Afşin Kum ile söyleşi: “Kübra’nın bana ‘Sen farklısın’ mesajı göndermesi enerji israfından başka bir şey olmazdı”
Cep telefonunuza Kübra adlı tanımadığınız birisinden, “Sen farklısın” mesajı gelse ne yapardınız? Afşin Kum’un ikinci romanı Kübra’yı okuyanlar veya romandan uyarlanan Netflix’te yayınlanan diziyi izleyenler bu soruyu çoğu arkadaşına sormuştur diye tahmin ediyorum. Ben öyle yaptım ve romanın yazarına da sordum: “Afşin Kum’a, “Sen farklısın” mesajı gelse onun hikâyesi bize ne anlatırdı?”
Kum şu yanıtı verdi:
“İnternette, sosyal medyada metafizik meseleler konusundaki duruşumu çokça belli ettiğim için, aynı zamanda hem fizyonomi hem de kişilik olarak bir liderden beklenen özellikleri pek taşımadığım çok belli olduğu için, Kübra’nın bana ‘sen farklısın’ mesajı göndermesi enerji israfından başka bir şey olmazdı.”
Afşin Kum ile yaptığımız söyleşi:
“İki binlerin en iyi yirmi Türk filmi” derlemesi yapmıştınız bir ara ve ilk sırada Taylan Biraderler’in yönettiği Vavien vardı. Yönetmenlerin Kübra’da çıkardıkları işi de beğendiniz mi?
Vavien defalarca izlediğim olağanüstü bir film, sinema tarihimizde çok özel bir yeri var. Taylan Biraderler, auteur yönetmenleri bir kenara bırakırsak, bu sektörün en iyileri. Kübra’da da bu kaliteyi yansıtıyorlar. Ustaca çekilmiş, oynanmış, kurgulanmış bir eser. Ayrıca Hedonutopia’nın yaptığı müzikler de çok iyi.
Sıcak Kafa sonrası anladık ki öngörü ufkunuz pek sisli değil. Sizin için “bilim, felsefe ve sosyal teoriler ile alışverişi olan, düşünceler üzerine düşünen bir yazar” desek yanılmış olur muyuz?
Doğrudur. İnsanın içsel deneyiminin karmaşıklığı ve duygusal yoğunluğuyla, hayata ve doğaya bilimin getirdiği soğuk bakış arasındaki gerilimi seviyorum. Bilimkurgu için fikirlerin edebiyatı denir. Bilimkurguyu benim için çekici kılan bu. Hayatın ve doğanın bütünü üzerine düşünmek, kurmacanın merkezine öznel deneyimlerden ziyade, bütüncül fikirleri yerleştirmek bana daha ilginç geliyor. Böyle bir kurmaca içinde elbette öznel deneyimler de kendine yer bulabiliyor. Kurmaya çalıştığım üslup aşağı yukarı böyle bir şey.
Bir röportajınızda, dinsel inancın nüfuz edilemez niteliğini şaşırtıcı bulduğunuzdan bahsediyorsunuz, biraz açar mısınız?
İnançlı insanlar, ne kadar bilgili ve donanımlı olsalar da, bilimsel verilerle inançları arasında olası bir çelişki durumunda, inançlarını sorgulama yoluna gitmiyorlar. Ya bilimsel bilgiyi inkâr ediyorlar ya da çelişkiyi örtbas ediyorlar. Dinsel inanç, zihnin mimarisi içinde çok temelde bir yere yerleşiyor ve oradan asla çıkmıyor. Ondan sonra öğrenilen her şey, zihnin içinde o inançla uzlaşmak zorunda. Bu da insanın hamurunda olan bir şey. Kübra’nın hikâyesi; Kübra’nın, ona verilen görev doğrultusunda, buradaki “yumuşak karnı” tespit etmesi ve onun üzerine oynamasıyla şekilleniyor.
Sizi yazmaya iten en belirgin şey çelişkiler mi?
Sanırım tüm yazdıklarımın mayasındaki temel çelişki, insanın düşünen ve algılayan, zekâ sahibi bir özne olarak varlığıyla, Hominidae familyasından bir hayvan türü olarak varlığı arasındaki çelişki. İçgüdülerimiz, duygularımız bizi yaradılışımız doğrultusunda davranmaya, hayatta kalma ve soyunu sürdürme üzerine hareket etmeye yönlendiriyor. Bu her zaman bilincimizin söylediği ile örtüşmüyor. Bütün hikâye buradan çıkıyor.
Fikirleri kışkırtmak mı amaç?
Evet. Ben fikirleri kışkırtan şeyler okumayı seviyorum, yazdığımda da okumayı sevdiğim türde şeyler yazmaya çalışıyorum.
Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru’nda 19 öykü var ve kitabı okuyan birçok insan da yaptığınız fikir jimnastiğine ortak oluyordur belki. Kitaba dair aldığınız en mutluluk verici yorum ne idi? Tabii en “abuk” yorumu da sorayım.
En mutluluk verici yorum, eski dostum Zeynep Erdim’den gelen, benim artık Roald Dahl seviyesinde bir yazar olduğum yorumuydu. Tabii öykülerin çoğunlukla “cin” fikirler üzerine kurulu olmasından gelen bir üslup benzerliği var, Dahl öyküleri de öyledir genelde. O yüzden Roald Dahl ile karşılaştırılmak manidar ve aynı seviyede görülmek de gurur verici. Pek abuk yorum gelmedi aklıma ama henüz kitap yeni. Onlar da gelecektir zamanla.
Geçenlerde Medyascope’a konuk olduğunuzda, ilk iki kitapta yer alan “dil ve dilin değişimi, dilin insanı belirlemesi” temasını bağlayan bir nitelikte yeni bir kitap üzerinde çalıştığınızı söylediniz. Belki konuşmak için çok erken ama okuyucular bir sonuca mı varacak bu kitapla?
Temayı bağlamak derken bir sonuca bağlamaktan ziyade, sorunun çerçevesini netleştirmek, ilk iki kitabın tartıştığı meseleleri biraz daha geniş bir perspektifte ele almak gibi bir şeyden bahsediyorum. Sonuçta edebiyatın görevi, sorulara cevaplar bulmak değil doğru soruları sormak.