şekil var ama noktalar arasındaki bağ neredeyse kopmuş, yok olmuş gibi hissediyorum bazen…” diyor.
Yasemin ile birlikte büyümüşler. Yasemin ondan üç yaş büyükmüş. Cebenoyan’ın NY’da yaşayan bir de abisi var. Abisiyle yaş farkı yedi imiş: “Abim hem bir dönem yatılı okuduğu, hem de yaş farkımız büyük olduğu için ilişkimiz daha gevşekti onunla.”
Ama Yasemin başkaydı diye belirtiyor: “Çocukken kedi köpek gibiydik işin doğrusu. Çok kavga ederdik ama çok da eğlenirdik. Aşk/nefret ilişkisiydi. İkimiz de underachiever’lar olduk. O Saint Benoit’da okudu, ben Sankt Georg’da. İkimiz de sınıfta kaldık lisede. Ama üniversiteye girdik. Yasemin, iki üniversite bitirdi hatta. Hem Fransız Dili ve Edebiyatı hem de Arkeoloji.”
Yasemin, üniversitede kalmayı denemiş ama kadro çıkmamış bir türlü. Kazılara gidiyormuş yazları ama arkeolog olmak için kadro gerekiyormuş. Rehber olmuş. “Satış yapmayan” kendine özgü bir rehber! Yasemin ile kedi köpekliğimiz teenagerlığımız bitince bitti tabii. Zaten o kadar meleksi bir insana dönüşmüştü ki…” diyor Cebenoyan…
‘O bir lodosçuydu… ‘
Lodos estikten sonra sahile inip, denizin kıyıya sürüklediği değerli şeyleri toplayan kişilere ‘lodosçu’ deniyormuş. Cebenoyan: “Biz bu meslekle bir televizyon programında karşılaşınca, idealimizdeki yaşam tarzının, kariyer çizgisinin bu olduğuna karar verdik! Ve hayali örgütümüzü, yani Lodos Partisi’ni kurduk. Nerede bir eksantrik görsek, onun bir lodosçu olup olmadığını değerlendirirdik. Bir tür sevimli kaybedenlik durumu denebilir. Ya da tutunamayan. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” kitabındaki tanımdan çok farklı değil. Ama kitabı okumadan varmıştık bu fikre. Her şey eğlenmek için uydurulmuş bir fanteziydi tabii ki.”
Birlikte yaşayan insanlara özgü bir iletişimleri varmış. Sadece onların komik bulduğu şeyler. Ve bakışmak yetermiş anlaşmalarına.
O karanlık günü anımsayınca, Cebenoyan, annesinin kendisini hiç affedemediğini söylüyor. Yasemin, telefon çalarsa “Yasemin müsait değil de” demiş annesine. Ama yalan söylemeyi beceremeyen annesi telefonu Yasemin’e vermiş. O da, “hayır” demeyi beceremeyip, davete icabet etmiş ve Opera Pastanesi’ne gitmiş, The Marmara’daki…
Cebenoyan: “Tabii ki kendine gelemedi annem yıllarca. Oğlum doğdu Yasemin’in üçüncü ölüm yıldönümünde, 30 Aralık 1997’de. Annem ve babam Yasemin’i anma törenindeyken biz hastanede, doğumdaydık. Garip bir tesadüf. Ama Ali’nin gelişi bile bir yıl kadar annemi pek etkilemedi, depresyondan çıkamadı. Tam yeniden hayata bağlanıyordu ki, bu kez depreme yakalandılar…”
Yasemin’in siyasi görüşünü merak ediyorum… “Her zaman solcu oldu hayatı boyunca ama siyasetle yakından ilgili değildi. Kalbi hep ezilenlerden, yoksullardan, kaybedenlerden yana oldu. Üniversitede çok farklı sınıfsal ve kültürel kökenlerden gelen, kendisi gibi ayrıcalıklı okullarda okumamış öğrencilerle okudu ve onların koruyucu meleğine dönüştü. Fransızcalarına yardım ettiği arkadaşlarından hediyeler gelirdi. Diyarbakır karpuzları, heybeler…” diyor.
Söyleşimizin sonunda söyledikleri ise içimi burkuyor bir kez daha: “Ben onun “lan oğlum lümbül”üydüm. Lümbül, Patrice Lumumba’dan türemiş bir isim, uzun hikaye… Babam, “Lumumba” dermiş bana falan… Kabullenemedim galiba hala Yasemin’in ölümünü. Dilim o kadar çok sürçer ki, sevdiğim başka kişilere “Yasemin” diyiveririm.”
(T24)