Nükhet Varlık: “Veba hastalığının tarihini anlamak istiyorsak, öncelikli olarak Osmanlı deneyimini incelemeliyiz”
ABD’de Rutgers Üniversitesinde İslam medeniyeti, Osmanlı İmparatorluğu tarihi ve tıp tarihi dersleri veren Doç. Dr. Nükhet Varlık ile Medyascope için görüştük. Varlık, Osmanlı tarihçiliği çerçevesinde sorduğumuz soruları şöyle yanıtladı:
“Akdeniz Dünyası’nda ve Osmanlılar’da Veba” kitabınız ses getirmişti. Kitaba ve gördüğü ilgiye dair neler derdiniz?
Kitabın İngilizcesi 2015 yılında Cambridge Üniversitesi Yayınevi, Türkçe çevirisi ise 2017 yılında Kitap Yayınevi tarafından yayımlandı. O günden bu yana, kitabım dört ödül kazandı. Bu tabii ki bir araştırmacı için son derece sevindirici bir durum. Ancak bunun da ötesinde, hem Osmanlı, Türkiye, Ortadoğu ve Akdeniz çalışmaları, hem de genel olarak küresel tıp tarihi alanında, vebanın Osmanlı tarihinde oynadığı rolün öneminin kavranmaya başladığına işaret ediyor. Kitabım 17. yüzyıl öncesi Osmanlı’da veba hastalığının tarihini sistematik olarak inceleyen ilk kapsamlı çalışma. Kanımca, hem bu alandaki önemli bir bilgi eksikliğini tamamladığı, hem de şu ana kadar Avrupa-merkezci tarih yazıcılığında ve bilimsel çalışmalarda sıkça rastladığımız bir takım kalıplaşmış bakış açılarının yanlış olduğunu gösterdiği için ciddiye alındı. Ancak ilk kitabım 14. yüzyıl ortalarından 16. yüzyılın sonuna kadar olan dönemdeki veba salgınlarının izini sürüyor, yani sadece 250 yıllık bir dönemi kapsıyordu.
Şu sıralar ne üzerine çalışıyorsunuz? Hangi sorulara cevap arıyorsunuz?
Şu anda daha geniş soluklu bir kitap projesi üzerine çalışıyorum. Hedefim vebanın Osmanlı tarihinde ve sonrasında da cumhuriyetin ilk dönemlerindeki 600 yıllık serüvenini, dünya tarihi bağlamında incelemek. Bu topraklarda 1340’lardan 1940’lara kadar, altı yüzyıl boyunca aralıklarla görülmüş bir hastalığın tarihinden söz ediyoruz. Osmanlı örneği bu hastalığın tarihi açısından inanılmaz önemli. Dünya tarihinde altı yüzyıl boyunca varlığı kesintisiz olarak tarihsel kayıtlara geçirilmiş başka bir örnek yok. O yüzden veba hastalığının tarihini anlamak istiyorsak, esasen öncelikli olarak Osmanlı deneyimini incelemeliyiz. Bu kitap için cevap aradığım en önemli soru ise veba hastalığının bu topraklarda bu kadar uzun bir süre devam ettikten sonra neden yok olduğu ile ilgili. Bugüne kadar tarihçiler bu sorunun cevabını hep karantina uygulamalarında ya da tıbbi müdahalelerde aradılar. Ben bu soruya yanıt arayışımı insan-merkezli girişimlerle sınırlandırmıyor, daha geniş ölçekli doğal süreçlerin etkisini anlamak için konunun ekolojik bir çerçevede ele alınması gerektiğini öne sürüyorum. Bu yüzden de yeni kitabım beni genel olarak iklim ve çevredeki değişiklikleri incelemeye ve bunların vebanın ortadan kalkmasında oynadıkları rolü araştırmaya yönlendiriyor. Esasen üzerinde çalıştığım sorun, veba basilini (Yersinia pestis) taşıyan vahşi kemirgenlerin ve diğer küçük memeli hayvanların, hastalığın yavaş yavaş etkisinin azalmaya başladığı 18. yüzyıldan itibaren ne gibi değişimlere uğradığı hakkında. Bunun cevabını bulabilirsem, öyle sanıyorum ki hem Osmanlı hem de dünya tarihinde, çok uzun zamandır yanlış anlaşılmış bu meseleyi açıklığa kavuşturmak mümkün olacak.
Osmanlı tıp tarihi çalışma fikri nasıl gelişti? Bu alan neden cazip geldi?
Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans eğitimimi yaptığım yıllardan itibaren Osmanlı tarihinde hastalık ve sağlık konuları ilgimi çekmiştir. Ancak o yıllarda bu konular pek cazip olarak değerlendirilmiyordu. Bunun bir nedeni Osmanlı tıp tarihinin daha çok tıbbın modernleşmesi bağlamında ele alınan bir konu olarak görülmesiydi. Modernleşme döneminden önce Osmanlı tıbbı geri kalmış, bilimsellikten uzak ve hurafelerle dolu bir alan gibi görülüyordu. Hem akademide hem de kamuoyunda kemikleşmiş bu türden görüşlerin kırılması elbette kolay değil. Ancak bu alanda yapılan yeni çalışmalar umut verici. Osmanlı tıbbı dediğimiz bilgi, kurum ve pratiklerin bütünü aslında modernleşme öncesi Avrupa’dan Hindistan’a kadar her yerde benzer şekillerde karşımıza çıkıyor. Tarihçilere düşen görev ise bu devamlılık içinde kendini gösteren kırılma noktalarını, önemli değişimleri yakalamak ve bunların nedenini açıklamak. Bunu yaparken mühim olan çalıştığımız dönemi, günümüz değerleriyle değil dönemin kendi değerleriyle anlamaya çalışmak ve ona göre değerlendirmek. Çalışmalarımda, Osmanlı’da 16. yüzyıldan itibaren halk sağlığı alanında yapılan önemli girişimlerin altını çizmeye gayret ediyorum. Bu dönemde Osmanlı devleti çok önemli dönüşümlere sahne olmuştur. Örneğin, salgın hastalık dönemlerinde, özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde ölenler surların dışında gömülmeye başlanıyor. Hatta İstanbul’daki ilk umumi mezarlıkların ortaya çıkışı büyük veba salgınları ile eşzamanlıdır. Ölüler şehir surlarının dışına çıkarılırken her gün kaç kişinin öldüğü, kimin vebadan ya da başka sebepten öldüğü teker teker kaydediliyor ve bunlar her gün saraya bildiriliyor. Burada karışımıza çıkan tablo, modern epidemiyoloji biliminin ve istatistik yönteminin ortaya çıkmasından yüzyıllar önce bir devletin salgının gidişatı hakkında bilgi toplama çabasıdır. Bu bilgiler de alınan tedbirleri ve yasal düzenlemeleri şekillendirmiştir. Osmanlıların salgın karşısındaki endişelerini, bu türden krizler karşısında geliştirdikleri yöntemleri incelemek bize o toplum hakkında çok önemli ipuçları sunar. Halk sağlığı alanında karşılaştığı sorunları göğüslemek ve aşmak için dönemine göre son derece yaratıcı yöntemler denemiş, yenilikçi ve ilerici bir bakış açısı görüyoruz burada. Kalıplamış düşünce biçimlerinden kurtulursak, bu yenilikçi ruhu daha iyi kavrayabiliriz.
Peki, Osmanlı tarihçileri bir araya gelince neleri tartışır?
Osmanlı tarihçiliği hızla büyüyen, son derece dinamik bir saha. Eskiden beri süregelen bir takım klasik tartışmaların yanı sıra yakın zamanlarda çalışılmaya başlayan birçok konu da artık bu alanda rağbet görüyor. Bu hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında çalışan Osmanlı tarihçileri için geçerli. Daha önceden beri revaçta olan askeri, diplomatik, siyasi tarih tartışmalarına ek olarak şimdi büyük ölçüde toplumsal, ekonomik, entelektüel ve kültürel dönüşümleri anlamayı hedef alan tartışmalar yapılmakta. Tarihçiliğin başka alanlarında dikkati çeken bir takım dönüşümler de Osmanlı tarihçiliğinin çalışma konularına, izlenilen yöntemlere ve kaynak arayışına ışık tutmakta. Artık daha yenilikçi bakış açılarıyla hem eskiden beri sorduğumuz sorulara yeni cevaplar bulmak hem de yeni sorular üretmek adına bu alanda çok iyi çalışmalar ortaya konulduğunu söyleyebilirim. Bunun bir kanıtı da önceleri Osmanlı tarihçilerinin Türkiye dışındaki akademik kurumlarda daha çok kendi sahalarında tanınıp okunurlarken, artık diğer alanlarda uzmanlaşan tarihçiler tarafından da okunuyor olmaları. Artık Osmanlı tarihçileri seslerini daha geniş bir guruba duyurabiliyorlar.
Bir Osmanlı tarihçisinin araştırma yaparken önüne ne gibi engeller çıkabiliyor?
Kanımca en büyük engel yine biziz. Kendi kendimizi sınırlandıran, biraz da gelenekçi bir tarafımız var bence bizim sahada. Daha önce sorulmamış soruları sormak, daha önce gidilmemiş yolları tutmak için biraz cesur olmak gerekiyor. Sorduğunuz soru çok önemlidir, çünkü vereceğiniz cevapları içinde barındırır çoğu zaman. Ancak yeni sorular sorduğumuzda yeni ufuklar açabiliriz. İzlediğimiz yöntem ve kaynaklar da buna bağlı elbette. Kendimizi Osmanlı tarihçiliğinin içine hapsolmuş gibi düşünmekten kurtarmak, hatta tarih dışındaki disiplinlerde yapılan çalışmalardan beslenmek de önemli bence. Kaldı ki Osmanlı tarihçileri olarak kaynak konusunda şanslıyız. İnanılmaz zengin yazılı kaynaklara (arşiv belgeleri, elyazmaları, vb.) sahibiz. Ayrıca Osmanlı dönemine ait mimari, sanat ve maddi kültür ürünleri de araştırmacılar için büyük ölçüde ulaşılabilir kaynaklar. Benim kendi çalışmamda eksikliğini hissettiğim en büyük sıkıntı arkeolojik kaynaklarla ilgili. Osmanlı arkeolojisi, özellikle de insan ve hayvan kalıntılarını inceleyen biyoarkeoloji ve arkeozooloji alanlarının Osmanlı tarihçiliği için önemi yeteri kadar anlaşılmıyor. Halbuki bu alanlarda ortaya konulan verilerden elde edilecek antik DNA örnekleri laboratuvar ortamında incelenerek hastalıklar ile ilgili çok önemli bilgilere ulaşmamıza imkan verebilir. Bu da ancak tarihçiler, arkeologlar ve laboratuvar incelemelerini gerçekleştirecek bilim insanları arasında işbirliği yapılması ile mümkün olabilir. Bu türden ekip çalışmalarında büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum.
Sizin sahada arşiv hala çok önemli rol oynuyor değil mi? Bugüne kadar hangi ülke arşivlerinden faydalandınız?
Arşivler tabii ki çok önemli. Bir anlamda işimizin iskeletini ortaya koyuyoruz arşiv malzemelerini kullanarak. Ancak sadece arşiv kaynaklarına dayalı bir araştırma bize hikayenin yalnızca bir yönünü verir. Önemli olan arşiv kaynaklarını, ortaya çıkardıkları iskeleti ete kemiğe büründürecek diğer yazılı ya da maddi kaynaklar ile birlikte kullanmak. Ancak o zaman daha bütüncül bir tarihsel kurgu ortaya koyabiliriz. Ben Türkiye dışında İngiltere ve İtalya’daki arşivlerde araştırma yaptım. Artık dünyanın birçok yerindeki arşiv koleksiyonlarına ve yazma esere dijital ortamda erişmek de mümkün. Bu da tabii ki yeni yapılan çalışmalara büyük kolaylık sağlıyor.
Osmanlı tarihçiliğinin dünya tarihçiliği içindeki yerini nasıl özetlerdiniz?
Bu benim kendi tarihçilik anlayışım adına çok önemsediğim bir soru. Bu alanda hala kat edecek çok yolumuz olduğunu düşünüyorum. Biraz içe dönük bir sahayız bence ama bu yavaş yavaş değişiyor. Osmanlı tarihçileri olarak sadece kendimiz için değil, kendi alanımızın dışındakiler için de üretmeliyiz. Ancak bunu yaparken de işin kolayına kaçmamak lazım. Yani sözgelimi Avrupa ya da Amerikan tarihçiliğinde yapılmış olan bir çalışmayı, yöntemi ya da yaklaşımı alıp doğrudan Osmanlı örneğine uygulamaktan kaçınmalıyız. Kendi sahamızın dışında ne gibi sorular soruluyor, biz bu sorulara Osmanlı kaynaklarından hareketle nasıl katkıda bulunabiliriz, nasıl yeni yaklaşımlar sunabiliriz, bunları düşünmemiz lazım. Hatta bunun da ötesinde, dünya tarihçiliğindeki tartışmalara biz nasıl yön verebiliriz. Eğer Osmanlı tarihçiliğini dünya tarihçiliğinde hatırı sayılır bir seviyeye taşımak istiyorsak bunun için emek vermemiz gerekiyor. Tüm bu nedenlerden dolayı da nerede durduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi her daim sorgulamalıyız.
Tarihçilik dönüşüyor mu?
Tarihçilik elbette dönüşüyor. Her alanda olduğu gibi tarihçilikte de moda diyebileceğimiz, gelip geçen ama etkisi pek de uzun sürmeyen akımlar olur. Belirli konular ön plana çıkar. Bir konuda çok sayıda eser yayımlanır ama bir süre sonra bu yerini başka bir konuya bırakır. Ancak bu hafif dalgalanmaların ötesinde, son yirmi-otuz yılda tarihçilikte çok büyük dönüşümler yaşandı. Aslında beşeri ilimlerin tümünde kökten değişimler yaşandığını görüyoruz. Bir yandan günümüzün dijital yöntemlerinin mümkün kıldığı “big data” analizleri, bir yandan da disiplinler arası işbirliğine dayanan ekip çalışmaları bu alandaki yeni yönelimler arasında. Bu yöntemler sayesinde daha önceden göremediğimiz perspektifleri yakalayabiliyor, yeni sentezler yaratabiliyoruz. Bunun için de kendi alanımızın dışındaki tarihçilerle ve hatta başka disiplinlerdeki araştırmacılarla ortak çalışmalar yürütmeyi öğrenmeliyiz. Bir de bu bağlamda tarihsel tahayyülün bir tarihçi için ne denli önemli olduğunun altını çizmek isterim. Elinizde istediğiniz kadar zengin kaynak olsun, eğer malzemenizi doğru sorularla harmanlamazsanız, tarihsel aktörlerinizin etine kemiğine bürünüp onlar gibi düşünüp hissetmeyi beceremezseniz, söyleyeceğiniz söz bugünün hassasiyetlerini yansıtmaktan öteye gidemez. Bu da gelip geçen moda rüzgârları gibi bir etki bırakır geride. Halbuki iyi tarihçilik kendini her zaman okutur.
Genel olarak Türk akademiyasında birçok konuda sorgulayıcı olmak çok zorlaştı, tarihçilik çerçevesinde durum nasıl, Türkiye üniversitelerini nasıl değerlendirirdiniz?
Her ne kadar Türkiye dışında azımsanamayacak bir varlığı olsa da, Osmanlı tarihçiliği için Türkiye her zaman bir merkez olmuştur. Kaynakların burada olması, çok sayıda meslektaşımızın burada görev yapması, son yıllarda sayıları gitgide artan araştırma merkezlerinin kurulması, yapılan sayısız akademik toplantı ve yayınlar, yurt dışından gidip gelen araştırmacılar için bir kesişme noktası olması gibi birçok unsur Türkiye’yi, özellikle de İstanbul’u, Osmanlı tarihçiliğinin merkezi konumunda tutuyor. Ancak bir yandan da şunu sormalıyız. Türkiye akademisi global Osmanlı tarihçiliğindeki yeni akımlara, tartışmalara yön verebiliyor mu? Hedef bu olmalı. Burada akılda tutulması gereken birçok unsur var. Öncelikle şunu belirteyim. Türkiye’deki Osmanlı tarihçiliğinin önceki kuşaklardan devraldığı çok değerli bir miras var. Biraz geri dönüp hatırlayacak olursak, 20. yüzyılın en büyük Osmanlı tarihçileri Türkiye’deki akademik kurumlarda hizmet vermiş, yayın yapmış, öğrenci yetiştirmiş hocalar. Bu sahanın ortaya çıkmasına, gelişmesine büyük emek vermişler. Bu geleneğin sürdürülmesi tabii ki çok önemli ama bir yandan da bu geleneğin ötesine geçebilmek için çaba harcamalıyız. Türk akademisi yeni nesil tarihçilerin iyi yetişmesini istiyorsa, onlara yatırım yapmalı. Doktora eğitimi çok önemli. Her ne kadar hocalarının geleneğini sürdürmeye çalışsalar da, doktora hocalarının birer kopyası olmamalı yetiştirdikleri öğrenciler. Yeni nesil tarihçileri analitik düşünmeleri, sorgulayıcı, eleştirel ve yenilikçi olmaları için yeterince teşvik edebiliyor muyuz? Bunun dışında, bir de Türkiye’deki üniversitelerdeki Tarih bölümlerinin genel yapılanmasındaki daraltıcı etkiyi de düşünmeliyiz. Birkaç istisna kurum hariç, bunların bir çoğunda Osmanlı-Türkiye-İslam tarihi dışındaki sahalarda eğitim son derece zayıf. Halbuki bir tarihçinin kendi sahasının dışındaki alanlarda da temel bir donanıma sahip olması, karşılaştırmalı bir bakış açısı geliştirebilmesi için son derece önemli.
Türkiye’de tarihçiliğin başta milliyetçilik olmak üzere çeşitli siyasi tavırların hammadesi olarak görülmesini nasıl yorumlarsınız?
Geçmişi bugünün ihtiyaçlarına göre kullanma çabası yeni bir şey değil. Tarihin politik amaçlar çerçevesinde kullanılması her dönemde görülen bir şeydir. Bir tarihçi olarak günümüz Türkiye’sinde tarihin siyasi amaçlara yönelik olarak kullanılmasını izlemek bana Türkiye toplumu ile ilgili çok şey öğretiyor. Her şeyden önce bu toplum için tarihin ne ifade ettiğini görüyoruz. Her ne kadar Türkiye toplumu tarihi pek de önemsemez gibi bir algı olsa da, tarihin siyasi amaçlar için kullanılma çabası, geçmişin hala geçer akçe bir değer olduğuna işaret ediyor. Hem de manipülasyonu oldukça kolay, kitleler üzerinde etki bırakmak için kullanabilecek bir tür değer. Ancak şunu da hatırlamakta fayda var: daha çok tahayyül edilmek istenilen bir geçmişe duyulan bir bağlılık bu. Yani toplum olarak iyi bir tarih bilincine sahip olduğumuz anlamına gelmiyor. Tarih biraz kaleydoskop gibidir aslında. Ne isterseniz onu görebilirsiniz tarihte. Objektif bir hakikati ortaya çıkarmak olarak görmüyor artık tarihçiler günümüzde tarihi. Çünkü tarihçi esasen bir kurgu yaratır. Neyi anlatacağını, neyi anlatmayacağını seçer ve elindeki kaynakları kullanarak bir kurgu yapar. Ancak burada aklımızda tutmamız gereken husus şu: tarihi anlamak için eleştirel düşünce esastır. Bir tarihçi olarak, herhangi bir tarihsel iddiayı ortaya koymak için kanıtlara ihtiyacınız var. Eleştirel düşünen bireyler hangi tarihsel iddia ne türden delillere dayanıyor, nasıl desteklenmiş, bunu görür, kavrar. Dolayısıyla eleştirel düşünce iyi bir tarih bilinci için olmazsa olmaz bir unsurdur. Günümüzün Türkiye toplumunda tarihe duyulan sempati, nostaljiden ya da tahayyül edilen bir geçmişi politik bir amaçla kullanmaktan ibaret gibi görünüyor. Halbuki tarihi anlamak için bu duygular yetmez. Tarih, eleştirel düşünmeyi gerektirir. İşin ilginç tarafı eleştirel düşünmeyi öğrenmenin en iyi yöntemlerinden biri de tarih okumaktır aslında. Öğrencilerime her zaman söylediğim bir şey bu: fakülteden mezun olunca hangi mesleğe atılırsanız atılın, tarih okumak size eleştirel düşünmeyi öğrettiği için gelecekte yapacağınız işte daha başarılı olmanıza yardım edecektir. Özetle, tarih öğrenmek eleştirel düşünmeyi öğretir ve eleştirel düşünen bireyler de tarihin siyasete kurban edilmesine izin vermezler. Burada tarihçilere düşen önemli bir görev var. Osmanlı tarihinin doğru anlaşılması için tarihin siyasete malzeme yapılmasına izin vermemek, üretilen hamasi söylemlere karşı daha doğru ve esaslılarını üretmek ve bunları akademinin sınırları dışına taşıyıp genel okuyucu kitlesine ulaştırmak da yine bizim görevimiz. Türkiye’deki durumun dışında, günümüzde Batı dünyasında da özellikle aşırı sağ kesim, Osmanlı tarihini kendi siyasi söylemlerine malzeme ediyor ve Osmanlıyı karalayıcı söylemler geliştirebiliyor. Bize düşen görev, tarihi ne yüceltmek ne de yermek. Sadece doğru anlamaya ve anlatmaya çalışmak.
Nükhet Varlık kimdir?
1997 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarih ve psikoloji (çift anadal) bölümlerinden mezun oldu. 2000 yılında, aynı üniversitede tarih anabilim dalı yüksek lisans programından master derecesini aldı. 2008 yılında Chicago Üniversitesinde doktora derecesine ulaştı. 2008 yılında James Madison Üniversitesinde yardımcı doçent olarak göreve başlayan Varlık, 2010 yılında Rutgers Üniversitesine geçiş yaptı ve aynı üniversitede doçent olarak akademisyenliğine devam ediyor. Osmanlı tarihinde veba salgınları konusunda birçok makalesinin yanı sıra dört ödül kazanan kitabı Plague and Empire in the Early Modern Mediterranean World: The Ottoman Experience, 1347–1600 (Cambridge Üniversitesi Yayınevi, 2015; Türkçe çevirisi: Akdeniz Dünyasında ve Osmanlılarda Veba, 1347-1600 (Kitap Yayınevi, 2017)) ve yayıma hazırladığı Plague and Contagion in the Islamic Mediterranean(Arc Humanities Yayınevi, 2017) adlı bir derleme çalışması var. Varlık, Journal of the Ottoman and Turkish Studies Association (JOTSA) dergisinin editörüdür.